Salı, Ekim 10, 2017

Afrika'nın Geleceği: Bir Nüfus Analizi

Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 6 Ekim 2017



Giriş
Fransız liderler Afrika’ya daha yoğun ilgi duyarlar. Belki kıtaya baktıklarında gerçekleştiremedikleri “hayaller” akıllarına düşüyordur. “Medenileştirme” projesi adı altında sömürdükleri bu toprakların kaderiyle çok ilgiliymiş gibi görünmeye çalışırlar. 2007 yılında Nicolas Sarkozy, Afrika’nın sorunlarının kökeninde “kıtasal ölçekte moderniteye duyulan alerji”nin yattığını belirten bir açıklama yapmıştı. Aradan 10 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra Emmanuel Macron da benzer bir tonda Afrika’nın sorunları ile nüfus politikası arasında bir ilişki kurdu. Macron’un da Afrikalı kadınların 7-8 çocuk doğurmalarından yakınan bir hali vardı. Zira onlara göre bu durum modern yaşamla hiç uyumlu değildi.
Avrupa, paylaşımcı bir medeniyet olmadığından zenginliğini gelecek nesilleri ile bile paylaşmaktan çekinir. Bilindiği gibi zenginliği muhafaza etmek için uyguladığı nüfus politikası,kendi kıtasının soyunu kurutacak bir hal aldı. 1950’den sonra Avrupa nüfus artış hızında dramatik bir düşüş yaşandı. Ancak benzer nüfus kontrol politikalarını Avrupa dışındaki ülkelere de empoze etme gayreti dikkat çekicidir. Batılı perspektiften bakıldığında ülke refahını arttırmanın en garanti yolu nüfus artışını kontrol altına almaktır.
Doğurganlığı azaltmaya yönelik politikaların uygulanmasının şiddetle tavsiye edildiği, hatta bu yönde baskı dahi yapıldığı yerlerden biri Afrika’dır. Öyleki bu politika nedeniyle AIDS, Ebola gibi hastalıkların ve açlık krizlerinin Afrika’daki nüfusu kontrol altına almak için küresel aktörler tarafından suni olarak yaratıldığı yönünde izahatlara da aşinayız. Her ne kadar bu yorumlar komplo teorileri kıvamında zihinlerde yer etse de özellikle Batı’nın Afrika’daki nüfus artışından huzursuz olması güvenlik, göç gibi endişeler nedeniyle anlaşılabilir.
Nüfus politikaları önemlidir; çünkü aldığınız karar nesiller sonra etkisini göstererek ülkenizin gücü ya da güçsüzlüğü haline gelebilir. Uluslararası ilişkiler disiplininde yapılan güç tanımları içinde ülkelerin demografisi de belli bir ağırlığa sahiptir. Güç formülasyonlarında teknoloji, askerî kapasite, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, tarihî ve kültürel derinliğin beraberinde nüfus da özgül bir ağırlığa sahip olmuştur. Bu yüzden tüm güç formülleri ülkelerin nüfuslarına değişik düzeylerde önem atfeder.Son dönemde Çin ve Hindistan gibi ülkelerin küresel aktör haline dönüşmesinde, barındırdıkları nüfus yoğunluğunun payı çok büyüktür kuşkusuz.
Raporun tamamını görmek için tıklayınız
http://insamer.com/rsm/files/AFRIKANIN%20GELECEGI.pdf 


Kenya’da Seçim Öncesi Tansiyon Yükseliyor

Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 2 Ağustos 2017

Kenya’da elektronik seçim sistemi sorumlusu Chris Msando’nun kayıp olduğu yönünde haberler hafta sonunda gazetelere ve sosyal medyaya yansıdı. En son Cuma akşamı görünen Msando’nun önce terk edilmiş aracı bulundu. Dün ise Msando bir kolu kopmuş, işkence edilmiş vaziyette ölü bulundu. İngiltere ve Amerika ortak açıklamayla olayın aydınlatılması için işbirliği önerisinde bulundular. Human Rights Watch ve Amnesty International endişe duyduklarını açıkladılar.
Msando’nun cesedinin bulunmasının ardından daha saatler geçmişti ki bu sefer de Kenya Ordu Sözcüsü Joseph Owuoth’un kayıp olduğu medyaya yansıdı. Kenya’da genel seçime bir hafta kala yaşanan bu karanlık olaylar ülke genelinde ciddi endişelere yol açmaya başladı. Seçim öncesi birilerinin Kenya’yı karıştırmaya çalıştığı çok net. Kenya’da atmosfer bir takım kirli senaryoları gerçekleştirmeye müsait hale gelmiş durumda.
Kenya’da seçimler her zaman çekişmeli geçmiştir. Çekişen taraflar arasında tırmanan gerilimin şiddet olaylarına kolayca yol açabildiğini geçmişte gördük. 2007 yılında hatırlanacağı gibi, seçim sonrası yaşanan şiddet sonucunda 1.100’den fazla kişi hayatını kaybetmiş 600.000’den fazla insan yerinden yurdundan olmuştu. Seçime şaibe karıştığı yönündeki güçlü kanı gruplar arasında şiddet olaylarına evirilmişti.
Her seçim sonrası yaşanan tansiyonu gidermek adına 2013 yılında elektronik sistem uygulamaya sokulmuş ama seçim esnasında sistem çökmüştü. Seçim sonrasında ölülerin mezardan kalkıp oy kullanmaya geldiği gibi imalı yorumlar yapılırken, seçimde usulsüzlük yapıldığı iddiaları geniş yankı bulmuştu. Msando’nun ölmeden önce verdiği demeçlerden anlaşıldığına göre bu seçimde ilk kez uygulanacak yeni sistemin oy çalma gibi haksızlıkların yapılmasını büyük oranda engellemesi bekleniyor.
Kenya halkı birkaç gün sonra sandık başına gidecek. 45 milyon nüfuslu ülkede 19 milyon kayıtlı seçmen oy kullanacak. Ülkede ilk kez seçimde yarı elektronik bir sistem uygulamasına geçiliyor. Sandıklarda manuel oy kullanımının ardından sayım sonuçları elektronik ortama hemen aktarılacak. Sistemin sorunsuz çalışıp çalışmayacağı merakla bekleniyor. Yeni sisteme ilişkin tartışmaların gölgesinde araştırma şirketleri değişik anket sonuçlarını yayınlamaya devam ediyorlar. Ortaya koyulan anket sonuçlarına göre başkanlık için yarışan 8 aday arasında iki adayın (Uhuru Kenyatta ve Raila Odinga) çekişmesi bekleniyor.
Anketlerde şimdilik Kenyatta önde olmasına rağmen (%47’ye %46) iki adayın arasındaki fark gene çok az. Yani ortada çok çekişmeli bir seçim var. Öne çıkan iki adayın mücadelesi ülkenin bağımsızlık kazandığı yıllara kadar uzanıyor. Ülkedeki en kalabalık etnik grup olan Kikuyuları temsil eden Uhuru Kenyatta Kenya’nın kurucu babası olarak bilinen Jomo Kenyatta’nın oğlu. Raila Odinga ise Jomo Kenyatta’nın karşısında siyaset yapan ve ikinci büyük etnik grubu oluşturan Luoları temsil eden Jaramogi Odinga’nın oğlu. Bu iki aday arasındaki çekişme iki büyük etnik grubun çekişmesi aynı zamanda.
Kenya ekonomisi son yıllarda %5 gibi bir ortalama ile büyüyor. Ancak enflasyon artışı bu büyümenin çok üstünde. Yoksulluk hala önemli sorunlar arasında. 2015 yılından beri ülkenin bazı bölgelerinde yoğun bir kuraklık yaşanıyor. Son bir yıl içinde doktorlar ve eczacılar birliğinin önderliğinde sağlık çalışanları uzun grevler yaptılar. Sağlık sistemi aylar boyunca işlemez vaziyetteydi. Uhuru Kenyatta hükümeti bu badireleri atlattı. Seçimlere az bir zaman kala ülkede yaşayan Hint kökenli sınıfı Kenya’nın 44. kabilesi olarak tanıyarak sisteme entegre etti. Bu sınıf oldukça azınlık bir durumda olsa da maddi bakımdan Kenya’nın burjuva sınıfının önemli bir bölümünü oluşturuyor.  
Seçime sayılı günler kala karanlık bazı odakların Kenya’yı kana bulamaya çalıştığı çok açık. Msando’ya yönelik ortadan kaldırmanın seçimle ilgili olduğu neredeyse kesin. Seçim kurulunun yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla Msando yeni kullanıma girecek elektronik sistemin sunucularını bilen birkaç kişiden biri. Bu şaibeli ölümün ardından olayın aydınlatılması için hükümet üzerinde yoğun bir baskı şimdiden oluşmuş durumda. Baskı sadece hükümet üzerinde değil! Msando’nun öldürülmesi seçim kurulunun üyeleri üzerinde de hayati tehlike endişelerine yol açmış durumda. Devletin koruma önlemlerini en yüksek seviyeye çıkartması isteniyor.
2013 yılında gerçekleşen seçimde Kenyatta ile Odinga arasındaki oy farkı gerçekten çok azdı. 800 bin oy farkıyla Uhuru Kenyatta devlet başkanı oldu. Bu nedenle seçim sonrası şaibe iddialarını dindirmek kolay olmadı. Odinga itirazını yasal kanallarla yaparak sokak olaylarının yaşanmasını önledi. 2007 sonrası yaşanan kanlı olaylar da Kenyalıların hafızalarında tazeliğini hala koruyor. Bu yüzden ister istemez seçim sonucu kadar seçim sonrası yaşanacaklar da önemseniyor bu ülkede. Seçim sonrasında yağmalama, sağı solu ateşe verme gibi taşkınlıkların yapılmasından korkuluyor. Nairobi sokakları boşalmaya başlarken bazı yabancı yatırımcı ve misyon görevlileri ülkeden ayrılıyor.  
Kenya’nın istikrarı Doğu Afrika’nın istikrarı bakımından da önemli. Denize çıkışı bulunmayan Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Burundi gibi ülkeler Kenya limanlarını kullanıyorlar. Ayrıca ülkede yüksek sayıda Somali’den gelmiş göçmen ikamet ediyor. Bu yüzden Kenya’da yaşanacak bir olumsuzluğun Kenya ile sınırlı kalmayacağı iyi biliniyor. Bundan ötürü seçim atmosferi Batılılar tarafından olduğu kadar çevre ülkeler tarafından da dikkatle izleniyor.
Türkiye’nin de takip etmesi gereken bir seçim bu. Türkiye-Kenya ilişkilerinin bazı alanlarda son yıllarda gelişim göstermesinin yanında Kenya siyasetinin gidişatı Türkiye için iki bakımdan önemli görünüyor: Türkiye’nin Somali siyaseti ve Kenya’daki FETÖ yapılanmasının geleceği. Somali’de 3.600 asker bulunduran Kenya Somali siyasetinde söz sahibi olmaya çalışan bir ülke. Bu nedenle de zaman zaman El Şebab kaynaklı saldırılara maruz kalıyor. Türkiye ve Kenya’nın işbirliğinin Somali siyasetine de olumlu yansıma potansiyeli her zaman var.
Ancak Kenya’daki FETÖ yapılanması Türkiye-Kenya ilişkilerinin gelişimi bakımından ciddi bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. Bugüne kadar Kenyatta hükümeti terör saldırılarından çok çekmesine rağmen FETÖ yapılanmasına karşı herhangi bir yaptırım uygulamadı. Örgüt Kenya’da hükümetle ilişkilerini iyi tutarak genişleme olanağı buldu. Kenyatta’nın sandıktan zaferle çıkması halinde Türkiye’nin bu durumu yeniden ele alarak Kenyatta’yı FETÖ yapılanmasının tehlikeleri konusunda daha iyi ikna etmesi gerek. Bu yapının Kenya’daki varlığı Türkiye’nin Kenya ile ilişkilerine zarar verdiği gibi Türkiye’nin Somali siyasetine de zarar verebilir.
Şu anda en büyük beklenti, Türkiye-Kenya ilişkileri bakımından da önemli görünen bu seçimin adil bir ortamda yapılıp seçim sonrası şiddete mahal verilmemesi. Aradan geçen 10 yılın sonunda 2007 benzeri olayların tekrar yaşanması sadece kaostan beslenen kirli odakların işine yarayacaktır.
http://insamer.com/tr/kenyada-secim-oncesi-tansiyon-yukseliyor_780.html

Afrika’nın Hiroşiması Reggane

Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 5 Mayıs 2017

Cezayir’in bağımsızlık arayışında olduğu yıllarda, ülkenin sahil şehirleri bağımsızlık mücadelesi verirken ülkenin güneyinde, Sahra kuşağında, bambaşka bir atmosfer vardı. 1960 yılında Fransa’nın Güney Cezayir’de başlattığı nükleer testler yöre halkını radyasyon denen nükleer etkiyle tanıştırmıştı.
2. Dünya Savaşı sonrası hızlanan nükleer teknolojiye sahip olma tutkusu, İngiltere gibi Fransa’yı da yeni arayışlara sürüklemişti. Charles de Gaulle’ün isteğiyle başlatılan nükleer çalışmalar Fransa’yı bir an önce Amerika, Sovyetler ve İngiltere ile rekabet edebilecek düzeye getirmeyi amaçlıyordu. Önce Alp Dağları’nda sonra Korsika’da devam eden nükleer çalışmalar, çevrecilerin tepkileri karşısında durduruldu. Nükleer çalışmaların Cezayir’e transfer edilmesine karar verildi. 1960’ta Cezayir hâlâ Fransa’nın bir kolonisi olduğu için buradaki tepkileri bastırmakta zorlanılmayacaktı.
Fransız mühendisler test laboratuvarlarını Sahra’ya konuşlandırdılar. Cezayir’in güneyinde o zamanlar için yaklaşık 40 bin nüfus barındıran Reggane şehri nükleer denemelerin ilk merkezi haline getirildi. Nükleer test merkezine yakın lokasyonlarda yaklaşık 150 bin civarında insan yaşamaktaydı.
Fransız test ekibinin konuşlandığı Hammoudia bir anda küçük bir Fransız kasabasına dönüşmüştü. Çok sayıda teknisyen ve mühendis burada yaşamaya başlamıştı. Fransa’nın testler için çevrelediği alan ise toplamda Fransa’nın 5’te 1’i büyüklüğüne denk gelen geniş bir bölgeden oluşuyordu. Bugün bile radyasyon yayılımının devam ettiği bu bölge, birden Fransa için stratejik bir önem kazanmıştı. İnsanların sürü otlattığı, kuyulardan su çektiği kırsal bir yerleşkeye milyar dolarlık nükleer yatırım yapılıyordu.
13 Şubat 1960’ta yöre halkı büyük bir patlama ve parıltı ile sarsıldı. Yer sarsıntısı insanları dehşete düşürmüştü. Havada büyük bir duman bulutu atmosfere doğru yükselirken yüzlerde korku ve panik vardı. Fransızlar “Gerboise Bleue” kodlu ilk nükleer atom bombalarını başarıyla denemişlerdi. 70 kiloton ölçeğindeki atom bombası kratere benzer bir oyuk açarken yıllar sürecek radyasyon yayılımı da başlamıştı.
Reggane, toplamda dört atmosferik denemeye sahne olduktan sonra, testler aynı bölge içinde In Ecker isimli başka bir lokasyona kaydırıldı. Yer altı laboratuvarlarının kurulduğu In Ecker’de de bir dizi gizli test gerçekleştirildi. Bu denemeler 1966’ya kadar Sahra’da devam etti. 1960-1966 arasında Fransızlar Sahra’da 17 nükleer deneme gerçekleştirdiler. Ayrıca bu testlerin çok güvenli şartlarda yapıldığına dair kamuoyunu da inandırdılar.
Daha kısa zaman önce ortaya çıkan gerçek şuydu ki, bu nükleer denemelerin radyoaktif etkileri konusunda Fransa kamuoyunu yanıltmıştı. Le Parisien gazetesi, 2010 yılında, söylenenden çok daha fazla bir alanın radyoaktif etkiye maruz kaldığını belirten birtakım gizli belgeleri yayımladı. Aslında radyoaktif etki Nijer, Mali, Moritanya, Tunus, Libya ve hatta güney Avrupa’ya kadar ulaşan çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Bu geniş alan içinde insan sağlığına ve eko sisteme zarar veren radyoaktif partikül yayılımı söz konusuydu.
Testin yapıldığı yerleşkeye yakın köy ve kasabalar radyoaktif etkiye daha fazla maruz kaldıklarından kısa sürede pek çok sağlık sorunu ortaya çıkmıştı. Reggane’de yaşayan insanlar radyoaktif etkiyi kendilerinden sonraki nesillere de genetik olarak aktarıyorlardı. Olumsuz etki sadece insanlarla da sınırlı kalmıyordu. Hayvan sürüleri, su kaynakları, bitki türleri de radyoaktif etkiye uğramıştı. Testlere katılan Fransızlar bile daha sonraki hayatlarında kısırlık ve kanser gibi sorunlarla karşılaşmışlardı.
Afrika ülkelerinin tepkilerine rağmen ısrarla sürdürülen bu denemeler Fransa’yı önemli bir nükleer güç haline getirerek nükleere sahip devletler ligine yükseltmişti. Afrika’nın Hiroşima’sı haline gelen Reggane’de halk ise üretmedikleri, sahibi olmadıkları ve hayatlarında belki bir daha hiç görmeyecekleri bir bombanın etkilerine yıllar boyu maruz kalmak gibi bir durumun içine düşmüştü. Hatta nesilden nesile aktarılan bu etki, olay anında orada olmayanları bile yıllar içinde etkilemeye devam edecekti.
http://insamer.com/tr/afrikanin-hirosimasi-reggane_688.html 

Ruanda soykırımı ve küresel güçler

Önce Alman, daha sonraki yıllarda ise Belçika kolonisi haline getirilen Ruanda'da üç topluluk sömürgecilerin gelişine kadar beraber yaşarken, dış güçlerin gelişiyle toplumsal yapı değişime uğradı.
17.05.2017, AA
İSTANBUL - Serhat Orakçı
20. yüzyılın ilk soykırımı Namibya’da Almanlar eliyle gerçekleşti. 1904-1909 yılları arasında yaklaşık 100 bin Namibyalı, Alman askerlerince katledilirken, öldürülen insanların kafatasları gemilerle Alman üniversitelerine taşındı. Aynı yüzyılın son soykırımı da yine Afrika’da, bu sefer Ruanda’da gerçekleşti. İki hadisenin de Afrika’da cereyan etmesinin yanında diğer bir benzerlik de bu soykırımların sömürgecilikle yakından ilişkili olmalarıydı.
1994 yılında dünya, Ruanda’da yaşanan çok kanlı olaylara tanıklık etti. Olayların merkezinde, ülkenin iki büyük etnik topluluğu olan Hutular ve Tutsiler vardı. Yaklaşık 1 milyon insan palalarla kesilerek can verirken, sokaklar adeta kan gölüne dönmüştü. 100 gün süren katliamın sonunda II. Dünya Savaşı sonrasının en büyük soykırımı yaşanmıştı. Birlemiş Milletler, ABD ve Avrupa olaylara müdahil olmak şöyle dursun, Ruanda’yı kaderine terk edip hızla ülkeden çıkmışlardı. Peki neydi asıl mesele? İki etnik topluluğu bu derece düşman hale getiren şartlar nasıl oluşmuştu?
Afrika ülkelerinin neredeyse tamamı gibi, Ruanda da sömürgeciliğin yapay sınırlarla ortaya çıkardığı bir ülke. Önce Alman, daha sonraki yıllarda ise Belçika kolonisi haline getirilen ülkedeki üç topluluk (Hutu, Tutsi ve Twa) sömürgecilerin gelişine kadar beraber yaşarken, dış güçlerin gelişiyle toplumsal yapı değişime uğradı. En önemli değişim ise birbirleriyle akraba olan bu toplulukların etnik yönden keskin olarak ayrıştırılması oldu. Sömürgecilik yıllarında toplumun etnik ayrım üzerinden şekillendirilmesi, hiç kuşkusuz Ruanda’yı felakete sürükleyen başlıca etkendi. 1899’da Almanya tarafından sömürgeleştirilen Ruanda, Almanların I. Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılmasının ardından 1918’de Belçika’ya devredildi. Her iki sömürge idaresinin de Ruanda’ya bıraktığı miras, ayrılıkçı ve ırkçı siyaset tarzından başka bir şey değildi.

Sömürgeci miras: Toplumsal ayrışma ve şiddet

Belçika sömürge idaresinin Tutsilerden ayrıcalıklı yönetici bir sınıf yaratma siyaseti, sömürgecilik sonrasında kanlı çatışmalara zemin hazırladı. Hutu, Tutsi ve azınlık pigmeler arasında keskin etnik ayrımların yapılması, insanların kimlik kartlarında etnik sınıflandırma yapılması gibi ayrılıkçı siyaset, bu toplulukları düşman hale getirdi. Bunlar arasında Tutsilere ayrıcalıklı davranılması, daha zeki oldukları gerekçesiyle eğitim bursları sağlanması ve meslek eğitimleri verilmesi Tutsileri toplumun sözcüsü ve lideri haline getirirken, diğer toplulukları toplumsal hayatın ve ekonomik faaliyetlerin dışına itti. Avrupa’daki kültürel ve fiziksel ırkçılık anlayışını Ruanda’ya transfer eden bu tutum, sonuç itibariyle akraba toplulukları birbirine düşman hale getirdi. Ancak sayısal üstünlüğe sahip Hutuların kabullenemeyeceği bu durum, 1950’lerin sonunda etnik çatışma risklerini gündeme getirmeye başladı.
1950’lerde güç kazanmaya başlayan Hutu siyasi elitlerinin başlıca gündem maddesi, Tutsilerin sömürge güçleri sayesinde elde ettikleri sosyal ve ekonomik tekele karşıtlık oldu. 1957 yılında yayınlanan 12 sayfalık Hutu Manifestosu bu ayrımcılığa dikkat çekerken, ülke çapındaki tüm Hutuları birlik olmaya çağırıyordu. Hutu elitlerinin kaleme aldığı bu manifesto, soykırımın ön metni olarak değerlendirilir.
1959 yılında Tutsi Kralının tahtından indirilmesi, iki etnik topluluk arasında daha sonraki yıllarda soykırıma dönüşecek olan olayları başlattı. Bu tarihten itibaren 130 bin dolayında Tutsi ülke dışına kaçarak komşu ülkelerdeki mülteci kamplarında kendisine yaşam alanı açtı. Artık zayıflamaya başlayan Belçika sömürge yönetimi 1962 yılında ülkeden çekilirken, arkasında patlamaya hazır, nefret dolu bir toplum bırakmıştı. Bağımsızlık sonrası, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutular iktidarı ele geçirirken, Tutsilere yönelik şiddet olayları da kısa sürede kendini göstermeye başlamıştı.
1959 olaylarında kaçan Tutsilerin geri dönüş çabaları, 1963 yılında Cyanika ve Kaduha gibi bölgelerde 21 bin kişinin ölümüyle sonuçlanırken, Hutu ve Tutsi toplulukları arasındaki nefret ve düşmanlık da her geçen gün derinleşmeye devam etti. Okullardaki resmi eğitimin de etnik ayrımcılık için kullanılması, küçük yaşlardaki insanların, kendisine benzemeyenlere karşı önyargılarla dolu olduğu bir toplum yarattı. 1963 olaylarına şahitlik eden Kankesha Josephine verdiği bir mülakatta, okula giderken yollarda cesetlerin üzerinden atlamak zorunda kaldıklarını ve köpeklerin cesetleri parçaladığını aktarır. Kırsalda yaşanan bu tür hadiseler de göstermektedir ki 1994 soykırımının kan kokan yolları, 1959’dan itibaren kendini açık şekilde göstermeye başlamıştı.
1959-1963 yılları arasında yaşanan olaylara, 1973-1974 yıllarında yenileri eklendi. Bütün bu olaylarda Tutsiler etnik soykırıma tabi tutulurken, sağ kalanlar Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Uganda’da göç ettiler. Çevre ülkelerde artmaya başlayan Tutsi nüfusu ise bu ülkelerde organize olarak Paul Kagame önderliğinde silahlı Ruanda Vatansever Cephesi’ni (Rwandan Patriotic Front/RPF) kurdu. Bu silahlı oluşum, daha sonraki yıllarda Tutsilerin katliamdan kurtarılması için tek umut haline gelecekti.

1994 soykırımı ve küresel sessizlik

6 Nisan 1994’te Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana’yı taşıyan uçağın düşürülmesi, trajik olayların başlangıcı kabul edilir. Bu hadiseden sadece 15 dakika sonra Tutsilere yönelik sistematik katliamlar başlamış ve ülke üç, dört ay boyunca kaotik bir ortama hapsolmuştu. Aşırılıkçı Hutu çeteleri organize olarak gördükleri her yerde Tutsileri katletmeye başlamışlardı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü içinde görev yapan 10 kadar Belçika askerinin de saldırganlarca öldürülmesi, oldukça olumsuz bir atmosfer doğurmuştu. Bütün yabancı misyonların hızla Ruanda’yı terk etmesi, soykırımı gerçekleştiren çeteler için daha rahat bir ortam oluşturmuştu.
Ülkede çok kanlı olaylar yaşanırken, küresel aktörlerin tutumu ise şaşırtıcı boyuta varan bir sessizlik oldu. Ruanda’da stratejik çıkarları bulunmayan ABD’nin yaşanan katliamı durdurmak adına hiçbir adım atmaması kendi kamuoyunda bile tepkilere yol açarken, Clinton yönetimi yaşanan hadiseyi ‘soykırım’ olarak değerlendirmekten kaçınmıştı. Beyaz Saray’ın basın toplantılarında ‘soykırım’ ifadesini kullanmama ısrarı, Ruanda’ya yönelik herhangi bir sorumluluğun altına girmemek için bilinçli bir tercihken, bu sendromun oluşmasında, kısa süre önce Somali’de yaşanan başarısızlığın etkileri vardı.
Ekim 1993’de Somali’de iki Black Hawk tipi helikopterin düşürülmesi ve Amerikan ordusunun verdiği askeri kayıplar ABD’ye tam anlamıyla şok yaşatırken, Afrika’da daha temkinli hareket etmesini öğretmişti. Bu korku Ruanda’da nüksederken, ülkede yaşanan olaylara karşı ABD sessiz kalmayı tercih etmişti. ABD’nin körlüğü o dereceye varmıştır ki katliamın yaşandığı günlerde Ruanda’da halkı kışkırtan radyo yayınlarını, ifade özgürlüğüne müdahale olur diyerek kesmeyi bile reddedebilmişti.
Aynı pasif tutum Birlemiş Milletler tarafından da sergilenirken, Batılı devletler Ruanda halkının ölümüne göz yummuştu. Taraflar arasında 'nötr kalmak' gibi ilkesel bir prensibe saplanan BM, bu tarz olayları önleyecek mekanizmalardan yoksun olduğunu ispatladı. Petrol, doğalgaz, altın ve elmas gibi madenlerin olmaması, stratejik konumdan mahrum bu küçük Afrika ülkesini çaresizliğe ve kendi kaderine terk etti. Olaylar başlamadan önce, aşırılıkçı çetelerin soykırıma hazırlandığı yönündeki istihbaratlar bile dikkate alınmadı ve sonuçta bu ağır trajediyi sadece izlenmekle yetinildi. Soykırım günlerinde ABD ve Avrupalı devletler kendi vatandaşlarını tahliye etmek için her türlü imkanı seferber ederken, Ruanda’daki soykırımın durması için hiçbir çaba içine girmedi.
1994 olaylarının paralelinde, sınır bölgelerinden Ruanda’ya giriş yapan RPF milisleri adım adım ilerleyerek başkent Kigali’yi kuşatma altına aldılar. Bu adım bütün Tutsilerin yok edilmesinin önüne geçerken Paul Kagame’nin Ruanda siyaset sahnesine devlet başkanı olarak çıkışının da önünü açtı. 1994’ün Temmuz ayında olaylar sona ererken sokakları, kiliseleri ve okulları cesetlerle dolu bir Ruanda ortaya çıktı.
İş işten geçtikten sonra medya önünde dökülen timsah gözyaşları eşliğinde gelen pişmanlık dolu sözler ve kuru temenniler bu insanlık ayıbını kapatmak için yetersiz kalırken, geriye sadece bir avuç gönüllünün kişisel kahramanlık hikayeleri kaldı. Kendi çabaları ile Tutsileri yetimhanelerde, evlerinde, kilise ve camilerde saklayarak katledilmekten kurtaran bir avuç değerli insanın hikayesi, zor şartlar altında bile insanlık adına bir şeyler yapılabileceğini gösterdi.
Ruanda 20. yüzyılın önemli derslerinden biridir. Ayrımcılığın ve etnik kodlarla siyaset yapımının ne tür kanlı olaylara yol açabileceğinin en açık göstergesidir. Sömürgeciliğin dizayn ettiği kanlı etnik siyaset küçük bir Afrika ülkesini kaosa sürüklerken, küresel aktörlerin çıkar gözetmedikleri yerlerde insan hakları ihlallerine sessiz kaldıklarını da bize gösterdi.
[İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam eden Serhat Orakçı, İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (İNSAMER) Afrika uzmanıdır]

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/ruanda-soykirimi-ve-kuresel-gucler/820233 


Pazartesi, Mart 20, 2017

Doğu Afrika ve Yemen’de Önlenebilir Krizler
Serhat Orakçı
Yeni Şafak, 12 Mart 2017

2015 yılından beri Doğu Afrika’da iklim mevsim normallerinin üstünde sıcak seyrederken beklenen yağış miktarı da düşmemekte. Su kaynaklarındaki azalma nedeniyle bir süredir küçük tarımsal üreticiler ve hayvan yetiştiricileri olumsuz etkilenmekte. Bu duruma bağlı olarak gıda ürünlerinin fiyatı artarken alım gücü düşük yoksul kesimler gıda temin etmekte zorlanmaktalar. Açlık krizi alım gücü en düşük halk kesimlerini ölümle karşı karşıya getirmekte. İnsanlar öğün sayılarını azaltarak ve yemeklerini paylaşarak dayanmaya çalışmakta. Durum iyice kötüleştiğinde ise imkan bulanlar daha güvenli bölgelere göç etmekte; imkan bulamayanlar ise sessizce kaderlerini beklemekte.  

6 yıl aradan sonra Somali tekrar kuraklığa bağlı yeni bir açlık krizinin pençesinde. 12 milyon nüfuslu ülkede 6 milyon insanın hayatını riske eden büyük bir kriz yaşanmakta. Somali’nin yeni Başbakanı Hassan Ali Khaire Bay bölgesinde açlığa bağlı ölümlerin başladığını duyururken dış aktörlerden de ülkesine destek çağrısında bulundu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres de acilen Mogadişu’yu ziyaret ederek yaşanan krize dikkat çekti. Türkiye’de de Kızılay, Tika ve Afad’ın girişimiyle 30 kadar sivil toplum kuruluşu bir araya gelerek Doğu Afrika ve Yemen için #umudol sloganıyla yardım çağrısında bulundu.    

Hatırlanacağı gibi Somali’de 2011 yılında yaşanan ölümcül kuraklık sonrasında 250 bin insan hayatını kaybetmiş Kenya ve Etiyopya gibi ülkelere kitlesel göçler yaşanmıştı. Türkiye büyük bir insani hamle başlatarak Somali için seferber olmuştu. Henüz 2011 krizinin yaraları tam manasıyla sarılamamışken ülke yeni bir açlık krizinin eşiğinde maalesef.

Birleşmiş Milletlerin yardım çağrısı yaptığı tek ülke Somali değil ancak. Güney Sudan’da da ciddi bir kriz yaşanıyor. Ülkede 2013 yılından bu yana yaşanan etnik sebepli çatışmalar hem mülteci krizi hem de gıda krizine yol açmakta. 2011’de Sudan’dan bağımsızlık kazanan ülke 6 yıl aradan sonra şimdi hem iç savaşa hem de açlık krizine sahne olmakta. Birleşmiş Milletler Unity Eyaletinde açlık krizi olduğunu resmen ilan ederken 100 bin insanın hayati risk altında olduğunu duyurdu. Ülkedeki iç savaşın yol açtığı insani dram çok büyük boyutlarda; 2.1 milyon insan ülke içinde göç ederken 1.5 milyon insan da çevre ülkelere sığınmış halde. Güney Sudan genelinde 5.5 milyon insan çeşitli seviyelerde insani yardıma ihtiyaç duyuyor.

Doğu Afrika coğrafyasına komşu durumdaki Yemen’de de durum farksız. 2014 yılından beri iç savaş ortamının hakim olduğu ülkede 18 milyon insan yardıma ihtiyaç duymakta. Suudi Arabistan-İran çekişmesine sahne olan Yemen’deki savaş ortamı hem iç hem de dış göçmen üretmeye devam ederken ülke halihazırda üç parçaya bölünmüş durumda.

Kriz Üretici Olarak İnsan
Her üç ülkeden de yürek burkan fotoğraflar gelmeye devam ediyor. Ölen hayvan sürüleri, bakıma muhtaç cılız çocuklar, göç eden insanlar kafileleri üzerinden çaresizlik resmediliyor. Tüm bu krizlerdeki dikkat çekici ortak nokta ise insan faktörünün kriz üreticisi olarak karşımıza çıkması. Bu ülkelerdeki siyasi türbülanslar maalesef devlet kurumlarını işlemez hale getirirken halkı da hem yoksulluğa itmekte hem de açlık gibi sorunlar karşısında kendi kaderine terk etmekte. Devlet kurumlarının zayıflığı ve işlemez halde oluşu iklimsel bozulmaların yol açtığı sorunlara çözüm üretilmesi geciktirmekte. Adını zikrettiğimiz bu ülkelerde siyasi istikrar sağlanmış olsa ve devlet kurumları yeterli altyapı yatırımlarını yapsa bu krizlerin etkileri bu kadar sarsıcı olmazdı muhakkak.

1991 yılında Somali’de devlet otoritesinin çökmesi ülkeyi siyasi kaosa sürüklerken mevcut durum aynı zamanda hem terör grupları hem de insani krizler ürütmeye başladı. 91-92 yıllarında yaşanan büyük açlık krizi 2011 yılında tekrarlanırken ülkede siyasi yapının güçlendirilememesi krize zamanında müdahaleyi de geciktirdi. Türkiye’nin başlattığı insani yardım kampanyası 2011 krizinin daha çabuk atlatılmasını sağladı ancak Somali’de hala devletin tam manasıyla tesis edildiğini söylemek zor. Bu yüzden Türkiye’nin Somali’de destek verdiği devlet inşası süreci son derece gerekli bir hamledir.

Güney Sudan 2011’de Sudan’dan ayrılarak bağımsızlığını kazandı ancak çok geçmeden ülke içinde iç savaş ortamı doğdu. İktidarı paylaşamayan Salwa Kiir ve Riek Machar ülkeyi etnik temelli bir savaşın içine soktular. Machar Nuer etnik kabilesini etrafında toplarken Salwa Kiir de devlet kurumlarında Dinka mensuplarını egemen kılmaya çalıştı. Sonuçta bağımsızlık sonrası yaşanan kısa süreli pozitif atmosfer halk için bir anda kabusa dönüştü.   

Arap Baharı ile siyasi istikrarsızlık yaşamaya başlayan Yemen de 2014 yılından beri mezhep merkezli çatışmalara sahne oluyor. Suudi Arabistan-İran çekişmesi Yemen’de kendini gösterirken bu mücadelenin faturasını Yemen halkı hayatıyla ödüyor.

Önlenemez miydi?
Doğu Afrika’yı saran kuraklık geçen yılından beri gündemde olan bir konu aslında. Zamanında önlem alınmazsa durumun 2017’de daha da kötüleşeceğine dikkat çeken raporlar yayınlandı. Şahsım adına ben de geçen yıl Şubat-Mart döneminde yaptığım saha gezilerinde bu duruma ilişkin gözlemlerimi raporlaştırarak kamuoyu ile paylaştım ve konuya dikkat çekmeye çalıştım. Ancak erken uyarı sistemleri bu açlık krizlerin gelmekte olduğunu haber verse de Birleşmiş Milletlerin egemen olduğu uluslararası yardım sistemi önleyici özelliğe sahip değil. İnsan ölümleri başlamadan 5. seviye kriz alarmı vermeyen BM sistemi artık en son noktaya gelindiğinde devreye giriyor. Böyle olunca da bir yanda ölümler yaşanırken bir yanda da yardım kampanyaları ve kurtarma operasyonları at başı gidiyor. Türkiye’nin öncülüğünde İslam dünyası bu sistemin revize edilmesi için çalışmak zorunda. Böylece krizler büyümeden zamanında alınan tedbirlerle insan ölümleri yaşanmadan çözüme kavuşturulmalı.

İnsani Müdahale Öncesi Arabulucu Müdahale
Bu noktada sadece insani müdahalelerin yeterli olmadığını bir kez daha vurgulamak gerekmektedir. Somali, Güney Sudan ve Yemen’de yaşanan insani krizlerin önlenebilmesi bu ülkelerde siyasi istikrarın tekrar tesis edilmesiyle de yakından ilişkili tıpkı Suriye’de olduğu gibi. Siyasi süreç kriz üretirken bu krizlere müdahale etmek pansuman tedbirlerin ötesine geçemez. Bu yüzden insani müdahale ile birlikte siyasi müdahalenin arabuluculuk, çatışmaların önlenmesi, uzlaştırma gibi siyasi manevraların da devreye sokulması gerekmektedir.

Uzun lafın kısası demeye çalıştığım şey mesele sadece kuraklık ve bunu doğurduğu açlık krizleri değil. Bu tür krizlerin altında saklı yatan sistemik siyasi sorunlar çözüme kavuşturulmadıkça kriz üretimi de devam etmektedir. Beşer onar yıllık periyotlarla Somali’de nükseden açlık krizleri bunun en bariz kanıtıdır.    

*Bu yazı Yeni Şafak gazetesinde 12 Mart 2017 tarihinde yayınlanmıştır.
http://www.yenisafak.com/hayat/dogu-afrika-ve-yemende-onlenebilir-krizler-2626979  


Cuma, Mart 10, 2017



21 Şubat 2017

Somali'de yeni yönetim ve Türkiye-Somali İlişkileri

Ali Farah & Serhat Orakçı

Cumartesi, Mart 04, 2017




ORSAM Ortadoğu Kış Okulu
Dünya Siyasetinde Afrika
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
19 Ocak 2017

Pazar, Şubat 19, 2017

Almanya’nın Kaçındığı Tarih: Namibya Soykırımı

Serhat Orakçı
İnsamer, 18 Şubat 2017
http://insamer.com/tr/almanyanin-kacindigi-tarih-namibya-soykirimi_571.html

Yirminci yüzyılın ilk soykırımı Avrupa’dan binlerce kilometre uzakta Afrika’nın güney batı ucunda gerçekleşti. 1904-9 yıllarında Alman General Lothar von Trotha’nın emriyle gerçekleşen soykırımda bölgeyi sömürgeleştiren Almanya’ya karşı ayaklanan OvaHerero halkının %80’i ve Nama halkının %50’si acımasızca katledildi. Olay sadece bununla da sınırlı değil maalesef. Sağ kalanlar konsantrasyon kamplarına tıkılırken, öldürülen 100.000 kadar Namibyalıların cesetleri ise ırkçı deneyler için Almanya’ya taşındı gemilerle. Soykırımdan kaçabilenler ise Kalahari Çölü’nün kızgın kumlarında aç ve susuz kaderlerine terkedildiler. Çöldeki kuyulara önceden zehir döküldüğünden su içinler zehirlenerek yaşama veda ediyordu. Yırtıcı kuşlar parçaladıktan sonra cesetler çöl kumu tarafından yutuluyordu.     

1884-1915 yılları arasında Namibya’yı sömürgeleştiren Almanya yerli halka oldukça zalimane davranarak hem topraklarına el koydu hem de ayaklanan halkı soykırıma uğrattı. Bu bölgedeki elmas yataklarını kontrol altına alan Almanya bölgenin güvenliği için II. Kaiser Wilhelm’in emriyle Alman İmparatorluğu’nun en iyi birliklerini de bölgeye getirdi. Almanlara karşı ayaklanan bazı kabileler tamamen ortadan kaldırılırken geri kalanlar baskı ve zulüm ile boyun eğdirildi. Köpekbalığı Adası (The Shark Island) konsantrasyon kamplarının başında geliyordu; adaya götürülenler burada ölüme terkediliyordu.

1904-9 arasında iyice zalimleşen Alman siyaseti direnişe geçen yerli halkın öldürülmesine, asılmasına, tecavüz edilmesine, topraklarına ve hayvanlarına el konulmasına, konsatrasyon kamplarında ölüme terkedilmesine imkan tanıyordu. Hayatta kalan aile üyelerinden biri Köpekbalığı Adası’ndaki vahşeti şöyle ifade ediyor: “Almanlar beni adaya gönderdiler. Bir yıl orada kaldım. Yaklaşık 3.500 kişiydik; sadece 193 kişi geri dönebildi, 3.307’si adada öldü.”[1] Adaya götürülenlerin yaptığı angarya işlerin başında ise daha önce orada ölenlerin cesetlerindeki belli kemikleri etlerinden sıyırarak temizlemek vardı.[2] Temizlenen kafatasları “bilimsel” araştırma amacıyla Alman üniversitelerine gönderilmekteydi.    
        
Bütün bunlar yetmezmiş gibi Almanya’ya taşınan kafatasları ve kemikler Alman üniversitelerinde bilim adamlarının ırkçı deneylerinde kullanıldı. Bunlardan biri de Aryan ırkının üstünlüğünü teorik olarak ispatlamaya çalışan Eugen Fischer’di. Esasen kemiklerin Almanya’ya taşınmasını isteyen de oydu. Namibya’da yerli halk üzerine yaptığı deneylerden sonra kaleme aldığı çalışmaları daha sonraki yıllarda Adolf Hitler de okuyacaktı.    

Şimdilerde OvaHerero ve Nama halklarının temsilcileri Almanya hükümeti ve parlamentosuna diyalog çağrısı yaparak bu soykırımın resmi olarak tanınmasını ve OvaHerero ve Nama halklarından bağışlanma istenmesini talep ediyorlar. Ayrıca Berlin ve Freiburg üniversiteleri bünyesinde tutulan ve çeşitli müzelerde sergilenen Namibyalılara ait kemiklerin iadesi de isteniyor. OvaHerero ve Nama halkının önde gelenleri atalarının kemiklerini toprağa gömmeden ruhlarının huzur bulamayacağı inancındalar.

Almanya soykırım gerçeğini resmi olarak tanımaktan kaçındı şimdiye kadar. Almanya’ya giden Namibya heyetleri istedikleri sonucu tam olarak henüz elde edemediler. Soykırımın 100. yılına denk gelen 2004’te Namibya’yı ziyaret eden Almanya Kalkınma Yardımları Bakanı Heidemarie Wieczorek-Zeul özür dileyerek olayı kapatmak istedi.[3] Daha sonra devam eden görüşmeler sonucunda 2011 yılında sembolik olarak 20 kafatası Namibya’ya iade edilirken Almanya tarihte yapılan hataların acısını hafifletmek adına tazminat ödemek yerine Namibya’ya teknik yardım sağlama sözü verdi.

Devletlerarası görüşmelerde yer almak isteyen OvaHerero Soykırımı Derneği (OvaHerero Genocide Association) ve Nama Geleneksel Liderler Derneği (Nama Traditional Authorities Association) geçtiğimiz Ocak ayında öldürülen 100.000 Namibyalı için New York’ta Almanya’ya karşı dava açtılar. Almanya’yı diplomatik alanda sıkıştıran Namibya devletinin yanı sıra sivil oluşumlar da mahkeme yoluyla 20. yüzyılın bu ilk soykırımının hesabını sormak istiyorlar.

Güçlü Yahudi lobisi karşısında direnemeyip Nazi soykırımını resmen kabullenen ve tazminat ödemeyi kabullenen Almanya, lobi faaliyetleri sınırlı düzeyde kalan Namibyalılara karşı ise aynı anlayışı göstermekten imtina ediyor. 2015 yılında Almanya parlamentosu ve hükümet yetkililerine sunulan dilekçede özetle Jön Türklerin Ermenilere yönelik soykırımını 24 Nisan 2015’de tanıyan Almanya’nın Namibya’da gerçekleştirdiği soykırımı da resmen tanıması ve tarihi sorumluluğunu yerine getirmesinin beklendiği belirtiliyor.

Almanya devleti kısmen soykırımı kabullenmiş gibi görünse de Namibya’da hala varlığını sürdüren Alman azınlık topluluğu bu tarihi gerçekliği kabullenmekte isteksiz. Namibya üzerine çalışmaları bulunan Elke Zuern’e göre geneli Swakopmund’da yaşayan Alman kökenli azınlık geçmişte yapılanları hala savunmaya devam etmekte ve ırkçı bakış açısını ısrarla sürdürmekte. Bu topluluktaki diğer bir eğilim de Namibya’da bulunan sömürge dönemine ait heykel ve anıtları muhafaza etme çabası. Namibyalılar ise zaman zaman gerçekleştirdikleri protestolarla karanlık günleri temsil eden bu anıtların artık kaldırılmasını istemekteler.[4]

Almanların Afrika’daki soykırımları elbette sadece Namibya ile sınırlı değil. Kıtada ayak bastıkları her toprak parçasında Namibya’dakine benzer trajediler saklı. Togo, Tanzanya ve Kamerun’un gün görmemiş tarihlerinde de Alman emperyalizminin ve ırkçılığının soğuk yüzünü görmek mümkün. Hatta Nazi soykırımının ön çalışmaları ve teorik altyapısı Almanların Afrika’daki sömürge yıllarına uzanıyor. Şimdi bir asır sonra Afrika’nın yerli halkları atalarının haklarını aramak için hukuki mücadele başlatarak sömürge soykırımlarının hesabını sormak için hazırlar. Bu mücadele her türlü desteği hak ediyor.        
  
 




[1] Edwin Black, “In Germany’s extermination program for black Africans, a temple for the Holocaust”, The Times of Israel, 05.05.2016, http://www.timesofisrael.com/in-germanys-extermination-program-for-black-africans-a-template-for-the-holocaust/  
[2] Bill Johnson, “German imperialism and the African Holocaust”, www.creation.com, 28.11.2013, http://creation.com/african-holocaust  
[3] “German minister says sorry for genocide in Namibia”, The Guardian, 16.08.2004, https://www.theguardian.com/world/2004/aug/16/germany.andrewmeldrum  
[4] Norimitsu Onishi, “A Colonial-Era Wound Opens in Namibia”, The New York Times, 21.01.2017, https://www.nytimes.com/2017/01/21/world/africa/namibia-germany-colonial.html?_r=1

Pazartesi, Şubat 13, 2017

GÜNEY SUDAN KRİZ RAPORU

Giriş
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sudan’ın ve Batı’nın (özellikle İngiltere ve Amerika) gündemini meşgul etmeye başlayan Güney Sudan meselesi, uzun bir mücadelenin ardından 2011 yılında ayrışma ile sona ermiştir. Güney Sudan’ın bağımsızlık kazanması elbette en başta Sudan’ı ve sonra komşusu durumundaki diğer bölge ülkelerini de etkilemiştir. Etnik ve dinsel ayrımın öne çıktığı Güney Sudan meselesi son kertede uluslararası basının algısında İslam ve Hristiyanlık arasında kutuplaşan bir mücadeleye dönüştürülmüştür. Ve 2011 halk referandumu ile ortaya çıkan sonuç özellikle Batılı ülkeleri oldukça memnun etmiştir. Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılması bir demokrasi zaferi, bağımsızlık mücadelesi ve kendi kendini yönetme özgürlüğü olarak değerlendirilmiştir. Uluslararası basında küresel aktörlerin yakından müdahil oldukları bu ayrılma süreci Güney Sudan için müreffeh bir hayata yeni bir başlangıç olarak tasvir edilmiş, Güney Sudanlılara yapay umutlar pompalanmıştır.
Bağımsızlık sonrası yaşanan gelişmeler ise olayların beklendiği gibi gelişmediğini kısa sürede göstermiştir. Afrika’nın 54. ülkesinin sakinleri bu sefer de kendi aralarında iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Afrika kıtasının en son bağımsızlık kazanan, en genç ülkesi konumundaki Güney Sudan 2013 yılından bu yana iç savaş sarmalı içerisinde bulunuyor. 300 binden fazla insanın hayatını kaybettiği ve 1 milyondan fazla insanın mülteci durumuna düştüğü bu iç savaş atmosferinde ise taraflar arasında yapılan müzakere ve anlaşmalar ne yazık ki kalıcı olmuyor.
Aslında büyük bir insani trajedinin yaşandığı Güney Sudan krizi uzun zamandır gündemi meşgul eden Suriye krizinden dolayı yeterince ilgi görmüyor. Bu raporun yazım amacı gündem dışı kalan Güney Sudan’a ve orada devam eden iç savaş ve ona bağlı gerçekleşen insani krize dikkat çekmektir.

Raporun tamamı için: http://insamer.com/rsm/files/Guney-Sudan-Kriz-Raporu.pdf
GAMBİYA'DA KRİTİK DÖNEMEÇ
İNSAMER, 17 Ocak 2017
Link: http://insamer.com/tr/gambiyada-kritik-donemec_506.html 
Yüzölçümü bakımından Afrika anakarasındaki en küçük ülke olan Gambiya bir süredir siyasi bir belirsizlik yaşıyor. Geçtiğimiz Aralık ayında yapılan başkanlık seçimi sadece muhalif aday Adama Barrow’un değil, tüm ülkenin kaderini değiştiren bir etki yaptı. Belirsizliğin sebebi ise 1994 yılından beri ülkeyi idare eden Yahya Jammeh’in Aralık seçimlerinde aldığı mağlubiyete rağmen başkanlık görevini bırakmayacağının sinyallerini vermesi oldu.
22 yıldır ülkeyi idare eden Yahya Jammeh seçim mağlubiyetinin ardından süreci geri sardırarak seçimlerin tekrarlanmasını istiyor. Seçimde hile yapıldığını iddia eden Jammeh seçim sonucunu mahkemeye taşıyarak 19 Ocak tarihinde yapılması gereken devir teslim törenini ertelemeyi amaçlıyor. Mahkeme kararının beklenmesi devir teslim işleminin Mayıs ayına kadar ertelenmesi ya da seçimlerin tekrarlanması anlamına geldiğinden Jammeh  kararın beklenmesinde ısrarcı.
Gelen haberlere göre ülkede büyük bir kriz çıkmasından korkan kesimler son günlerde Gambiya’yı terketmeye başladı. Gambiya’dan ayrılanlar arasında üst düzey asker ve bürokratlar da bulunuyor. Can güvenliğinden endişe duyulan Adama Barrow ise Senegal’e sığınmış durumda. Kabinede görev yapan dışişleri, çevre, ekonomi ve ticaret bakanları bugün istifa ederek Jammeh ile çalışamayacaklarını bildirdi. Bölgesel oluşum ECOWAS da büyük bir kriz patlak vermeden Jammeh’in görevi bırakmasını talep ediyor. Nijerya Devlet Başkanı Muhammed Buhari geçtiğimiz günlerde Gambiya’yı ziyaret ederek ECOWAS adına bazı görüşmelerde bulunmuştu.
ECOWAS Yahya Jammeh’in görevi bırakmaması halinde askeri müdahaleyi gündemine almış durumda. 19 Ocak’tan sonra Yahya Jammeh’i tanımayacağını bildiren ECOWAS askeri bir birlik yardımıyla Adama Barrow’u Dakar’dan Banjul’a getirmeyi planlıyor. Bu durumda Jammeh’in çok fazla bir seçim şansı yok aslında; ya görevi bırakarak çekilecek ya da taraftarlarını sokağa dökerek çatışma ortamı yaratacak. Yaşanan son gelişmeler Jammeh’in giderek yalnızlaşmaya başladığına işaret ediyor.
Yahya Jammeh’in görevi isteğiyle ya da baskı ve askeri önlemler eşliğinde bırakması demek Gambiya’da yeni bir sayfanın açılması anlamına geliyor. 1965 yılında İngiltere’den bağımsızlık kazanan ülkede Jammeh ikinci devlet başkanı. 1970-94 yılları arasında görev yapan Dawda Jawara’yı kansız bir askeri darbe ile deviren Yahya Jammeh zaman zaman aldığı bazı radikal kararlarla Gambiya’yı uluslararası haber ağlarına taşıdı. 2013 yılında Gambiya’nın Commonwealth’den ayrıldığını duyuran Jammeh 2015 yılında da ülkesini “İslam Cumhuriyeti” olarak ilan etti. Ayrıca vatandaşların daha fazla sosyal hayata zaman ayırmaları için tatil günlerini üçe çıkarttığını duyurdu. Amerika ve İngiltere ile ilişkileri giderek bozulan Jammeh yönünü Çin, Küba ve Tayvan gibi ülkelere çevirerek alternatif destek yolları aradı. Son olarak Gambiya’nın Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluş statüsünü oluşturan Roma Statüsü’nden çekildiğini duyurdu. Özellikle 2000 sonrası dönemde Gambiya’nın Batı ülkeleriyle ilişkileri daha da kötüleşti. Yahya Jammeh’in özellikle İslamcılık kartını devreye sokması da bu döneme denk geldi. Aldığı popülist kararlarla her daim Batı karşıtı kesimlerin desteğini almaya çalıştı.
Aralık seçimlerinde aldığı %45,5 oy oranı ile (Jammeh %36,7, Kandeh %17,8) Adama Barrow Gambiya için değişimi temsil ediyor. Londra’da emlak eğitimi almış Barrow’un siyasi geçmişi aslında oldukça yeni. Politik arenada tecrübesi neredeyse hiç yok. Seçimde 7 muhalif hareket tarafından tek aday olarak desteklenen Barrow’un en önemli özelliği belki de cesareti. 22 yıldır ülke yöneten kurnaz birine karşı seçimlere giren ve kazanan Barrow cesaretini fazlasıyla ispatladı. Onun gündeminde ise Gambiya ile Batı’yı tekrar biraya getirmek var. Seçim vaatleri arasında Commonwealth üyeliğine tekrar girilmesi ve Roma Statüsü’nün tekrar tanınması vardı. Seçim sonucuna kendisi bile zar zor inanan Adama Barrow Gambiya içim şimdilik değişimi temsil ediyor.
19 Ocak tarihinde Adama Barrow’un görevi devralması ve yemin etmesi bekleniyor ancak Yahya Jammeh görevini bırakmazsa bunun nasıl gerçekleşeceği de bilinmezliğini koruyor. ECOWAS askeri müdahaleyi gündeme alarak Adama Barrow’u ülkenin başkenti Banjul’a getirmeyi planlıyor. Son gelişmeler Yahya Jammeh’in giderek yalnızlaştığını gösteriyor. Seçimde Jammeh’e oy vermeyen %63,3’lük kesimin yanında ECOWAS da Adama Barrow’un görevi devralması yönünde kararlı görünüyor. İstifa eden bakan, bürokrat ve askerler de Jammeh’in arkasındaki desteğin eridiğinin bir diğer işareti.
Bütün bu tabloya bakıldığında iki gün içinde Afrika’nın en küçük ülkesi Gambiya’nın yumuşak bir siyasi geçişe ya da askeri müdahale gibi olağanüstü bazı olaylara şahit olacağı görünüyor.
GAMBİYA KRİZİ ve MUHTEMEL SENARYOLAR
İNSAMER, 20 Ocak 2917
Link: http://insamer.com/tr/gambiya-krizi-ve-muhtemel-senaryolar_511.html 
Afrika’nın en küçük ülkesi Gambiya’da yaşanan siyasi kriz hâlâ devam ediyor. Aralık seçimini kaybettiği halde koltuğu bırakmak istemeyen Yahye Jammeh, Moritanya ve Nijerya’nın arabulucu görüşmelerine rağmen ikna edilemedi. Jammeh seçime hile karıştığı iddiasıyla seçimin tekrarlanmasını talep etse de yeni Devlet Başkanı Adama Barrow Senegal’in başkenti Dakar’daki Gambiya elçiliğinde dün yemin etti. Yemin töreninin ardından bölgesel oluşum ECOWAS ve Afrika Birliği, Adama Barrow’u kutlayan mesajlar yayınladılar. Böylece Barrow meşruiyet kazanarak Gambiya’nın yeni devlet başkanı olarak kabul gördü.
Yahya Jammeh ise hâlâ Banjul’daki başkanlık sarayında ikamet ediyor. İki gün önce ülkede OHAL ilan eden Jammeh, görev süresi dolmasına rağmen başkanlık oyununu oynamaya devam ediyor. ECOWAS’ın askerî müdahale baskısına karşı direnen Jammeh’in bu kadar ısrarla direnmesindeki ana sebep Gambiya parlamentosu tarafından iki gün önce alınan karar. Bu karara göre görev süresi uzatılan Jammeh OHAL bitimine kadar koltuğunda oturmaya devam edecek. Ancak son gelişmeler parlamentoda alınan bu kararın hükümsüz kaldığını gösteriyor. Nedeni ise parlamentonun bu uzatma kararını baskı altında almış olduğu yönündeki güçlü inanç.
Çarşamba gününden beri Gambiya sınırında bekletilen 7.000 kişilik ECOWAS birlikleri dün akşam saatlerinde Jammeh’i görevden uzaklaştırmak için operasyona başladı. Bu operasyona Gana, Mali, Togo, Senegal, Fildişi Sahilleri ve Nijerya destek veriyor. Operasyon Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde de oylanarak kabul edildi. Operasyonun ana amacı Yahya Jammeh’i ölü ya da diri ele geçirerek onun yerine Adama Barrow’u oturtmak. Operasyon havadan, karadan ve denizden yürütülüyor. Nijerya ve Senegal operasyonu yürüten ülkeler.
Yahya Jammeh zaman zaman sıra dışı çıkışlar yapan tartışmalı bir siyaset adamı. Gambiya’yı Commonwealth’den çıkarması, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurucu statüsü olan Roma Statüsü’nden çıkarması ve ülkeyi İslam Cumhuriyeti olarak ilan etmesiyle son yıllarda adından sıkça bahsettirdi. Aldığı bu kararlar nedeniyle Batı ülkeleriyle ilişkileri giderek bozulan Jammeh, özellikle küresel medya organlarında diktatör olarak anılmaya başlandı. Bunun karşısında ise kimi çevrelerde İslamcı ve anti-Batıcı bir lider izlenimi uyandırarak sempati kazanmayı başardı.
Jammeh döneminin yoksulluk, işsizlik gibi sosyoekonomik sorunlar nedeniyle Gambiya için parlak yıllar olduğunu söylemek zor gerçekten. Turizm, balıkçılık ve tarım gelirleri sayesinde geçinen halkın gelir seviyesi oldukça düşük. Aynı zamanda ülke genelinde altyapı oldukça yetersiz. Rejimin halka uyguladığı baskı ve kısıtlamalar ise genel bir memnuniyetsizlik doğurmuş durumda. Bu memnuniyetsizlik seçim sonuçlarına da yansımış halde zaten. Gambiyalılar sosyal medyada yürüttükleri #newGambia ve #Gambiahasdecided kampanyaları ile Jammeh döneminin bir an önce bitmesini arzuluyorlar.
Gerek dışarda ve gerekse de ülke içindeki memnuniyetsizlik göz önünde bulundurulduğunda Yahya Jammeh’e karşı bloklaşmış bir koalisyon söz konusu. Bu koalisyonun liderliğini açıkça Senegal yürütmekte. Bunun nedeni ise, Senegal yönetiminin Yahya Jammeh’in Senegal’in güneyindeki ayrılıkçı Casamance isyancılarına destek sağladığı yönündeki iddiaları. İsyancıların ve Yahya Jammeh’in Jola etnik kabilesine mensup olmaları bu iddiayı daha da güçlendirmekte. Bu nedenle Gambiya’daki siyasi krizin Senegal için Gambiya’da demokrasinin işletilmesinden daha fazla anlam taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Jammeh’in yerine Senegal ile iş birliği yapacak bir liderin iş başına gelmesi Senegal için büyük bir kazanım olabilir.
Görevini bırakmak istemeyen Jammeh için tanınan süre dolmak üzere. Son bir müzakere daha yapılması için operasyona ara veren ECOWAS birlikleri Jammeh ikna edilemezse kaldıkları yerden operasyona devam edecekler. Operasyonun amacı ölü ya da diri Jammeh’in ele geçirilmesi.
Yapılan son müzakerelerde Jammeh ikna edilebilirse sürgüne gideceği ülkeyi belirleyip görevi devredecek. Seçim sonucuna yönelik yapığı itiraz ise mayıs ayında toplanacak mahkeme ile netlik kazanacak. Böylece Gambiya yumuşak bir geçiş yapabilecek. Ancak bu gerçekleşmezse Gambiya’da çok farklı senaryolar gelişebilir.
Şimdi Gambiyalılar endişe içinde, eğer Yahya Jammeh ikna edilemez ve görevini bırakmazsa ne olacağı sorusunu soruyor. Bu durumda ECOWAS birlikleri zor kullanarak Jammeh’i ele geçirmek durumda kalacaklar. Jammeh’e bağlı muhafız birliklerinin karşılık vermesi halinde ise taraflar arasında silahlı çatışma çıkabilir. Gambiya Genel Kurmay Başkanı Ousman Badjie’nin dün gece saatlerinde Adama Barrow safına geçmesi, Jammeh’i yalnızlaştıran bir hamle oldu ancak Jammeh’e bağlı özel harekât ve muhafız birliklerinin tutumunun ne olacağı henüz bilinmiyor. ECOWAS bir dirençle karşılaşmazsa Jammeh’i çatışmadan ele geçirebilir. Dirençle karşılaşırsa bu, silahı çatışma ortamı doğurabilir. Jammeh’in neler yapabileceği kestirilemediği için çıkabilecek çatışmanın ne kadar sürebileceğini kestirmek de zor gerçekten.
Yahya Jammeh’in görevi bırakmayıp etnik karta oynaması çok daha büyük risk barındırmakta. Eğer bir süredir kendine sadık etnik kabileleri silahlandırdığı iddiaları doğru çıkarsa Jammeh’i bir isyan hareketinin lideri olarak görebiliriz. Böyle bir ihtimal sadece Gambiya’yı değil Senegal’i de (özellikle güney bölgesinde) etnik bir sorunla uğraşmak zorunda bırakabilir. Önümüzdeki saatler Gambiya’nın kaderini şekillendirecek saatler. Umarız arabulucu taraf kazanır ve bu küçük ülke bu krizi çatışmaya dönüşmeden atlatır.
DOĞU AFRİKA İÇİN KRİTİK YIL: 2017
Afrika kıtası 2016’yı yoğun bir seçim gündemiyle geçirdi. 20 kadar Afrika ülkesinde genel seçimler ve belediye seçimleri gerçekleşti. Ortaya çıkan seçim sonuçlarına bakarak kıtanın politik atmosferindeki değişim hakkında bazı önemli ipuçlarını görmek mümkün. Örneğin çok sayıda seçime rağmen sadece iki ülkede (Gambiya ve Gabon) kısa süreli siyasi krizler ortaya çıkması bile çok şey ifade ediyor. Bence bu, kıtanın ihtiyaç duyduğu barış ve istikrar için daha fazla ümit var olunması gerektiğinin bir işareti. 
2016 seçimlerine genel olarak bakıldığında pek çok ülkede iktidar sorunsuz şekilde el değiştirirken bazı ülkelerde diktatoryal rejimlerin varlıklarını korumayı sürdürdükleri görülmektedir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde halk 2013-2014 yıllarında yaşadığı ağır türbülansın ardından ilk kez sandık başına giderek oy kullandı. Sokak çatışmaları ve siyasi arenada yaşanan kriz büyük oranda bu seçimle son bulmuş gibi.
Güney Afrika belediye seçimleri, Güney Afrika siyasetinin değişen dinamiklerinin sandığa yansımasına sahne oldu. 1994 yılında apartheid rejiminin yıkılışının ardından ülkenin en güçlü politik bloğu haline gelen ANC (African National Congress) ilk kez ülkenin en büyük belediyesi olan Johannesburg’u kaybederken ülke genelinde %8’lik oy kaybı yaşadı. ANC’nin gerileyişi karşısında yeni lider kadrosuyla DA (Democratic Alliance) ve bazı muhalif partiler oylarını arttırmayı başardı.
Gambiya’da 22 yıllık iktidarının ardından Yahya Jammeh seçim mağlubiyetini kabul ederek görevini devretmeyi kabullendi. Çevre ülkeler ile Gambiya arasında kısa süreli askerî hareketlilik yaşansa da sonunda uzlaşı kazandı ve Jammeh koltuğunu Adama Barrow’a bıraktı. Gambiya’nın aksine Benin ve Gana’da iktidarlar sorunsuz şekilde el değiştirdi.
Gabon’da Bongo ailesi iktidardaki egemenliğini sürdürürken, Uganda’da 1986’dan beri iktidar koltuğunda oturan Yaseri Musaveni bir dönem daha iktidarda kalmayı garantiledi. Benzer şekilde Kongo Cumhuriyeti, Çad ve Cibuti’de de uzun süredir iktidarda bulunan rejimler bir dönem daha iktidarda kalma şansını yakaladılar. 1979 yılından beri Ekvator Ginesi’ni yöneten Teodoro Obiang da 2016 seçimiyle bir dönem daha iktidarının ömrünü uzattı. Nijer ve Zambiya’da da mevcut iktidarlar seçimleri kazanarak bir dönem daha görevde kalmayı garantilediler.
Özetle söylenecek olursa 2016 seçimlerinden dolayı kıtada yaşanan şiddet olayları oldukça sınırlı kaldı. Bu seçimler dolayısıyla kıtanın lider profilinde bazı değişiklikler meydana geldi ve Nana Akufo Addo, Adama Barrow ve Patrice Talon gibi yeni simalar liderlik koltuğuna oturdular. Afrika açısından kritik öneme sahip Somali ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti seçimleri ise ertelenerek 2017’ye kaldı.
2016 yılında bunlar olurken 2017 yılında da kıta genelinde bazı kritik seçimler yapılacak. Özellikle Doğu Afrika açısından Kenya, Somali, Somaliland ve Ruanda seçimleri ön plana çıkan genel seçimler. Bu seçimlerin sonucu büyük oranda Doğu Afrika’nın kaderi açısından önem taşıyor.
2000 yılından bu yana Ruanda’da iktidarda bulunan Paul Kagame, 2015 yılında yaptığı anayasa değişikliği sayesinde 2017 seçiminde üçüncü dönem için yarışabilecek. Ağustos ayında yapılacak seçimde Kagame’nin seçilmesine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Kazanması halinde Kagame, 2024 yılına kadar iktidarda kalabilecek. Kenya’da yapılacak başkanlık seçiminde ise 2013 yılında iş başına gelen Uhuru Kenyatta ikinci dönemi için halktan oy isteyecek. Kenya’daki gelişmeler Kenyatta’nın ikinci seçiminin ilkine göre daha zor geçeceğini göstermekte. Özellikle aralık ayından beri Kenya Doktorlar, Eczacılar ve Dişçiler Birliği’nin düzenlediği grevler ülkede sağlık sektörünü işlemez hale getirmiş halde. Ağustos seçimine kadar halkın artan memnuniyetsizliğinde değişme sağlanamazsa Kenyatta’nın seçimi kazanması oldukça zor görünüyor.
2017’de Somali ve Somaliland de ayrı ayrı seçimlere sahne olacak. 2010 yılından beri Somaliland’de başkanlık görevini yürüten Ahmed Muhammed Mahmud 27 Mart’ta yapılacak seçiminde aday değil. Somali ise güvenlik gerekçeleriyle 2016’da birkaç kez ertelemenin ardından bu yıl başkanlık seçimi yapacak. Üç önemli adayın ön plana çıktığı seçim sadece Somali açısından değil Türkiye-Somali ilişkilerinin geleceği açısından da önem arzediyor. 2009-2012 arasında başkanlık görevi yürütmüş Şeyh Şerif Ahmet bu seçime giren adaylar arasında. Gene Somali’nin önemli ailelerinden olan Sharmarke ailesinden Ömer Abdurraşid Ali de mevcut Başkan Hasan Mahmut karşısında yarışan 17 aday arasında. Ülkedeki el-Şebab kaynaklı güvenlik sorunu nedeniyle halk sandık başına gidemezken 275 üyeli parlamento ve 54 üyeli senato halk adına oylamada bulunacak.
Doğu Afrika ülkeleri dışında Liberya ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde genel seçimler; Gambia, Angola ve Gabon’da da parlamento seçimleri yapılacak.
Genel olarak bakıldığında 2016’ya oranla 2017 ve 2018 yıllarında seçim gündeminin Afrika’da daha az yer işgal edeceği görülmekte. 2016 yılında seçimlere bağlı şiddet olaylarının sınırlı kalması kıta istikrarı açısından ve ayrıca kıtada demokrasi ve seçim kültürünün yerleşmesi açısından oldukça sevindirici bir gelişmeydi. Gambiya’da tırmanan tansiyonun nihayetinde müzakere yoluyla halledilmesi de kıta açısından önemli bir ders ve büyük bir kazanç sayılmalı. 2016 içinde Uganda, Ekvator Ginesi, Cibuti, Çad ve Kongo Cumhuriyeti’nde otoriteryan rejimlerin varlığını seçim yoluyla sürdürmesi ise aynı oranda kayıp olarak görülebilir.
2017 yılının en kritik seçimleri Doğu Afrika’da Ruanda, Kenya ve Somali’de gerçekleşecek. Aralık 2017’ye ertelenen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki genel seçim de uzun süredir doğu bölgesinde iç karışıklık yaşayan ülke açısından büyük önem arz ediyor. 2001 yılında babasının uğradığı suikast sonrasında liderlik koltuğuna oturan Joseph Kabila, 2016 yılında ikinci dönemini doldurdu. 2006 yılından bu yana yürürlükte olan seçim kanuna göre eğer yapılabilirse 2017 genel seçiminde tekrar aday olamayacak. Bu da Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 1997’den beri ülkeyi yöneten Kabila ailesi için iktidarın sonu demek olacak.

*05.02.2017 tarihinde Yenişafak gazetesinde “Afrika’da demokrasi kültürü derinleşiyor” başlığıyla yayınlanan yazıdır. http://www.yenisafak.com/hayat/afrikada-demokrasi-kulturu-derinlesiyor-260781


Humanitarian Powers: Turkey and Japan 
24 November 2016