Perşembe, Haziran 23, 2016

MANDELA TECRÜBESİNİ ANLAMA(MA)K
Serhat Orakçı
CF Dergi, 82, Haziran 2016

Türkiye’nin en köklü gazetelerinden Hürriyet 18 Mayıs 1992’de büyük bir skandala imza attı. Hem de ne skandal… Dünya gazetecilik tarihinde eşi benzerine rastlanılamayacak bir olay. İnanması zor ama gazete o gün “ÇİRKİN AFRİKALI” manşeti ile basıldı. Manşetin hemen altında Nelson Mandela’nın bir fotoğrafı yer alıyordu.

Bu başlık ömrünü ırkçılıkla mücadeleye adamış, dünyanın saygı duyduğu örnek bir şahsiyet için reva görülebilmişti. Nedeni ise Mandela’nın kısa bir süre önce Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü dönemin Kürt siyasetini gerekçe göstererek reddetmesiydi. Malum haberde Mandela için ırkçılık içeren “zenci” ifadesi de kullanılmaktaydı. Türkiye’nin köklü bir gazetesi bir ulusun “Tata” yani “Baba” dediği bir kişiye karşı bu şekilde hakaret ederek Mandela tecrübesini, Güney Afrika tecrübesini resmen hiçe sayıyordu.

Mandela Afrika’nın çıkarttığı en önemli liderlerden biri muhakkak. Güney Afrika’nın yerli halkını arkasına alarak ırkçı azınlık Apartheid rejimine karşı verdiği mücadele müthiş derslerle dolu. Onun eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle geçen siyasi hayatı pek çok yönüyle ilham verici… Ancak Türkiye’de Mandela’nın mücadelesi de değeri de pek anlaşılamadı. Bunun sebebi ise kuru önyargılar. Hürriyet’in manşeti işin sadece bir yönü.

Türkiye’de bir kesim Mandela’yı Atatürk Barış Ödülü’nü reddettiği için aşağılarken bir kesim de Batı işbirlikçisi olarak görmeyi yeğledi. Hatta Mossad ajanı olmasına kadar işi vardıran İsrail medyasının çarpıtma haberlerine itibar edildi. Aslında bunun tam aksine İsrail, Güney Afrika’daki ırkçı rejimi ayakta tutmak için desteğini hiçbir zaman esirgemezken Mandela’nın içinde bulunduğu ANC hareketi ve 1994’ten sonraki Güney Afrika hükümetleri her daim İsrail’in insanlık dışı uygulamalarına tepki göstererek Filistin halkının mücadelesini desteklemişlerdir. Bu tutum bugün de sürdürülmektedir.

Mandela’nın 27 küsur yıllık hapishane hayatının ardından ülkesinin devlet başkanı olması ülkemizdeki Abdullah Öcalan sempatizanlarına ilham verdi sadece. Bu kesimlerde Öcalan’ın da bir gün İmralı’dan Mandelavari bir şekilde halk kahramanı olarak çıkışı hayal edildi. 
Hal böyleyken ne Mandela’nın mücadelesinin önemi kaldı ne de Güney Afrika deneyiminin. Bir tarafta Atatürk düşmanı, bir tarafta PKK sempatizanı diğer tarafta da Batı işbirlikçisi Mossad ajanı bir Mandela portresi ortaya çıkartıldı. Oysa bütün bunları bir kenara koyup Nelson Mandela tecrübesini anlamaya çalışmak daha anlamlı olurdu.
O ırkçı Apartheid rejimine karşı verilen mücadelenin sembol ismi haline gelmiştir. Büyük halk kitlelerinin sevgi ve desteğini alarak umutsuz bir halkı ayağa kaldırmıştır. Bütün olumsuzluklara rağmen mücadele ruhunu ve umudunu hiçbir zaman yitirmemiştir.

Meşhur “Rivonia Davası” sonrasında ömür boyu hapse mahkum edilen Mandela ve diğer politik mahkumlar kireçtaşı ocağında taş kırarken tarih, felsefe ve siyaset tartışarak kaldıkları Robben Adası’nı bir akademiye dönüştürmüşlerdir. Toplumdan tecrit edilmiş halde yıllarını geçirirlerken büyük dostluklar inşa etmişlerdir. Mücadelenin önder isimleri ırkçı azınlık Apartheid rejimine karşı sabırla direnmesini bilmişlerdir. Gençken girdikleri hapishaneden yaşlı birer bilge olarak dışarı çıkmışlardır.

Nelson Mandela Apartheid rejiminin şahsına yaptığı özgürlük tekliflerini reddederek ulusun özgürlüğünün kendi özgürlüğünden bağımsız olmadığını vurgulamıştır. İnandığı ideal uğruna ölümü bile göze aldığını defalarca beyan etmiştir. 1994’te ülkenin ilk demokratik seçimlerinde devlet başkanı seçildiğinde sadece oy aldığı kesimlerin değil ulusun tümünü kuşatıcı bir yaklaşım sergilemiştir. Kendisine kötülük yapanları acımasızca cezalandırabileceği halde bu yolu seçmeyerek bağışlamasını bilmiştir. Hatta hapishanede kötü uygulamalarına maruz kaldığı gardiyanları bile affetmiştir.


Diktatör olmakla halk kahramanı olmak arasındaki o ince çizgide istese uzun yıllar devlet başkanlığı görevini sürdürebilecekken bu görevi 1994-1999 arasında sadece bir dönem yürüterek ardından gelen nesillerin yolunu açmıştır. Onun izlediği ilkeli siyaset bugün Güney Afrika Anayasa’sında yaşatılmaktadır: Güney Afrika siyah ya da beyaz bir grubun değil içinde yaşayan tüm halklara aittir. Mandela tecrübesinin iyi anlaşılması dileğiyle…
Sahra-altı Afrika’nın Stratejik Önemi
Serhat Orakçı
Yeni Şafak, 06 Haziran 2016


2000’li yılların başından beri yürütülen Türkiye’nin Afrika’ya yönelik açılımı artık belli bir ivme kazanmış durumda. Son 15 yıllık periyodun siyasi, ticari, kültürel ve insani alanlardaki verileri önceki dönemlerle karşılaştırıldığında bu kolayca görülebilir. Elçilik sayısı, THY sefer sayısı, gelen-giden yolcu sayısı, burslu öğrenci sayısı, karşılıklı ticaret hacmi, Afrika’ya sağlanan kalkınma ve insani yardımlar dikkat çekici boyutlara ulaştılar. Türkiye’yi temsil eden ticari markalar Afrika pazarlarında daha geniş yer buluyor artık. Hem İstanbul hem de Anadolu şehirlerinde daha fazla Afrikalıyla karşılaşıyoruz. Gelinen noktada Türkiye Afrika’ya; Afrika da Türkiye’ye daha yakınlaştı diyebiliriz.

Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişiminde üst düzey ziyaretlerin önemli bir yeri var. Bu geziler vasıtasıyla pek çok ülke ile ilk defa siyasi ve diplomatik ilişkiler kuruldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Afrika ülkeleriyle ilişkilerin karşılık geliştirilmesinde pek çok üst düzey ziyaret gerçekleştirdi. Kuzey Afrika, Sahel ülkeleri, Afrika Boynuzu ülkeleri ve Batı Afrika ülkelerinin çoğu bu gezilerde ziyaret edildi. Şimdilerde ise Cumhurbaşkanı Kenya ve Uganda’yı ziyaret ediyor. Bu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi birkaç açıdan Türkiye için stratejik bir öneme sahip.

Öncelikle her iki ülke de tarihsel açıdan bizim için Osmanlı’nın Afrika’nın güneyine doğru uzandığı son sınırları temsil ediyor. Tarihe meraklı olanlar Osmanlı’ya bağlı Hatt-ı İstiva eyaleti ve Emir Ali Bey’in komutasında gerçekleştirilen Mombasa seferine baksınlar!

Türkiye, Uganda ve Kenya’nın diğer bir benzerliği de her üç ülkenin de Somali siyasetinde yer alıyor olmaları. Türkiye Somali’de istikrarın yeniden kazanılmasında pek çok adım attı 2011’den bu yana. Türkiye, Somali’de istikrarın sağlanması ve işleyen bir devlet inşası için uğraş verdi ve veriyor. Uganda ve Kenya da şimdilik en etkili güç olan AMISOM misyonu altında Somali içerisinde askeri birlikler bulundurmaktalar. Askeri varlıklarının yanında her iki ülkede de çok sayıda Somalili mülteci barınmakta.


Ancak bu mültecilere karşı takınılan tutum iki ülkede oldukça farklılık gösteriyor. Kenya devleti sayıca 500 bin civarındaki Somalili mülteciyi Somali’ye geri göndermek isterken Uganda ülkedeki mültecilere karşı daha hoşgörülü bir tutum içerisinde. Dünyada yaşanan insani krizleri farklı vesilelerle gündeme taşıyan, yakın zamanda Dünya İnsani Zirve’ye ev sahipliği yapan Türkiye’nin Kenya-Somali arasında yaşanan mülteci krizinde de söyleyecek sözü var elbette. Askeri noktada da görüşler farklılaşmakta. Uganda Somali’deki askerlerini geri çekmek istediği halde Kenya bu konuda oldukça isteksiz. El Şebab örgütünün Kenya ordusuna verdirdiği ağır kayıplara rağmen Kenya Somali’deki askeri varlığını sürdürmek istiyor. Her iki ülkede El-Şebab örgütünün saldırılarına zaman zaman maruz kalmaktalar. Kenya’daki Westgate saldırısını ve 2010’da Uganda’da gerçekleşen eşzamanlı iki bombalı saldırıyı hatırlayalım!

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ
http://www.yenisafak.com/hayat/sahra-alti-afrikanin-stratejik-onemi-2476385

KÖLE GEMİLERİNDEN MÜLTECİ BOTLARINA
Serhat ORAKÇI
İNSAMER
http://insamer.com/tr/kole-gemilerinden-multeci-botlarina_306.html

Endülüs’ün düşmesinin ardından agresif bir yayılmacılık sergileyen Avrupa güçleri Afrika-Yeni Dünya ve Avrupa arasında Atlantik köle ticaretini kurarak insanlık tarihinin en karanlık dönemini başlattılar. 15.yy’ın ortalarında başlayan bu süreç uzun yüz yıllar boyunca Afrikalıların vatanlarından kopartılarak bilmedikleri topraklarda plantasyon işçisi olmasıyla devam etti. Gemi dolusu istiflenmiş insan kitleleri aylar süren yolculuk sonucunda Yeni Dünya’ya ulaştılar. Ölenler, hasta olanlar veya cezalandırılanlar Atlantiğin azgın sularına atılarak köpek balıklarına terkedildiler. Yüzyıllar boyunca 15 milyon Afrikalı köle olarak Yeni Dünya’ya taşınırken 2.5 milyon insan yolda ve bir o kadarı da vardıktan hemen sonra şatlara adapte olamayarak hayatını kaybetti.

Avrupalı beyaz sınıf dışında hiçbir milletin “gerçek insan” sayılmadığı bu karanlık dönem sonrasında “kapitalizm” denen dünya ekonomik sistem şekillendi. Avrupa'daki ticari sermaye birikimi burjuva sınıfını doğururken teknik imkanların genişlemesi sonucu sanayileşmeye gidildi. Köle ihtiyacının ortadan kalktığı bu dönemde Avrupa’da kölelik yasaklandı. Artık insanların zoraki göç dönemi bitmiş gönüllü göç dönemi böylece başlamış oluyordu.

Batı dünyası ile diğer milletler arasındaki ekonomik refah seviyesi açıldıkça insanlar gönüllü olarak Batı’ya akın etmeye başlayacaktı. Beyin göçü denen hadisenin yanında ailesini geçindirmek ve daha iyi şartlarda yaşatmak isteği içinde olan Hindistanlı, Pakistanlı, Meksikalı göçmenler Batı’ya ulaşacaklardı. Ülkelerindeki iç savaş, çatışma ve baskıcı rejimlerden kaçanların sığınacağı ilk liman gene Batı olacaktı. Yaşam standartları ve koşulları kötü olsa da, alınan ücretler ortalamanın altında olsa da, varılan yerde kültürel asimilasyona maruz kalınsa da Batı’ya göç kişisel refah için en kestirme yoldu.   

Bugün de vatanlarında huzur bulamayan insanlar çareyi göç etmekte buluyorlar. Ekonomik refah seviyesi iyi durumda olan Avrupa ülkeleri sahil güvenlik önlemleri ve göçmen yasaları ile kısıtlamalara gitseler de gene de insanların bu tehlikeli yolculuğa çıkmasına engel olamıyorlar. Ölümü göze alan bu insanlar ne olursa olsun Avrupa’ya ulaşmakta kararlılar. Akdenizde sık sık batan istiflenmiş göçmen botlarına rağmen bu büyük yolculuğa çıkıyorlar. 2015’de Avrupa’ya denizden ulaşan göçmen sayısı 1.011.700 iken kara yolu ilen ulaşan göçmen sayısı 34.900 kişi. Sağsalim ulaşanların yanında bir de batan teknelerde can veren binlerce insan var.

Suriye, Afganistan, Irak, Eritre, Libya, Güney Sudan, Yemen ve Myanmar gibi ülkelerdeki siyasi kriz ve çatışma ortamı insanları göçe zorluyor. Akdeniz'de batan göçmen botları binlerce insanın hayatına mal oluyor. Uluslararası kurumların ve INGO’ların sahil güvenlik botları kurtarma operasyonlarında yetersiz; bu yüzden binlerce insan Kızıl Deniz ve Akdeniz’de boğularak can veriyor. Sadece son iki yılı içerisinde Kuzey Afrika’dan İtalya’ya ve Türkiye’den Yunanistan’a ulaşmak isterken 7.000 civarında insan batan teknelerde boğularak can verdi.

Kim çözecek bu sorunu? Elbette dünyadaki mevcut sistem yapısal değişiklik göstermedikçe kimse çözemeyecek bu sorunu. Sadece alınan tedbirlerle sayılar kontrol altına alınabilecek ya da daha komplike kurtarma operasyonları düzenlenecek ama insanların göç etme zorunluluğu  ortadan kalkmadıkça siyasi, dini veya ekonomik nedenlerle mevcut güzergahlardan ya da yeni alternatif güzergahlardan insan akışı devam edecek.

2015 Dünya Göç Raporu verilerine göre dünyamızda 232 milyon uluslararası göçmen ve 740 milyon civarında iç göçmen bulunmakta. Birleşmiş Milletlere bağlı BM Mültecilik Yüksek Komiserliği’ne kayıtlı mülteci statüsünde bulunanların sayısı 19.5 milyon. Bu da küresel düzlemde her 7-8 kişiden 1’inin göç ettiğini göstermekte. New York, Londra, Paris gibi mega şehirlerin yanında İstanbul, Kazablanka, Dubai, Pekin gibi şehirler de artık yüksek oranda uluslararası göç almaktalar. Hatta ara istasyon olarak adlandırılan göçmenlerin bir müddet konakladığı Tunus, Cezayir, İskenderiye gibi şehirler bile hızlı nüfus artışı yaşıyor. Pekçok ülkede büyük kitlelerin yaşadığı mülteci kampları bulunmakta. Diğer önemli bir gösterge de göçmenlerin ülkelerine geri dönüşünün oldukça düşük düzeylerde olması.    

Son yıllarda göçmenler Avrupa Birliği’nin korkulu rüyası haline geldi. Avrupa Birliği artan göçmen baskısı nedeniyle yeni tedbire giderken yeni strateji göçü Avrupa’ya yola çıkılmadan daha geçiş güzergahlarındayken sonlandırmak. Alman Spiegel’in deşifre ettiği Almanya’nın başını çektiği gizli görüşmeler bu stratejinin hayata geçililmesi için AB’nin üç yılda 8 Afrika ülkesine 40 milyon Sterlin ödeme yapacağı yönünde. Özellikle Afrika Boynuzu ülkelerini kapsayan bu ödeme göçmenleri bu ülkelerdeyken durdurmayı hedefliyor. Maddi yardımın yanında sahil güvenlik desteği, sınır kontrolünde kameralı sistemler kurulması gibi başka destekler de var. İşin ilginç yanı göçmen korkusu yüzünden Avrupa’nın, hakkında tutuklama kararı çıkartılan Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir gibi isimlerle bile pazarlık yapmak zorunda kalması.   


Artık göçler dışardan bir göcün zorlaması yerine şartların zorlamasıyla gönüllü gerçekleşiyor. Kölelik dönemi resmen bitse de onun şekillendirdiği dünyada Batı-dışı toplumların çilesi sona ermiş değil. Bir zamanlar zorla köleleştirilen insanların akraba ve torunları şimdi dedelerinin yolundan bu yolculuğu gönüllü olarak sürdürmekteler.  
ETİYOPYA İZLENİMLERİ
Serhat Orakçı
İNSAMER
http://insamer.com/tr/etiyopya-izlenimleri_295.html


Günümüzde Etiyopya insanlığın beşiği olarak kabul ediliyor. Bu iddia 1974 yılında Afar eyaletinin Hadara şehrinde bulunan 3.2 milyon yıllık bir iskelet grubuna dayandırılıyor. Beatles’ın bir şarkısından esinlenilerek “Lucy” ismi verilen bu iskelet grubu arkeologlara göre insanlığın atası. Bu görüş doğrultusunda Etiyopya yani Habeşistan ilk medeniyetin yeşerdiği yer.

Hem Yahudiliğin ve hem de Hıristiyanlığın henüz bu dinlerin peygamberleri hayattayken Habeşistan’a ulaştığına inanılır. İslam için de aynısı geçerlidir. Bizler Habeşistan’ı ilk Hicret’le, Çağrı filmindeki meşhur Kral Necaşi sahnesi ile biliyoruz. Mekke’de dara düşen ilk dindaşlarımıza Kral’ın kucak açmasıyla, sahip çıkmasıyla biliyoruz. Her daim hatırlanması gereken bu mühim hadise İslam’ın 614’te bu topraklara ilk ziyaretiydi. Bir sonra yıl ikinci kafilenin ulaşmasıyla sayı daha da arttı. Habeşistan İslam’ın Mekke’den sonraki ikinci yurdu oldu böylece. İslamiyet, Yahudilik ve Hristiyanlığın yanyana yaşadığı bu ülke Afrika’nın Kudüs’ü. Her ne kadar hızla Batılılaşsa da Etiyopya’nın bir yüzü Doğu’yu yansıtıyor.  

Gerek arkeolojik kazılar gerekse de ilahi dinlerin varlığı bu beldeyi hem bilim insanları hem de din adamları için önemli kılıyor. Etiyopya’ya ilgi duyanlar bu iki kesimle sınır değil elbette son zamanlarda iş adamları ve yatırımcılar da Etiyopya ile yakından ilgileniyor. Ülkeye girdiğiniz ilk andan itibaren bunu hissetmeniz mümkün.

Etiyopya Afrika’da denize kıyısı olmayan en kalabalık ülke. Günümüz nüfusu 100 milyona yaklaşmış durumda. Nüfus yoğunluğunu ülkenin başkenti Addis Ababa’da hissetmek mümkün. Şehrin merkezi her daim kalabalık. Çin tarafından yapılan hafif raylı tramvay ülkedeki modernleşmenin sembolü haline gelmiş. İnşaat şantiyeleri ve yükselen yeni apartman blokları Addis’in çehresini değiştiriyor. “Yeni çiçek” anlamına gelen Addis Ababa İmparator II. Menelik tarafından 1886’da kurulmuş yeni bir şehir. Kurulalı çok fazla olmasa da deniz seviyesinden 2.355 metre yükseklikteki şehir 2.7 milyon nüfusuyla şimdiden Afrika’nın en büyük metropollerinden biri haline gelmiş bile. Etiyopya günümüzde Afrika Birliği’ne ev sahipliği yapıyor bu yüzden başkent Addis çok sayıda yabancı diplomatik misyonu ağırlıyor. Sadece şehir değil Etiyopya’nın bazı kurumları da oldukça hızlı büyüyor. Afrika’nın en büyük havayolu şirketi haline gelen Etiyopya Hava Yolları yeni açtığı hatlarla kıta dışına da çok sayıda yolcu taşıyor. 

Afrika’da sömürüye maruz kalmayan tek ülke olmasıyla övünüyor Etiyopyalılar. Haklı bir övgü elbette. İki kez İtalya’nın kuşatmasını bir kez de Somali kuşatmasını bertaraf etmişler. Sömürüye maruz kalmasa da Etiyopya’nın metropol hayatı Batı’ya dönük bir yüz. Her ne kadar ülkenin altyapısı Çin tarafından yapılsa da Etiyopya hızla Batılılaşan bir ülke. Hissedilen diğer üç önemli kültür ise Ortodoksluk, İslam ve Komünizm. Her ne kadar Komünizm havası sadece bazı mekan isimleri ve mimaride yaşasa da Sovyetlerin çöküşüyle etkisini kaybetmiş bir kültür. Ancak Ortodoks kilisesi Etiyopya siyasetinde hala baskın bir role sahip. İslam ise çok sayıda olumsuzluğa rağmen genişleyen bir yapıya sahip.

Addis Ababa hızlı büyüyen bir şehir. Şehrin kenar semtlerinde tokivari yeni konut projeleri yükseliyor. Şehir genişledikçe şehrin kırsalında yaşayan kitleler arazilerini kaybetme korkusuyla huzursuzlanıyorlar. Oromiya halkı kızdıran bu genişleme zaman zaman düşük tansiyonlu gerileme yol açmakta.     

Pek çok Afrika ülkesi gibi Etiyopya da çok dilli ve çok kültürlü bir yapıya sahip. Oromiya en kalabalık etnik grubu oluşturuyor. Tigray, Amhara, Afar, Güney toplulukları, Gambela, Benishangul-Gumaz ve Somali ülkenin etnik haritasına göre belirlenmiş diğer eyaletler. Ülkede 80’in üzerinde değişik etnik grup bulunmakta. Ancak Amhara kültürü gerek imparatorluk gerekse de Oktadoks gelenek nedeniyle ülke genelindeki baskın kültür. Bu yüzden de en önemli resmi dil.   

1974 yılı Etiyopya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası. Binlerce yıllık imparatorluk geleneğinin sona erdiği bu tarihte Marksist Derg rejimi iş başına gelerek topluma yeni bir ideoloji aşılarken ülkenin Sovyet bloğuna yakınlaşmasını sağladı. O tarihe kadar Batı tarafından desteklenen Etiyopya için bu Amerika’nın desteğini geri çekmesi anlamına geliyordu. Şu an işbaşındaki iktidar partisinin kurulması da 1974 devrimine bir tepki olarak başlayan silahlı Tigray Halkı Kurtuluş Hareketinin kurulmasıyla gerçekleşti. Bu süreç aynı zamanda Eritre’nin bağımsızlığına giden yolun açılmasını da sağladı. 1991’de Etiyopya’dan ayrılığını ilan ederek de facto bağımsızlık kazanan Eritre 1993 yılında uluslararası kamuoyunun tanımasıyla tam bağımsızlık kazandı. 

Neredeyse tamamı Müslüman olan Somali eyaleti tipik Somali özellikleri barındıran bir coğrafya. Eyalet başkenti Jigjiga’da ağzında misvak, geleneksel renkli eteklerle dolaşan erkekler Mogadişu’da olduğunuz izlenimi veriyor. Soğuk Savaş yıllarının getirdiği jeopolitik çekişmenin belki de Afrika’da en fazla hissedildiği yer burası. 1977’nin ortalarında Somali ordusunun Etiyopya’ya girmesiyle başlayan Ogedan savaşı Soğuk Savaş’ın önemli bir çekişmesiydi. Dire Dawa’ya kadar ilerleyen Somali ordusu ancak Etiyopya’daki Maksist rejimi korumak için Küba, Güney Yemen ve Sovyetlerden gelen asker ve uzmanların yardımıyla durdurulabilmişti. O günlere ait izler yok artık. Sovyet tanklarının havada süzülerek indirme yaptığı Jigjiga’nın dışındaki geniş düzlük arazide göçebe çadırlarının arasında develer ve keçiler otluyor sadece. Ama Ogedan Savaşı olarak bilinen bu çekişme Somali-Etiyopya siyasetinin omurgasını oluşturan önemli bir kırılma noktası.  

Jigjiga-Dire Dawa arasında yeralan Harar şehrinin tanıdık bir havası var. Yüksek duvarlarla çevrili bu küçük şehire açılan beş ayrı kapı bulunuyor. Unesco tarafından korumaya alınan bu şehrin dar yollarında yürürken karşınıza çıkan küçük mütevazı mescitler, başıboş keçiler, koşuşan çocuklar, seyyar satıcılar ve avlulu evler yüreğimize huzur veriyor. Oraya ulaşana kadar çektiğimiz yorgunluğu unutup biran önce şehri tanımak, insanlarıyla sohbet etmek telaşına kapılıyoruz. Buna benzer hislerle Harar sokaklarını adımlarken renkli vitray camlarıyla ahşap bir konak çıkıyor karşımıza. Müze haline gelmiş bu konak Fransız Şair Arthur Rimbaud’un ölmeden önce son yıllarını geçirdiği yer. Şehrin sokaklarında karşılaştığımız diğer bir konak ise bir zamanlar Osmanlı’nın konsolosluğu olarak kullanılmış konak. Restorasyon çalışmalarının yürütüldüğü konak öğrendiğimize göre Turizm Bakanlığı tarafından Osmanlı eserlerinin sergilendiği bir müzeye dönüştürülecekmiş.

Dış görünüşleriyle kendine has özellikler barındıran Afar halkı ise oldukça geleneksel bir yaşam sürmekteler. Göçebe çadırları ve develerin oluşturduğu mizansen modern dünyanın dışına taşıyor bizi adeta. Afar oldukça sıcak ve kurak bir iklime sahip. Engebeli ve kayalık bir yapıya sahip. Bu insanların gündelik yaşantısına her alanda yansıyor. Su en büyük ihtiyaç bu yörede. Afar eyaleti de Somali ve Oromiya eyaletleri gibi şimdilerde yetersiz yağışlar nedeniyle kuraklık ve gıda krizi tehdidi altında.

Afar’da “dagu” diye adlandırılan geleneksel bir haber iletişim ağı yürürlükte. Bu gelenek İslam’da hadis aktarım geleneğine çok benziyor ama sistem önemli haberlerin ulaştırılması için kullanılıyor. İki yolcu karşılaştığında bir müddet birlikte sohbet ediyorlar. Birbirlerine haber niteliği taşıyan gördükleri veya duydukları şeyleri anlatıyorlar. Aralarında bir güven oluşursa öğrendikleri yeni haberleri gittikleri yerlere taşıyorlar. Bu sistemin işleyişindeki en önemli unsur güvenirlilik. Asıl haber taşımanın ceza ve yaptırımları bulunmakta. Bir kabile mensubunun yanlış haberler yayması o kabile için büyük bir utanç. Bu yüzden herkes çok dikkatli. Bu sistem sayesinde önemli haberler ağızdan ağıza güvenli bir şekilde dolaşarak ücra köylere kadar ulaşıyor.

Afar’da bulunduğumuz süre zarfında bizim için de bir dagu yaydılar. Yanımızda bize eşlik eden Salih “Türkiye’den gelen bir kafile şu an Afar’da, bize yardım için geldiler.” şeklinde haberleştirdiği daguyu gördüğü insanlara aktararak bu haberin çok ücra köylere ulaşmasını sağladı. Bu zamana kadar yapmış olduğum Afrika ziyaretlerimde daha önce böyle bir adet ile hiç karşılaşmamıştım. Bu da benim için oldukça özel bir hadise olarak kişisel tarihime geçti.


Etiyopya hakkında anlatılacak ve yazılacak çok şey var elbette. İlk Hicret hadisesi ve Hz. Bilal-i Habeşi’nin varlığı bile bu beldenin gözümüzdeki değerini göstermek için yeterli sanırım. Anlatmış olduğumuz bu kısa bilgileri bir başlangıç sayıp ülke hakkında daha fazlasını okuyup öğrenmeniz dileğiyle.   
NİJERYA’NIN İNGİLİZ ANAHTARI: BOKO HARAM
Serhat Orakçı
Yeni Şafak, 18 Mayıs 2016

Bugünlerde İngiltere’de yolsuzluk karşıtı bir zirve gerçekleşiyor. Zirvenin başlamasından iki gün önce David Cameron’un medyaya yansıyan gafı ise Nijeryalıları ve Afganistanlıları oldukça kızdırdı. Kraliçe ile sohbete dalan Cameron zirve hakkında konuşurken kayıt yapıldığını farketmeyerek (ya da farkettiği halde) Afganistan ve Nijerya’yı “fantastik” derecede en fazla yolsuzluk yapılan ülkeler olarak nitelemesi medyada geniş yankı buldu.

Zirve öncesi olayı değerlendiren Nijerya Devlet Başkanı Muhammed Buhari şaka yollu Cameron’dan özür beklemediğini, ülkesindeki yolsuzluklar neticesinde Nijerya’nın İngiltere’ye kaçırılan paralarının geri iadesini istediğini söyledi. Tutumunu sertleştirmeyen Buhari böylelikle ülkesinde yapılan yolsuzluklardan elde edilen haksız kazancın İngiliz bankalarında tutulduğunu ima ediyordu.

Nijerya’da ve daha pek çok ülkede yolsuzlukların fazla olduğu bilinen bir gerçek ancak iki ülkenin isimlerinin BBC kamerası önünde zikredilerek ekrana taşınması bu ülkelere yönelik pejoratif imaj oluşturan bir hadise. Nijerya’da yaşayan 200 milyona yakın insanı ve Afganistan’da yaşayan 30 milyon insanı yolsuzlukla etiketlemek, damgalamak gibi birşey bu. David Cameron’un gafından sonra İngiltere halkının sorduğu soru ise şu: Madem bu kadar yolsuzluk var bu ülkelere ne diye yardım için para gönderiyoruz? 

Nijerya Afrika kıtasının en büyük ekonomisi ve nüfusuna sahip. Bu iki özelliğiyle kıtada lider konumunda şüphesiz. 2015 yılında iş başına gelen Muhammed Buhari’nin en önemli iki gündemi yolsuzluk dosyaları ve Boko Haram ile mücadele. Ülkede milyar dolarlardan bahsedilen çok sayıda yolsuzluk dosyası konuşuluyor. Buhari pekçok kez Nijerya’nın çalınan paralarının peşine düşeceğini ve kuruşu kuruşuna geri alacağını açıkladı. Gene benzer şekilde Boko Haram teörürünün bitirileceğini açıkladı.


Yakın zaman önce yolsuzlukla mücadele programını başlatan Buhari getirdiği havuz sistemi uygulamasıyla federal hükümetin gelirlerinin bir hesapta toplanmasını sağlıyor. Bu sayede kişisel hesaplara para transferinin önüne geçiliyor. 23.000 hayalet işçinin varlığının tespit edilip maaş ödemelerine son verilmesi gene yakın zaman önce gerçekleşti. Şubat ayında kamuya ait şirketlerdeki 26 CEO’nun işini sonlandıran Buhari Petrol Bakanlığı’nı da bizzat kendisi denetliyor. Buhari hükümeti yeni düzenlemelerle yolsuzluğa karşı haklı ve etkili bir mücadele veriyor.

YAZININI DEVAMI İÇİN TIKLAYIN
http://www.yenisafak.com/hayat/nijeryanin-ingiliz-anahtari-boko-haram-2467826

Harar’da Huzur Bulan Huzursuz: Rimbaud
Serhat Orakçı
CF Dergi, 80, Nisan 2016

Bundan 136 yıl önce Jean Nicolas Arthur Rimbaud isimli genç bir şair Aden’e doğru yola koyulur. Henüz 26 yaşındadır. Sakin bir hayat, düzenli bir iş hayatı istemektedir sadece. Fransa’nın bohemliğinden, içki âlemlerinden, salon toplantılarından, şehrin ikiyüzlülüğünden çokça sıkılmış ruhunu yatıştırmak için yeni maceralara atılmaktadır. Aydınlanışlar’da şöyle dillendirir huzursuzluğunu: “Ben bir faniyim ve modern sanılan büyük bir şehrin hiç de memnun olmayan bir adamıyım…”

Şair Verlaine ile takılır. Bir süre Avrupa kentlerinde dolaşır Rimbaud. Yoksuldur. Bacaklarına fazlasıyla güvenmektedir. Hatta yürüyerek Avrupa turu yapacak kadar. Ama huzursuzluğu dinmez. Cehennemde bir mevsimde şöyle der: “Günüm doldu. Avrupa’yı terk ediyorum. Deniz havası ciğerlerimi yakacak. Bilinmedik iklimler tenimi esmerleştirecek.”

Mısır’a oradan da Kıbrıs’a geçer. Dikiş tutturamayınca Kızıldeniz üzerinden Yemen’in Aden şehrine yönelir. Şiir yazmayı bırakalı tam beş yıl olmuştur. Gezip gördüğü yerlerden sadece mektuplar yazmaktadır ailesine.

Fransız şiiri üzerine ya da Rimbaud üzerine uzman biri değilim. O yüzden Rimbaud’un şiiri üzerine kelam etmeyeceğim. Hakkında yazılanlardan anladığım kadarıyla sıkı bir şair kendisi. Henüz 21 yaşındayken şiirde zirveyi görmüş, dört yıllık şairliği bile dönemlere ayrılan bir deha. Beni asıl ilgilendiren Rimbaud’un son yıllarını geçirdiği küçük bir şehir sadece.

Aden’de yaşam şartlarını zorlu bulan ve bunaltıcı sıcaktan yakınan Rimbaud bir müddet sonra Harar’da karar kılar. Zaten Aden, Zeyla ve Harar arasında kervan yolculukları yapmıştır. Yemen, Somali ve Etiyopya arasında mal getirip götürmektedir.

Harar ticaret kervanlarının geçiş güzergâhındadır. Etrafı dört metre yüksekliğinde surlarla çevrili şehir bir tepeye fes gibi oturmuştur. Şehre beş kapıdan girilir. Şehrin içinde tespih haneleri gibi dizilmiş 99 küçük mescit her dâim halkın hizmetine açıktır. Osmanlı’dan izler taşır. Evliyalar şehri olarak bilinir. Sokaklar birbirine öyle yakındır ki eski Şam sokaklarını andırır. Harar bir yüzüyle Doğu Afrika’da sufiliğin merkezlerindendir bir yüzüyle de tüccarların uğrak yeridir. Havadar ve yeşildir. Rimbaud ömrünün geri kalan kısmını burada geçirir. Şimdilerde müze haline getirilen vitray camlı, geniş ahşap konakta bir oda kiralar.

Rimbaud kahve, fildişi, miskotu, deri ve silah ticareti yapmaktadır. Harar’da kahve ticareti yapan ilk Avrupalı’dır. Çoğu zaman kahve çuvallarının arasında uyur. 1884’te Ogedan raporunu yazar. Günümüz Etiyopya’sının Somali eyaletini kapsayan Ogedan hakkında gözlemlerini aktarır. Bu rapor Paris’te Coğrafya Cemiyeti tarafından yayınlanır. Silah işine bulaşır. II. Menelik’e sattığı modası geçmiş 2.040 tüfek ve 60.000 mermi kralın civardaki kabilelere karşı yürüttüğü savaşta kullanılarak Menelik’in yayılmacı siyasetine hizmet edecektir. Ve aynı zamanda II. Menelik’in civardaki Müslüman kabileleri ele geçirmesini kolaylaştırır.   

Rimbaud’un Harar’da geçirdiği son dönem farklı yorumlara açıktır. Bir görüşe göre bu dönemde huzuru bulmuştur. Başka görüşlere göre parayı ve sonunda belasını bulmuştur. Bir ajan, kâşif, tüccar, gezgin, fırsat avcısı olarak karşımıza çıkar. Müslüman olduğu yönünde zayıf iddialar dillendirilir.
Artık Rimbaud şairlikten ziyade Avrupalı bir tüccar ve kâşif kimliğiyle karşımızdadır. Doğu Afrika’nın çeşitli yerlerine keşif gezileri düzenleyecek buralarda ticari bağlantılar kuracaktır. Hayatından memnundur. Avrupa’dan getirttiği fotoğraf makinesi ile fotoğraflar çekmektedir. Harar’ı fotoğraflar. Bunlardan bazıları günümüze kadar ulaşır. Rimbaud burada İslam’la, Müslümanlarla yakınlaşır. Kaldığı süre zarfında Arapça ve Hararca öğrenerek yörenin kültürüne aşinalık kazanır. Hatta Kur’an-ı Kerim’e ilgi duyar.

Yaşanmamış bir hayata özlem duyar. Bir aile kurmadığı ve bir oğlu olmadığı için yakınır. Zaman zaman kendini tanımadığı ırkların arasında sıkışmış hisseder. Canı sıkılır. Yöre halkı Fransa’dan özel olarak gönderilmiş bir ajan olduğundan kuşkulanmaktadır. Bu yılların emperyal Avrupa devletlerinin kıyasıya Afrika kapışmasına girdiği yıllar olduğu düşünülürse pek de haksız bir endişe sayılmaz. Fransa’nın gözü günümüz Cibuti topraklarındadır.

Harar’da hayat Paris’ten farklı akmaktadır elbette. Dar sokaklarında keçilerin dolaştığı, beş vakit ezan sesinin yükseldiği, erkeklerin fesle beyaz cellabiyelerle dolaştığı şehir şaire huzur verir. “Allah kerim” demesini öğrenir burada. 1883’te yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir: “Bana politika haberlerinden söz ediyorsunuz. Ah, keşke bunların beni hiç ilgilendirmediğini bir bilseydiniz. İki yıldan fazla oluyor, elime bir tek gazete bile almadım. Şimdi bütün bu tartışmalar benim için anlamsız. Tıpkı Müslümanlar gibi inanıyorum, olacak olan olacaktır, hepsi bu.”   

Rimbaud 1891’de dizkapağında oluşan şişlik yüzünden Harar’dan ayrılmak zorunda kalır. Aden üzerinden Marsilya’ya varır. Burada bacağını kaybeder. Yani en çok güvendiği uzvunu… Umutsuzluğa kapılır. Harar’a geri dönmek isteyecektir, ömrünü orada tamamlamak niyetindedir ama kısa bir süre sonra hayata veda eder.


O Harar’ı sevmiştir ve orada huzur bulmuştur.