Cumartesi, Eylül 28, 2013

SUDAN HALK İSYANININ DİNAMİKLERİ
Serhat ORAKÇI
Dünya Bülteni, Eylül 2013

Sudan ağır bir sel felaketi atlattı geçtiğimiz haftalarda. 15 binden fazla ev yıkılırken 200 bin civarında insan evsiz kaldı. Ülkenin neredeyse tamamı yoğun yağıştan etkilendi. Halk mağdurlar için seferber olurken mağdurlara ulaşmada devlet etkisiz kaldı. Henüz daha bu felaketin yaraları sarılmaktayken hükümet yeni ekonomik kararlarını duyurdu, akaryakıt ve gaza uyguladığı sübvansiyonu kaldırdığını açıkladı. Bu karar sadece benzin ve gazın değil temel gıda ürünlerinin de pahalanması anlamına geliyordu. 

Hükümetin almış olduğu bu karar Sudan halkının isyan etmesi için yetti de arttı bile. Sokaklara dökülen büyük çoğunluğu gençlerden oluşan gruplar sağa sola saldırmaya başladı. Petrol istasyonları yağmalandı. Elektrik dağıtım merkezleri yakıldı yıkıldı. Ülke için ağır bir kayıp ortaya çıktı. Polisin müdahalesi ilk andan itibaren oldukça sert oldu. Göstericilere gerçek mermiler ile ateş açıldı. Resmi rakamlara göre 30 civarında gayrı resmi rakamlara göre ise 100’ün üzerinde insan hayatını kaybetti. Tedbir olsun diye zaman zaman ülke genelinde internet kesintisi yapılırken, okullar eğitime ara verdi.   

Sudan’da yaşanan halk isyanı ilk bakışta sübvasiyonların kaldırılması olarak görünse de halkın tükenmişliği ve yoksulluğu asıl sebeptir. 2011 yılından beri ara ara gerçekleşen bu tarz gösteriler muhalif grupların giderek güçlendiğini göstermektedir.

2011 yılında bölünme yaşayan Sudan ekonomik yönden hala toparlanamadı. Petrol gelirlerinin büyük bir bölümünü kaybeden ülke petrole alternatifler üretme noktasında yetersiz kaldı. Ekonomik türbülans halkı günden güne yoksullaştırırken temel gıda fiyatları ve ülke para birimi Cüneyh yükseldikçe yükseldi. Yeni komşusu Güney Sudan ile tam mutabakat sağlanamadığı için sınır gerginliği devam etti. Bu hem Sudan’a hem de Güney Sudan’a ağır bir askeri harcama yükü getirdi. Eğitim ve sağlık gibi alanlara harcanması gereken paralar silaha harcandı.

2003 yılında patlak veren Darfur krizinde ilerleme kaydedilemediği gibi sorun daha da büyüdü. Her ne kadar başka gündemler nedeniyle Darfur sorunu unutulsa da Darfur’da tam anlamıyla insani bir kriz yaşanmaktadır. Kabileler arası savaş 1.5 milyon insanı göçmen haline getirmiş durumda. Elbette 10 yıldır devam eden Darfur krizinin de ülkeye ağır bir yük getirdi açık. Gerek göçmenlerin bakılması gerekse de burası için yapılan askeri harcamalar devlet kaynaklarının erimesine neden oluyor.

Sudan’da hızlı nüfus artışı olduğu unutulmamalıdır. Nüfus yapısı Afrika genelinde olduğu gibi oldukça genç ve dinamiktir. Üniversite mezunu gençler arasında bile işsizlik oldukça yaygın. 2006-2007 yıllarında %10 gibi büyüme yakalayan Sudan 2012-2013 yıllarında ancak %2.8 büyüyebildi. Yoğun nüfus artışı olan bir ülke için bu büyüme rakamları yetersiz kalmaktadır. Yeni istihdam alanları açılamadığı için kronik işsizlik sorunu devam etmektedir.

Sudan’daki isyan dalgasının temelinde dini veya etnik değil tam anlamıyla siyasi ve sosyo-ekonomik sebepler yapmaktadır. Mevcut rejimin muhalif sesleri bastırma çabası, ülke sorunlarını çözmedeki yetersizliği, uyguladığı yanlış yöntemler diğer sebepler arasında sıralanabilir. Rejim kabullenmek istemese de halk sabrının sonuna çoktan gelmiştir. Sudan halkı yıllardır sabrediyor. Sudan’ın değişime ihtiyacı olduğu ise artık açıkça görülmektedir.

1989 yılında darbe ile işbaşına geçen Ömer El Beşir’in kurduğu Ulusal Kongre Partisi halktan aldığı desteği giderek kaybediyor. Ömer El Beşir 2010 yılında yapılan genel başkanlık seçimlerinde %60 dolaylarında destek aldı. Ancak bu tarihten sonra 2011’de Güney Sudan bölünmesi resmen gerçekleşti, Darfur’da çatışmalar devam ederken bir de Kuzey Kurdufan sorunu çıktı, ülke büyük bir sel felaketi atlattı. Son üç senedeki önemli gelişmeler bariz şekilde iktidarın tabanında erimeye yol açtı. Bugün Sudan halkının önüne sandık konulsa Ömer El Beşir’in alacağı destek belki gene yüksek olacaktır ancak bu kesinlikte %50’yi geçmeyecektir. Bu tablo Sudan’da iktidarın zayıfladığı, muhalif partilerin ise daha da güçlendiği bir sürecin içinde olduğunu göstermektedir.

Sudan’daki temel sorunlar üzerinde dış dinamiklerin etkisini kabul etmek gerekir. 1993 yılından beri ambargo uygulanan bir ülke Sudan. Batı her zaman Sudan konusunda net tavır ortaya koymuştur ve Sudan’da İslami bir rejim istemediğini belirtmiştir. Güney Sudan’ı açıkça desteklemiş hatta bölünme için zemin hazırlamıştır. Darfur konusunda soykırım suçlaması yöneltmiş, isyancı gruplara destek vermiştir. Ancak dış dinamikler kadar Sudan’daki yönetimin tavrı, bakış açısı, öncelikleri, halkla ilişkileri, muhalif seslere şans tanıması gibi iç dinamikleri oluşturan etkenler de önemlidir. Sudan üzerinde büyük oyunların tezgahlandı söylemi ve bütün meseleyi dış güçler ile açıklamaya çalışmak bu ülke insanlarına yapılacak en büyük haksızlıktır.


Sudan sokaklarından yansıyan görüntülere bakıldığında çok sıradan insanların tepkilerini ortaya koyduğu görülecektir. Hatta halkın yoksulluğu gösteri atmosferine bile yansımaktadır. Neredeyse hiçbir özenli pankartın olmadığı, şatafatlı anonsların yapılmadığı gösteriler bunlar. Bugün Sudan sokaklarında gösteri yapan insanların bir kısmı sadece yapılan zamları protesto ederken bir kısmı ise rejimi devirmek istemektedir. Hükümetin aldığı karardan dönmesi halinde sokak gösterilerinin etkisi azalacaktır. Ancak bu tepki her fırsat bulduğunda yeniden canlanacaktır.  
Şebab neden Kenya’yı vurdu?
Serhat ORAKÇI
Dünya Bülteni, Eylül 2013

1963 yılında İngiltere’den bağımsızlık kazanan Kenya yaklaşık 45 milyon nüfusa sahip. %83’ü Hıristiyan olan ülkede Müslümanların toplam nüfusa oranı %12 civarında. Çok sayıda etnik grubun bir arada yaşadığı Kenya’da hatırı sayılır oranda Somali göçmeni bulunuyor. Kenya-Somali sınırındaki dünyanın en büyük mülteci kampı olan Dadaab’da 500 bin civarında Somalili mülteci yaşıyor. 1991 yılında Somali’de iç savaşın patlak vermesi ile başlayan göçmen akını yirmi küsur yıldır devam ediyor.  

Bir önceki yazımda Somali’de faal El Şebab’ın taktik değiştirdiğini ve daha da agresifleşeceği yönünde bir öngörüde bulunmuştum (http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=274413). Kenya’daki Westgate isimli AVM’de meydana gelen olaylar bu öngörümüzü doğrular mahiyetteydi. Ramazan ayında Somali’deki Türk elçiliğine yapılan bombalı intihar saldırısından bu yana El Şebab yaptığı operasyonlar ve söylemleri ile bu yönde sinyaller veriyordu. Somali Devlet Başkanı’nın aracına yönelik saldırı, Modagişu’da eş zamanlı iki büyük patlama, El Ameriki lakaplı militanın örgüt içinde infaz edilmesi ve sonrasında gelen bu AVM saldırısı Şebab’ın yeniden örgütlendiğini göstermekte. Şebab son eylemlerinde küresel cihat söyleminden uzaklaşarak daha ulusal bir kimliğe büründü. Gerek Türk elçiliğinin bombalanmasında verdiği mesajlar, gerek El Ameriki’nin infaz edilmesi ve gerekse de bu son AVM olayında takındığı tavır beni bu yönde düşündürüyor.

Somali’deki İslam Mahkemeleri Birliği’nin dağılmasının ardından sesini duyurmaya başlayan Şebab daha önce Uganda ve Burundi’de de bazı saldırılarda bulunmuştu. Bugüne kadar Kenya’da küçük çaplı bombalı eylemler düzenleyen örgüt ilk kez çok komplike ve iyi hazırlanmış bir saldırı gerçekleştirdi. Örgüt 2011’de Mogadişu’dan 2012’de Kismayo’dan çekilse de Somali genelinde hala etkisini sürdürüyor. On bin civarında militanı bulunan örgüt El-Kaide’ye biat ettiğini duyurmuştu zaten.

Cumartesi günü Kenya’nın başkenti Nairobi’de çıkan ve 4 gün süren kanlı olay Kenya’nın 11 Eylül’ü olmuştur kesinlikle. 62 sivilin hayatını kaybetti saldırıda 6 polis memuru ve 5 de Şebab militanı hayatını kaybetti. Yaralı sayısı ise iki yüzün üzerinde. Ölen sivillerden 18’i yabancı uyruklu kişiler. Aralarında Güney Afrika, İngiltere, Kanada, Hollanda, Türkiye hatta Çin vatandaşı bile var. Ölen yabancıların büyük bir kısmı iş amaçlı ya da insani yardım çalışmaları için orada bulanan kişiler.

Şebab bu sefer Nairobi’nin merkezinde Westgate alış-veriş merkezini hedef aldı. Yahudi bir işadamına ait AVM başkent Nairobi’deki birkaç AVM’den biri. Yabancıların sıkça takıldığı bir mekan aynı zamanda. Bu kadar yabancı uyruklu insanın Afrika’nın sıradan bir ülkesindeki bir AVM’de ne aradığı sorusu akıllara gelebilir. Ancak şunu belirtmek gerek ki özellikle İngiliz sömürgecili geçirmiş Afrika ülkelerinde AVM’ler önemli bir yere sahip. Çok fazla sosyal aktivitenin olmadığı bu yerlerde alış-veriş ve diğer sosyalleşme eylemleri bu tarz mekanlarda gerçekleştirilmekte. Ve bu AVM’lerin ortakları ya da sahipleri genellikle yabancı yatırımcılardır.

10-15 kadar silahlı militan şehrin göbeğindeki bir AVM’ye girerek 4 gün boyunca ellerinde tuttu. Çok merkezi bir konumdaki bir mekana eli silahlı bir grubun rahatça girmesi ve kısa sürede AVM’yi tamamen ele geçirmesi bu işin planlı-programlı yapıldığını göstermekte. Hatta örgütün aylar öncesinden içerde bir dükkan kiralayarak AVM hakkında çok detaylı bilgi sahibi olduğu da konuşulan senaryolar arasında yer alıyor. Saldırganlar arasında Amerika’dan, İngiltere’den örgüte katılmış militanların olup olmadığı ise hala netlik kazanmadı.

Cumartesi öğlen saatlerinde başlayan saldırı bir anda dünya gündemine oturmayı başardı. Sudan, Nijerya gibi ülkelerde yaşanan çatışmalarda çok daha fazla insan ölürken hiç dikkat kesilmeyen medya AVM olayına çok daha hızlı bir refleks gösterdi. Elbette işin içinde yabancıların olması bundaki en büyük etkendi. Olaydan birkaç gün önce Nijerya’da 142 kişi hayatını kaybetti, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde sabah namazı kılan 40 kişi katledildi ancak medya bu olaylara çok da değinmedi. Ancak Kenya’daki olay medya için elbette daha önemliydi. Zaten Şebab da bu yüzden böyle bir hedefi seçmişti. Böylece mesajını kısa sürede çok daha geniş bir kitleye duyurma şansı elde etti.   

Şebab militanlarının binayı ele geçirmelerinin hemen ardından Kenya polisi, askeri, gazeteciler ve hatta İsrail’e ait mikro bir birlik operasyon mahallinde yerini aldı. Helikopterler havada tur atarken binanın bazı yerlerinden dumanlar yükseliyordu. 4 gün boyunca rehine krizi yaşandı. Zaman zaman birbiri ile çelişen bilgi paylaşımları gerçekleşti.

4 gün boyunca sosyal medya tarafların mesajlarını iletmelerinde önemli bir rol oynadı. Gerek Kenya mercileri gerekse de Şebab mesajlarını ilk elden twitter aracılığıyla duyurdular. Yaralılar için yapılan kan bağışı çağrıları da gene twitter üzerinden bolca RT edildi. Sosyal medya her kesim için etkili bir iletişim aracı haline geldi. Kenya halkı tam anlamıyla kenetlendi. Kan bağışlarının yanında bu saldırıda mağdur olanlar için azımsanmayacak miktarda para da toplandı. Müslümanlar da bu kampanyalarda en ön sıralarda yer aldılar.

Birleşmiş Milletler oturumuna yakın bir zaman diliminde gerçekleşen bu hadise gösterdi ki Şebab istediği hedeflere ulaştı. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kenya Afrika içinde turizm geliri en fazla olan ülkelerden biri. Şebab bu saldırı ile Kenya turizmine büyük bir darbe indirmiş oldu ki Kenya hükümetinin canını fazlasıyla yakacak bir iş yaptı.

AVM içinde 18 yabancı sivilin ölümüne sebep olarak Afrika içinde Batı’yı vurmuş oldu ki ölen yabancıların çoğu Batılı ülkelerdendi. Böylece Batı medyasının ilgisini bu olaya çekerek istediği mesajları açıkça verdi. Kesin bir dille Kenya’nın dört bin askerini Somali topraklarından çıkartmasını istedi. Kenyalıları hükümetlerine bu yönde baskı yapmaya çağırırken başka saldırılarla da tehdit etti. 11 Eylülde Dünya Ticaret Merkezi üzerinden verilen mesaj gibi El Şebab da kapitalizmin sembollerinden biri olan AVM’ler üzerinden mesajını vermeyi yeğledi.

Somali halkının en rahatsız olduğu konuların başında Somali için toplanan paraların Kenya’ya aktarılması hususu geliyordu. Bu yüzden Kenya adeta bir sivil toplum cenneti olmuştu. Somali’ye gidemeyen Batılı STK’lar Kenya’da icraat yapmayı tercih ediyordu. Çünkü Kenya Somali’ye göre çok daha güvenli kabul ediliyordu. Şebab bu saldırısı ile bu imajı da sarstı. En azından bir süre kimse Kenya’nın daha güvenli olduğunu düşünmeyecektir.

Her ne kadar kısa vadede Şebab bu saldırı ile amaçladığı hedeflerine ulaşmış olsa da sivil kayıplara neden olarak ciddi bir imaj kaybetti. Örgüt twitter üzerinden yaptığı açıklamalarda çocukların ve kadınların zarar görmemesi için elimizden geleni yaptık dese de küçük çocuklar, kadınlar, bu işlerle hiç ilgisi olmayan insanlar dehşet anlarını yaşadılar. AVM’de hayatını kaybeden insanlar Somali meselesine taraf değiller, Kenya ordusunun Somali’de bulunması noktasında olayla hiç ilgileri olmayan kişiler. Faturanın sivil insanlara kesilmesi hem Somali meselesine hem de gerek Kenya ve Afrika’da gerekse de dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Müslümanlara büyük zarar verdi.   


Pazartesi, Eylül 16, 2013

Somali Başarısı Kimin Eseri?
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Eylül 2013

Son zamanlarda Somali’de yaşanan olumlu atmosferden bahsediliyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Ajansı (UNDP) bir video hazırlayarak gördüğü yeni Somali’yi anlattı. UNDP videosu (http://www.youtube.com/watch?v=T3OCNkXkBxA) Somali’de kadınların hayata kazandırılmasına, müzik, eğlence ve modernleşmeye vurgu yapıyordu. İnsanlar gitar eşliğinde şarkı söylüyor, ressamlar resim çiziyor, plajda yüzen insanlar vs. ile Somali’nin değişen yüzü anlatılıyordu. İnsanlar mutlu, ekonomi canlı, kadınlar basket bile oynayabiliyor, çocuklar denize bile girebiliyor, kafeteryalarda oturup kahve içmek mümkün mesajları üzerinden imaj oluşturuluyordu.

Peşinden Türkiye Kamu Diplomasisi de gördüğü Somali’yi başka bir video ile anlattı. “2 Yıl Sonra Somali” başlığını taşıyan Türkiye’nin videosu (http://www.youtube.com/watch?v=iM6ZIrNqHHw) daha çok Türk yardımlarını ve Somali’nin kalkınmasını konu alıyordu. Türkiye’nin Somali’de oynadığı role değinen tanıtım videosu Somali’de şehit düşen polis memurun resmi ile açılıyordu.

Peki Somali’de yakalanan olumlu atmosfer kimin eseri? Somali’de faal tüm aktörler bu soruyu kendi açılarından değerlendirmeyi seçiyor. AMİSOM(Afrika Birliği Somali Misyonu)’a göre bu başarı onların çünkü Şebab’ı başkentten çıkartıp zayıflatan onlar. Kenya ordusuna göre başarı Kenya’nın çünkü Kismayo limanını Şebab’ın elinden alan ve sınırda 500 bin mülteciye bakan onlar. Etiyopya ordusuna göre başarı onların çünkü Şebab’ı asıl püskürtüp belini kıran onlar. Türkiye’ye sorduğunuzda başarı Türkiye’nin çünkü herkesin sırtını döndüğü bir dönemde Somali’ye girerek milyon dolarlık yardımlarla hayat öpücüğü veren o. Diaspora yetkilileri de kendilerine pay çıkartmakta haklılar yurtdışından sermaye getirip ekonomiyi canlandıran onlar. BM’ye göre asıl başarı o ve ona çalışan kuruluşların çünkü hükümeti ayakta tutan onlar. Ama belki sorulması gereken asıl soru Somali’de gerçekten bir gelişmenin olup olmadığıdır? Varsa da bunun ne kadar kalıcı olduğudur?

BM’nin desteklediği Somali hükümeti bir yıl önce işbaşına geçti. Yirmi yıl iç savaş yaşamış bir ülkenin sorunları arasında varlık mücadelesi veriyor. Şimdiki Devlet Başkanı Hasan Mahmud bir yıl önce altı önemli vaatle işbaşına geçti. Yirmi yıldır savaşan bir ülkeye güvenlik, istikrar, adalet, ekonomik iyileşme ve temel hizmetlerde iyileşme getirme sözü verdi. Bazı yorumculara göre hükümet bu vaatleri gerçekleştirmede başarısız. Ancak unutulmamalı ki bir yıl gibi kısa bir sürede dağ kadar sorunun çözümünü beklemek, tıkır tıkır işleyen bir Somali arzulamak da oldukça gerçek dışı. Hükümetin de en büyük şikayeti yeterince parasının olamaması. Hükümetin en önemli iki gelir kaynağı Mogadişu’daki havalimanı ve liman. Bu iki yerden aylık 3 milyon dolar toplayan devlet aylık 20 milyon dolar harcama yapıyor. Kamu personelinin maaşlarının bir kısmı İsveç, Norveç gibi ülkeler tarafından hibe ediliyor.

Amerika, Avrupa Birliği ve Türkiye’den destek alan Somali hükümeti şimdi de yönünü Çin’e çevirdi. Dışişleri bakanı Fevziye Yusuf Çin’e bir ziyaret gerçekleştirerek Çin’le enerji, altyapı, tarım ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmak istediklerini belirtti. Çin’den bir heyet Somali’ye gelerek Mogadişu’da bazı işbirliği anlaşmaları imzaladı. Liido sahilinde denize nazır bir mekan Çin’e elçilik açması için bağışlanırken Çin de bu jeste karşılık yıl sonuna kadar 1991’de kapattığı elçiliğini tekrar açma sözü verdi.   

Somali’de yoğun faaliyet gösteren El-Şebab örgütü ise taktik değiştirmişe benziyor. Örgüt son günlerde daha saldırgan bir yol izliyor. Marka’ya giden Devlet Başkanı’na pusu kuran örgüt Mogadişu’da da eş zamanlı bombalı saldırılar düzenledi. Marka’ya sağsağlim ulaşan Hasan Mahmud ise şehrin eşsiz sahilinde kendini denize atarak stres attı. Mogadişu’nun merkezindeki The Village restoranı ve Muna Oteli’nde eş zamanlı patlayan bombalarda 15’den fazla insan hayatını kaybetti. Olay Cumhurbaşkanlığı sarayının hemen dibinde gerçekleşti. Twitter örgütün hesabını dondurdu ancak örgüt kısa sürede yeni bir hesap açarak mesajlarını dünyaya duyurmaya başladı. Ramazan ayında Türk elçiliğine yapılan bombalı saldırı sonrası El Şebab eylemlerini daha da sıklaştırdı. Şebab saldırılarından sıkılan sadece hükümet yetkilileri değil elbette. Geçtiğimiz ay Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières) örgütü Somali operasyonlarına son verdiğini duyurdu. Şebab saldırılarından bunalan kurum Somali’den çekildi.

Somali kampları ise AMİSOM’un karıştığı seks skandallarıyla çalkalanıyor. Geçen yıl kayıtlara geçmiş 1.700 tecavüz vakası bulunuyor. Sayının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Amnesty International Mogadişu’daki hükümete daha fazla önlem almasını tavsiye ederken bu işi icra edenlere göz yumulmamasını istedi. Bu durum skandala dönüşmeden önce El-Şebab çok kereler dillendirmiş ve Afrika Birliği askerlerinin Somali kadınlarının namusuna göz diktiği söylemini tekrarlamıştı. Yaşanan hadiseler El Şebab’ı haklı çıkartacak boyutta. Çaresiz kalan kadınlar sekse zorlanıyor. Yaşam şartlarının çok kötü olduğu kamp alanları ise bu işe davetiye çıkartıyor.  

Türkiye ile Somali arasındaki ilişkiler ise kritik bir dönemeçte. Şebab’ın Türkiye’ye yönelik bombalı saldırısı sonrası yeni bir kriz de Aden havalimanının işletmesiyle ilgili yaşanıyor. Türkiyeli bir şirket (Favori) uzun zamandır havalimanı işletmesini almak için bekliyor. Milyon dolarlık yatırım yapan şirket havalimanı işletmesini 20 yıllığına geçtiğimiz aylarda almıştı ancak şimdi parlamento kanadından bu anlaşmayı tanımadıklarına dair açıklama geldi. Parlamento’daki ulaştırma komisyonuna göre eski işletmeci İngiliz SKA’ın iş sözleşmesi hala geçerli. Komisyon, Parlamentoya sorulmadan yapılan yeni anlaşmanın hükümsüz olduğunda ısrar ediyor. Favori geçiş için çalışmalara başlamış olsa da İngiliz şirketi ise hukuki yollara başvurarak yeni anlaşmanın iptalini istiyor.

Somali ekonomisini ayakta tutan unsurlardan biri resmi dış yardımlar ise diğeri de yurtdışında yaşayan Somalililerin ailelerine ve yakınlarına gönderdiği paralar. Bu transferde aracılık yapan kurumların başında Barclays’e kayıtlı birkaç Somali hesabı geliyor. Kurum ise kritik bir kararın eşiğinde. Terörizm meselesinden dolayı Somali transferlerini durdurma kararı alan kuruma tepkiler çığ gibi büyüyor. Barclays’in transferleri durdurması Somali ekonomisine ağır bir darbe indireceğinde herkes hem fikir. Yurtdışında yaşayan Somalililerin yıllık olarak yaklaşık 1.5 milyar dolar para gönderdikleri tahmin ediliyor. Somali’nin bu paradan mahrum kalması büyük bir kaos yaşaması demek. Barclay’s nihai kararını 30 Eylül tarihinde vereceğini açıkladı.    

10 milyon nüfusa sahip Somali’de halkın yarıdan fazlası 30 yaş altı gençlerden oluşuyor. İşsizlik oranı %67’lerde. Hükümet ne para girişinden ne de ülkede yürütülen güvenlik operasyonlarında söz sahibi. Askeri operasyonlar Kenya, Etiyopya ve AMİSOM tarafından yürütülüyor. Hükümetin yeni stratejiler bulması ve ülkede yeni iş imkanları açması gerekiyor. Ayrıca yeni gelir kaynakları bulması da gerek. Her ay 17 milyon dolar (yılda 204 milyon dolar) açık veren bir devlet yapısı ne kadar daha ayakta durabilir ki?

Somali meselesinde asıl sorun kişiler değil yapıdır. Bugün hangi hükümet gelirse gelsin karşılaşacağı sorunlar aynı olacaktır. Hedef daha fazla para bulmak olduğundan her yolu denemek de mubah olur. Bu yüzden rüşvet ve yolsuzluklar haddinden fazla. BM raporuna göre Somali Merkez Bankası’ndan çekilen nakit paranın %80’i kişisel harcamaları kapsıyor. Hazırlanan videolarda bu sorunlardan bahsedilmiyor elbette. Söz konusu gelişme de sadece Mogadişu ile sınırlı. Ve bu tablonun ne kadar kalıcı olduğunu zaman gösterecek.


AFRİKA’NIN KALBİ BURUNDİ NOTLARI
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Eylül 2013

Tanzanya, Ruanda ve Tanganyika Gölü ile çevrili Burundi 1962’de Belçika’dan bağımsızlık kazanmış bir Afrika ülkesi. Yaklaşık 9 milyon nüfusa sahip ülkede kahve üretimi halkın başlıca geçim kaynağı. Dünya Bankası verilerine göre yıllık 560 dolar gelir ile Burundi kişi başına düşen milli gelir sıralamasında dünyanın en yoksul ikinci ülkesi. Kirundi, Fransızca ve Sivahilice ülkede konuşulan başlıca diller. Nüfusun %85’i Hutu, %14’ü Tutsi ve %1’i Kwa etnik sınıfına mensup.


Burundi ve komşusu Ruanda aslında birbirinin ikizi iki ülke. Etnik yapıları neredeyse hemen hemen aynı. Büyüklükleri, barındırdıkları nüfus ve ekonomik yapıları benzerlikler arz ediyor. Bir elmanın iki yarısı gibiler. Her iki ülkeyi de Birinci Dünya Savaşına kadar sömüren Almanya savaşta alığı mağlubiyet nedeniyle her iki ülkenin yönetimini de Belçika’ya devretmek zorunda kalmış. Ruanda-Urundi olarak adlandırılan bu bölge daha sonra 1959 yılında iki ülke olarak ayrılmış. 1962-1993 arasında 250 bin civarında insan etnik çatışmalarda hayatını kaybetmiş. 1972’de Tutsi’lere soykırım uygulanırken 1993’de Hutu’lara karşı soykırım uygulanmış.   

Burundi ziyaretimiz esnasında uğradığımız yerlerin başında Diyanet İşleri Başkanlığı vardı. Bir oto tamirhanesine benzeyen tek katlı yarım kalmış inşaatın önüne geldiğimizde durumun bu kadar içler açısı olacağını hiç tahmin etmemiştim. Diyanet kurumunu temsil eden beylerle oturduğumuzda Burundi’deki Müslümanlar hakkında kısa kısa bilgiler verdiler. Mali yetersizlik yüzünden yarım kalmış binaları için acil destek istediler. Burundi nüfusunun büyük çoğunluğu Katolik Hıristiyan; Müslümanlar toplam nüfusun %10’u kadar. Diyanet kurumunun hemen karşısında gösterişli bir kilise diğer yanında ise oldukça heybetli bir Şia camisi bulunuyor. Ülkedeki toplam Şia nüfusu ise yüz kadar. Sünni Müslümanları temsil eden Diyanet ise bu yapıların arasına sıkışmış bir harabe sadece. Burundi devlet olarak İslam’ı tanıyor hatta Ramazan bayramı resmi bayramlar arasında.


Diyanet kurumunun başındaki Burundi Müftüsü bir radyo kanallarının olduğunu ve Burundi genelinde yayın yaptıklarını söylediğinde gerçekten umutlandım ancak bu sevinç çok kısa sürdü. Radyonun kurulu olduğu 4m²’lik odaya girdiğimizde eski bir masanın üzerinde bir adet kasetçalar teyp vardı. Vericiye bağlı kasetçalardan şimdilik sadece 24 saat Kuran yayını yaptıklarını söylediler. 


Ülkenin haritadaki görünümü bir kalbe benzediğinden Burundi için “Heart of Africa-Afrika’nın Kalbi” tanımlaması yapılıyor. Burundi’nin başkenti Bujumbara Tanganyika gölünün hemen yanında yer alıyor. Göl nedeniyle sivrisinekler oldukça rahatsız edici ve maalesef herhangi bir ilaçlama yapılmıyor. Gölün ön cephesindeki bazı otel ve lokantalar ülkenin sosyetesini ağırlıyor. Yol kenarlarındaki ağaçlardan papayalar, muzlar sarkıyor. Müslümanların büyük bölümü başkentin büyük mahallelerinden olan Buyenzi ve çevresinde yaşıyor. Buyenzi’de yaşam standartları ise ortalamanın daha da altında.   

Tanganyika gölü dünyanın büyük göllerinden biri. Gölün bazı yerlerinde derinlik 1.400 metreyi aşıyor. Göl, 1858 yılında Nil Nehrinin kaynağını araştıran İngiliz araştırmacılar Richard Burton ve John Speke tarafından keşfedilmiş. 400 civarında farklı canlı türünün yaşadığı göl bu bölgedeki dört ülke (Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Zambiya) için büyük önem taşıyor. Aynı zamanda göl yatağında yaşayan 10 milyon insan için önemli bir besin kaynağı. Aynı zamanda bu ülkeler arasında ulaşım imkanı sağlıyor.  


Başkent Bujumbara’yı diğer şehirlere bağlayan yollar bakımsız ve çukurlarla dolu. Araçlar düşük hızlarla seyrettiğinden bu yolların ortasında bile dilenciler sıra sıra dileniyor. Trafik olmadığından Burundi’de seyahat eden tek kişi olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Bujumbara haricindeki şehirler neredeyse küçük birer kasaba sadece. Evler ve dükkanlar bakımsız… Bol bol kiliseler sıralanmış. Ülkede demiryolu yok ayrıca.

Burundi toprakları bereketli. Yağmur her zaman olası. Gölde tek tük balıkçılar avlanıyor. Pazar hareketli; muz, mango, avakado, papaya ve ananaslar tezgahlarda sıralanmış. Burundi ekonomisi tarıma dayalı bir ekonomi. Milli gelirin %30’u tarımsal faaliyetlerden elde ediliyor. Kahve ve çay üretimi çok yaygın. Ülke ihracatının %93’ünü kahve oluşturuyor. Muz, pamuk, tatlı patates, sorgum ve tropikal meyveler ise üretilen diğer ürünler. Ülke yer altı zenginlikleri açısından pek zengin sayılmaz. Nikel, uranyum, kobalt, bakır gibi bazı madenlere sahip olsa da maden sektörü gelişmemiş.

Burundi IMF’den kredi alarak ekonomik ve finansal alanda IMF takvimini takip ediyor. Dışarıdan yabancı çekmek için girişimlere başlamış. Yatırımcılara kolaylıklar sağlıyor. Türkiye’nin herhangi bir varlığı söz konusu değil bu topraklarda. Elçiliğimiz bulunmadığı gibi THY seferi de bulunmuyor. Sivil toplum kuruluşları (STK) mütevazı düzeyde bazı çalışmalar başlatmışlar.

Burundi’de bulunduğumuz süre zarfında İHH adına bir iftar yemeği tertip ederek toplumun farklı kesimlerinden Müslüman önderleri bir araya getirdik. Karşılıklı konuşarak dertlerini dinledik. Zaten yoksul olan ülkede Müslümanların daha da zor durumda olduğunu belirttiler. Hükümet içinden bazı üst düzey yetkililer Türkiye ile Burundi arasında ilişki kurmak istediklerini belirttiler. Türkiye’de ülkelerini tanıtmak istediklerini, gelecek yatırımcılara açık olduklarını belirttiler. 

Burundi Dışişleri Bakanı daha önce Mısır’ın devrik lideri Muhammed Mursi ile görüşmüştü. Doğu Afrika ülkeleri arasında Nil kaynaklı anlaşmazlıklar yaşandığı düşünüldüğünde hem Türkiye’nin hem de diğer bölge ülkelerinin Burundi ile ilişkilerini geliştirmesi faydalı olurdu. Önümüzdeki yıllarda daha da ateşlenecek olan Nil anlaşmazlığı taraflar arasında diyalog kurulmasını zorunlu kılmakta.  

Yoksulluğa rağmen Burundi’de güvenlik sorunlu yaşanmıyor. Rahatça sokaklarda dolaşmak mümkün. Tanganyika gölü Bujumbara’ya sakin bir tatil kasabası havası katıyor. Stresten uzak, gülümseyen insanlarıyla insanın zihninde hoş bir anı bırakıyor.

      

Çarşamba, Eylül 11, 2013

BİN TEPELER ÜLKESİ RUANDA NOTLARI
Serhat Orakçi 
Dünya Bülteni, Eylül 2013


Dünyanın en büyük soykırımlarından birini yaşadı bu topraklar. 1 milyon insan sadece etnik kimliği nedeniyle öldürüldü. Palalardan, baltalardan kan damladı uzun süre. Şimdi insan bu ülkede gezinirken böyle bir soykırımın yaşandığına inanamıyor. O kin, nefret ve diğer her şey unutulmuş sanki. Büyük bir travmanın izlerinin bu kadar kısa sürede kaybolmasını ise iyiye mi kötüye mi yormalı kestirmek güç gerçekten.   


Serin bir gecede iniyoruz başkent Kigali’ye. Ramazan ayının ortasındayız. Günler oldukça kısa. Sabah 04:50’de başlayan oruç 18:15’de son buluyor. Tropik iklime sahip Ruanda’da kış yaşanıyor adeta. Gündüzleri biraz sıcak geçse de geceleri hava serin.

Ankara büyüklüğünde bir ülke Ruanda. Yüzölçümü: 26.338 km² sadece. Her ne kadar büyüklük olarak Ankara’ya benzese de inişli çıkışlı yollarıyla Bursa’ya iklimi ve çay bahçeleri ile de Rize’ye benziyor. 1962 yılında Belçika’dan bağımsızlığını kazanan Ruanda’nın nüfusu yaklaşık 12 milyon civarında. Ruanda halkı etnik olarak üç sınıfa ayrılıyor (%84 Hutu, %15 Tutsi ve %1 Twa). Ülkede Katolik Hıristiyanlığı en yaygın din iken Müslümanların toplam nüfus içindeki oranı %10 dolaylarında. Para olarak Ruanda Frankı, dil olarak Kinyaruanda yerel dili kullanılıyor. Ayrıca İngilizce ve Fransızca da yaygın kullanılan diller arasında.  


İlk uğradığımız yerlerden biri Ruanda Soykırım Müzesi. İki katlı mütevazı bir binadan teşekkül müzeye giriş ücretsiz ama isteyen gönüllü bağış yapabiliyor. Müzenin giriş katında 1994 soykırımından fotoğraf ve video görselleri var. Binanın ikinci katında ise dünyanın başka yerlerinde yapılmış soykırımlardan fotoğraflar var. Bosna’da yaşanan soykırım unutulmamış. Almanların Namibya ve Nazi soykırımları ve sözde Ermeni soykırımını anlatan köşeler bulunuyor. Avrupalı bir Sivil Toplum Kuruluşu, 2000 yılında kurulmuş İngiliz Aegis Trust, tarafından finanse edilen müzenin içindeki materyallerin oldukça yetersiz olduğunu belirtmek gerekir. Güney Afrika’daki Apartheid müzesinin mizanseni kullanılmış ancak müze tatmin edici değil.

1884 yılında Almanya tarafından sömürgeleştirilen Ruanda daha sonra Almanların 1.Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyeti ile 1916’da Belçika’ya bırakılmış. 1962’ye kadar sömürge idaresindeki ülkede “pro-Tutsi / anti-Hutu” politikalar uygulanarak “avantajlı azınlık” yaratılmış. 1994 yılında Hutu’ların Tutsi’leri katlettiği soykırımın temellerinde de bu politika yatmakta. 


Uğrak yerlerimizden bir diğeri de Otel Ruanda filmiyle ünlenen “Hotel Des Mille Collines” oteli. Burada da o yıllara ait hiçbir malzeme bulunmuyor. Beş yıldızlı otelin bahçesine dikilmiş küçük bir anıt var sadece. “Never Again (Bir daha asla)” yazılı anıtta hayatını kaybeden otel çalışanlarının isimleri tarihe not düşülmüş. Soykırım yıllarında Birleşmiş Milletler çalışanlarının kaldığı otel aynı zamanda Tutsi elitlerinin uğrak yeriymiş. Aslında o dönemde sıradan halkın girip sığınabileceği bir mekan hiç olmamış. Otel müdürünün kişisel çabaları sonucu otele sığınan 1268 kişi zarar görmeden hayatta kalmış. Soykırım başladığında evcil hayvanları için uçak kaldıran BM çalışanları Ruanda halkını yüzüstü bırakıp çekip gitmişler.     


Soykırım döneminde Müslümanların şiddet olaylarına bulaşmaması bir artı olarak kaydedilmiş. Müslümanlar çok sayıda insanı ölümden kurtarmış. Daha sonra halk kahramanı ilan edilmiş Müslümanlar var. İnsanların kiliselerde ibadet esnasında katledildiği bir dönem yaşanmış. Nyarubuye Kilisesi 20 binden fazla insanın katledildiği bir merkez olarak ünlenmiş.

Gezi esnasında uğradığımız yerlerden biri de başkentin göbeğinde Kaddafi tarafından yaptırılmış İslam Merkezi oldu. Okul, camii ve oyun sahasından oluşan kompleks gençlerle doluydu. Namaz esnasında cami tıklım tıklım dolarken cemaatin %99’u otuz yaş altı gençlerdi. Anlıyoruz ki Ruanda’da İslam gençlere emanet. Bir Sivil Toplum Kuruluşu statüsündeki Diyanet kurumu da Ruanda’da Müslümanları temsil eden tek yetkili organ. Bir iftar yemeğinde tanışıp konuşma fırsatı bulduğumuz Mütfü de oldukça gençten biriydi. Türkiye’ye ve bölgede okul, cami çalışmaları yapan İHH’ya minnettarlığını sık sık dile getirdi.  


Ruanda oldukça yeşil bir ülke. Çay ve kahve bahçelerinin yanı sıra muz bahçeleri de sık aralıklarla karşımıza çıkıyor. Arazi inişli çıkışlı olduğundan yüksek tepelerde bile muz yetiştiriliyor. Soykırım döneminde palaların yaygın kullanımı da bu yüzden; muz yetiştiricileri muz ağaçlarının sert dallarını palalarla kestiklerinden her daim yanlarında bulunduruyorlar. Bulunduğumuz süre de bize eşlik eden Ruanda’nın gönüllü elçisi Konyalı İsmail Üstün’den öğrendiğime göre Ruanda’da 10 kadar farklı çeşitte muz yetişiyor. Ruanda’nın bir parmak boyunu geçmeyen küçük muzları ise gerçekten çok lezzetli.  

Ülkenin Burundi ile komşu olduğu kuzeybatısında bulunan Nyungwe yağmur ormanları koruma altına alınmış bir park. Yüksek ağaçlarla kaplı ormanlık bölge maymunlar, nehirler ve şelaleleri ile bir doğa harikası. Ruanda’ya gelen yabancı turistlerin uğrak yeri. Bu park dağ gorillalarının görülebileceği nadir yerlerden biri. Bu yüzden çok sayıda turist çekmeyi başarıyor.

Ülkede karayolu altyapısı muazzam gelişmiş düzeyde. Çok ücra köşelere kadar çift şeritli yollar ile ulaşım mümkün. Yollar oldukça bakımlı bu yüzden ulaşım sektörü gelişmiş durumda. Ülkedeki altyapı sorunlarının başında ise suya ulaşım geliyor. Başkent de dahil olmak üzere ülke genelinde suya ulaşımda sıkıntı bulunuyor. Su yatırımları devletin önceliğini teşkil ediyor. Bir diğer altyapı sorunu da elektriğe ulaşım. Yağmur ormanlarına sahip, Kivu gölüne komşu ve bol yağış alan bir ülkenin su ve elektrik sorunu yaşaması ise ayrı bir açmaz.

Kongo Cumhuriyeti sınırına doğru yaklaştıkça Kongo’daki iç karışıklar nedeniyle ülkelerini terk etmiş Kongolu mültecilerin sığındığı kamp alanları bulunuyor. Ruanda sınır bölgelerindeki değişik kamplarda 70 bin dolayında Kongolu mülteciyi ağırlıyor. Mülteci akını 2012 başlarında tekrar hız kazanmış. 

Ruanda oturmuş bir devlet sistemine sahip ve istikrar kazanmış bir ülke. Merkeze bağlı yerel idareler güçlü ve yetkilendirilmiş. Her ayın son cumartesi günü öğlene kadar sokaklarda ortak temizlik yapılıyor. Devlet Başkanı Paul Kigame dahil herkes bu temizliğe katılmak zorunda. Ayrıca soykırım döneminde suça bulaşmış mahkumlar tarlalarda, altyapı işlerinde ve temizlik işlerinde kullanılıyorlar.     Afrika’nın diğer ülkelerinde alışık olduğumuz çöplerin rastgele fırlatılması söz konusu olmadığından ülke tertemiz. Plastik poşet kullanımı ülke genelinde yasak.

Devlet ülkeye gelen yatırımcı ve STK’lara yardımcı oluyor. Ruanda’nın gelirlerinin bir bölümü dış yardımlardan oluşuyor. Soykırım mağduru ülkeye Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından yardım yapılıyor. Ruanda Türkiye için henüz yeni bir ülke diyebiliriz. Yaklaşık bir yıldır İstanbul’dan direk uçuşların olduğu ülkede henüz elçiliğimiz bulunmuyor. Ancak cemaatler ve STK’lar birçok faaliyette bulunmaya başlamış. Bulunduğumuz süre içerisinde TİKA’nın birçok kırsal bölgede ihtiyaç sahibi halka gıda dağıttığına şahit olurken İHH adına biz de yeni yapılan Osman Bin Aldulaziz camisinin açılışını gerçekleştirdik.


Nüfusun %90’ının tarım sektöründe çalıştığı Ruanda yer altı madenleri açısından oldukça fakir bir ülke. Hali hazırda çıkartılan bir maden bulunmuyor. Ülke ekonomisi çay, kahve, muz, turizm ve dış yardımlarla ayakta duruyor. 1994 yılında yaşanan soykırım nedeniyle ekonomisi ağır darbe almış olsa da bu olumsuz durumu şimdilik atlatmışa benziyor.