Çarşamba, Kasım 08, 2006

Afrika - Tanzanya'dan Notlar


AFRİKA'NIN GERCEĞİ: CÖMERTÇE PAYLAŞILAN FAKİRLİK

Yazan: Asuman KALUFYA


Tanzanya'da toplumun görünen iki yüzü var. Birinci yüzün yansıttıkları, toplumun yüzde doksanını kapsayan fakirliğin getirdiği sefalet manzaraları. İkinci yüz, çoğunlukla diğer etnik grupların oluşturduğu insani yaşam standartlarını yansıtan manzara. Yerli siyahların aksine, Hint, Arap ve Batı kökenlilerin insani standartlara uygun evleri, okulları, hastaneleri var. Düzenli bir işleri ve gelirleri var. Bu iki manzaranın ortaya koyduğu sonuç ise net, orta tabaka yok. Zengin çok zengin, fakirin ise hiçbirşeyi yok. Yerli halkın içine girip, onların hayatlarıyla azıcık hemdem oldumu insan, yüzüne çarpan gerçekler ruhunu şok etmeye, zihnini allak bullak etmeye yeter. Zira bazen fakirliğin boyutları o kadar derinleşir ki, adım attığınız her yerde, üstüne gitmeye çalıştığınız her meselede sefaletin binbir boyutuyla karşılaşırsınız. Fakirliğin beraberinde getirdiği sefalet, sonunda felaketler zincirine dönüşerek devam eder gider. İçinde yaşadığım insanların bu durumunu defalarca müşahade ettim. Gördüğüm, bildiğim, hemdem olduğum insanların fakirlikği sefaleti. Felaket zincirine bağlanmış yaşamlarının ruhi dengemi alt üst ettiği zamanlar çok oldu.


Örneğin Kinondoni semti, Darüs Selam'ın en fakir bölgelerinden biri. Burada yaşyan çok yakınlarım var. İnsanların öbeklendiği daracık sokaklar taş, çukur, çamur, toz ve her türlü pislikle kaplı. Bu sokaklarda karşılaşan iki arabanın yanyana geçmesi şoförlerinin maharetine bağlı. Evler üst üste, yanyana yığılmış karton kutular gibi; eğer bunlara ev denirse. Üç beş ailenin ortaklaşa kullandığı tuvalet niyetine çakılmış tahta veya teneke kabin yeralır evlerin aralarında bir yerlerde. Etrafa yayılmış pis kokulu çöpler arasında cılız tavuklar, civcivler eşelenir. Duvar diplerinde yere oturmuş kadınlar, erkekler, çoğu işsiz güçsüz sadece vakit geçirir. Oyuncağı, salıncağı, kaydırağı olmayan toz, toprak ve çöplerle oynayan çıplak ayaklı, üstü başı kirli, elbiseleri yırtık çocuklar etrafa yayılmış. Her köşe başında mangallarda kızartılan balık, patates, kasava, muz etrafın tozuna, pisine, çöpüne aldırılmadan yenir ve satılır. Afrikalıların vazgeçemeyecekleri tek şey müzik ve dans, Kinondoni'de de yaşamın vazgeçilmezi. İçiçe, sırt sırta kondurulmuş evlerden, derme çatma dükkanlardan en yüksek tondan haykıran yerli rap müziği eşliğinde çılgınca dans eder gençler. Dans ederken de adeta müziğin ve dansın ritminde kendilerini kaybederler. Onları izliyorum... Sanki tüm dünya onları seyrediyormuşcasına yaptıkları işi, yani dansı büyük bir coşkuyla icra ediyorlar. Figürleri sonsuz bir özgüven ve itinayla yerine oturtuyorlar. Takla atmalar, tek ayak üstünde dönmeler, saltolar, sanki onları fakir ve sefil mahallelerinden alıp meşhur diskoların ışıklı, şaşalı pistlerine götürüyor. İşi ve aşı olmayan bu gençler, Michael Jakson ve muadili siyah şarkıcı ve dansçıları her daim dinleye, izleye ve bir gün bu fakirlikten kurtulup onlar gibi olabilme hayaliyle o figürleri öylesine talim etmiş ve benimsemişler ki. Onlar için dünyada belki daha önemli bir şey yok. Sokak ortasında, insanlar arasında, toza toprağa bulanarak, vücutlarının her kıvrımını hareket ettirerek icra ettikleri bu işi, hayatlarının tek gayesi, tek ciddi meselesi gibi algılıyorlar. Michael Jakson ve pek çok ünlü zenci de fakir gettolardan çıkıp sivrilmemişler miydi? Böylece zengin olup fakirlik zincirlerinden kurtulmamışlar mıydı? Neden kendileri de olmasındı? İşte hayatlarını kurtarmanın, fakirliğin zincirlerini kırıp zenginliğe koşmanın yolu. Zira fakirlikten zenginliğe koşmada okul ve eğitim yolu, onurlu bir iş kurma yolu, onurlu bir kazanç elde etme yolu, hemen hepsi kapanmış onlar için. Kinondoni'nin gençleri için.


Okul, eğitim, onurlu bir iş ve iyi bir gelir elde etme yolları kapanmış. Kinondoni insanı için felaketler zincirine takılma ihtimali çok yüksek. Nitekim gün geçmiyor ki, orada bir kavga, bıçaklama, yaralama, yan kesicilik, cinsel taciz, fuhuş olayı duyulmasın. Her köşe başında derme çatma bir bar ve 50-100 şilinge doldurulan kadehler. AIDS, alkolizm, çocuk yaşta fuhuş... Kimse yadırgamıyor, ayılamıyor, çekinmiyor ve gizlemiyor.


Kinondoni'de müslüman da var hıristiyan da. Ama fakirlik ve çaresizlik aynı olunca dini değerlerin anlamı buharlaşıp yok oluyor. Geleneksel olarak müslümanlığına bağlı kalmaya çalışanlarda da en azından ihlas ve saffet neredeyse tamamen tükenmiş.


Belki birçoklarımız bilmez temiz bir toplum içinde yaşamanın kıymetini. Dini ve manevi değerleri ışığında, inancını hayatına taşıyabilmenin, onurlu bir hayat yaşamanın değerini. Oysa öylesine zordur ki, pislik içinde temiz kalabilmek. Çamurlu bir yolda, çamura batmadan yürüyebilmek neredeyse imkansızdır. Hiç yoksa çamur sıçrar paçalarına insanın. İşte Kinondoni'de ve Tanzanya'nın daha bir çok yerlerinde, çamura batmadan yoluna devam etme mücadelesi veren, temiz kalabilmek için adeta debelenen müslümanlar yok mudur? Var ve daima da olacaktır. Ama ne kadar çabalarsa çabalasın çamur bir yerden ona da sıçrıyor. Pislikten kaçabilmenin yolu yok, fakirlik ve sefalet zincirinden kurtulmadıktan sonra. Evet gerçekten başka yolu yok. Bunu ne yazık ki, ruhum alt üst olarak defalarca gördüm. Pisliğe bulaşmadan temiz kalabilmek, çamurda yürüyüp ayaklarını çamurdan koruyabilmek ve böylece hayat yolculuğunu başarıyla tamamlayabilmek dünyanın en zor işidir. Pek çokları bunu bilmez. Dolayısıyla yaşadıkları temiz hayatın ve temiz toplumun da kıymetini bilmez.


Dünyanın başka başka yerlerinde de fakirliğe düçar olanlar vardır elbette. Ama o fakirlik derinleşip sefalete dönüşmeden bir toplumsal destek, bir mümin kardeşin kardeşine yardım eli veya bir sosyal dayanışma ya da bir sosyal devlet desteği ulaşır. Belki de fakirliğe son verecek çözümler üretilir. Eğer bunlardan hiçbiri olmazsa Afrika'daki vahim durumlar, sefalet ve felaket manzaraları hasıl olur. Nitekim Tanzanya'da olduğu gibi pek çok Afrika ülkesinde fakirliğin önünü kesecek idari çözümler üretilmediği gibi, fakirlere yardım eli uzatacak sosyal ve siyasi kurumlar da yok. Halkın çoğu zaten fakir. Cömertçe paylaştıkları tek şey, fakirlik. Paylaşacak daha fazla şeyleri yok. Zaten bir tas olan aşı, lokma lokma paylaşıyorlar. İki göz kibrit kutusu evi 10-12 nüfus paylaşıyor. 3-5 evin halkı küçücük bir teneke kabini tuvalet, banyo ihtiyacı için paylaşıyor. Bir çeşmeyi 10-15 evin halkı paylaşıyor, ya da bir su kuyusu tüm mahalle veya köy halkının ortak ve tek su kaynağı oluyor. Adı okul olan tek sınıflı bir kulübeyi ilkokul çağı her yaştan 40-50 çocuk paylaşıyor. Öğrenci yurtlarında tek kişilik bir yatak 2, hatta 3 öğrenci tarafından paylaşılıyor. Varsa elbise, ayakkabı, çanta vs. herkes birbiriyle paylaşıyor.


Aslında paylaşımın en büyüğünü, en hadsizini gördüm burada. Onlar yoklukta, kılıta, azlıkta paylaşanlar. Ellerinde ne varsa tümünü taksim edenler. Bollukta, çoklukta paylaşmak kolay. Biz hep kolay olan infakı yaşadık. Oysa zor olan, onları yaptığı gibi yokken verebilmek, azken paylaşabilmek. Bir şekeri 3-5 çocuğun sırayla yaladığını gördüm. Bir bisküviyi ön dişlerini itinayla kullanarak, diğerinin ıssırık hakkına tecavüz etmeden koparma becerisini gösteren halka olmuş çocuklar gördüm. Bir çift terliğin teki kendi ayağında, diğeri başka çocuğun ayağında tek tek kullanıldığını gördüm. Bir tas mısır unu bulamacını sağ ellerinin parmak uçlarıyla minik minik koparıp yiyerek 8-10 kişinin doyduğunu gördüm. Donatılmış masalardan aç kalkanların aksine onlar her zaman az yiyip tok olmak zorunda olanlar. Hesapsızca tüketip yine de gözü, gönlü doymayanların aksine onlar tüketmeden doymak zorunda olanlar. Her şeyin fazlasıyla sahibi olup yine de mutlu olamayanların aksine, onlar hiçbir şeyi olmayan mutlular. Bolluk içinde yokluktan yakınıp şükrü diline ve gönlüne getiremeyenlerin aksine, onlar yokluk içinde şükredebilenler. Ve sahip olduğu zenginlikleri başkalarıyla paylaşamayanların aksine, onlar sahip oldukları herşeyi pervasızca paylaşanlar. Onlar fakirlik ve sefalet zincirleriyle başetmek zorunda olan mahsun kullar.

Asuman Kalufya
16.05.2006
Darus'Selam
Köy Çocukları

Salı, Kasım 07, 2006

GÜNEY AFRİKA MÜSLÜMANLARINA DAİR

GÜNEY AFRİKA MÜSLÜMANLARINA DAİR
Yazan: Faik DENİZ

Müslümanların Güney Afrika serüveni 1648 de başlar. Bu tarihten sonra, bilhassa 1700’lerden sonra, Hollandalılar ve İngilizler, Malezya ve Hindistan’dan birçok kişiyi değişik işlerde kullanmak amacıyla, köle olarak, bu ülkeye getirmişlerdir. Çok azda olsa bir kısmının işadamı olarak geldiğini not etmekte fayda var. Getirilmesinden Murat ihtiyaç duyulan iş-gücünü sağlamakla beraber siyah ırk ile kolonyalist beyaz ırk arasına tampon, ara, bir ırk yerleştirmekti. Buna nüfusu kendilerinden çok fazla olan siyahlarla beraber olmanın muhtemel tehlikesine karşı öngörülmüş bir tedbir de diyebiliriz. Bugün hala, gecen bunca zamana rağmen, Malay ve Hintlilerin bu iki aşırı uç arasında tampon olma vazifesi gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz

Güney Afrika Müslümanlarının yaklaşık 350 yıllık kölelik ve baskı döneminde ‘islami değerler’ onların en büyük dayanak ve direnç noktası olmuştur. Siyasal ve kültürel olarak dıştan çetin bir kuşatmaya maruz kalan Güney Afrika müslümanları, dinin iç dinamikleriyle tamemen yozlaşmaktan ve asimile olmaktan korunmuşlardır.

Hintliler ve Malaylar da genelde Müslüman olmayan Siyahların maruz kaldığı benzer baskı ve kolonyal bir süreçten geçmiştir. 150 yıl boyunca (1654-1840) müslümanların mescid inşa etmelerine, islami öğretmelerine ve herhangi bir şekilde dini amaçlı toplanmaarına izin verilmemiştir. Kanunen yasaklanmıştır. Böyle yapanları, mal varlıklarını ellerinden almak, ülkeden çıkarmak ya da ölüm cezasına çarptırmak suretiyle cezalandırdırmışlardır. Milliyetçi Partinin (National Party) 1948’ de başlattığı ‘Apartheid’ de yanı ırk esasına dayanan, beyaz ırkın üstün, siyah ve diğer tonlarının aşağılık ve düşük sayıldığı ayrımcı sistemde, Musulümanlar da Siyahlar gibi belli gettolarda yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bütün bunlara rağmen Hint ve Malay müslümanları değerlerini kaybedip tümüyle parçalanmamışlardır. Aksine bu dışsal baskı, içsel olarak bütünleşmerine sebeb olmuştur.

Siyahlar, Hintlilerin ve Malayların aksine, tümüyle değerlerini kaybeden neye nasıl niçin inandığı belli olmayan garip bir millet olmasında, onların Hintliler ve Malaylar gibi onları da motive edecek sağlam içsel değerlerden yoksun oluşlarına bağlamak mümkündür. Siyahların sosyal, siyasi ve bireysel duruşlarını belirleyecek ciddi zihni ve manevi güç kaynaklarından yoksun oluşları, onları sömürgeci ve kapitalist saldırılar karşısında kırılgan yapmıştır. Çünkü var olan değerleri sömürgeci-Avrupai etkiler karşında erimiştir. Siyahlar kültürü ve değerleriyle kırılmaya uğramış mecralarını kaybetmişlerdir. Bugünlerde toparlanma emareleri görülsede bunun ciddi bir toparlanma olduğunu söylemek çok zor.

1994 devriminden sonra bu ülkenin büyük pazarı herkese açıldığı gibi siyahlarada açılmıştır, fakat siyahların şahsi girişimciliğin eksikliği sebebiyle olsa gerek şimdilik bu piyasada çok etkin olduğu söylenemez. Burada normal bir toplumla karşı kaşıya değiliz, yüzyıllardan beri devam eden sömürgeçiliğin ortaya çıkardığı öz-güvenden yoksun pasifleştirilmiş bir toplumla karşı karşıyayız. Bununla bereaber siyah nüfusunun yüzde çoğunun Eidse musallat olduğu gerçeği vahim bir tablo ortaya çıkarıyor.

Siyahlar hala bunu önlemek için ciddi bir kararlılık gösterememişlerdir. Siyahların tek umudu tıbbın bulacağı bir ilaç. Halihazırda önerdikleri tek çare: kondom. Müslümanların önerisi ise aile kurumunun güçlenderilmesi. Pek net olmayan bu ortamda siyahların en belirgin eğilimlerinin, kapitalistleşme ve kültürel olarak hıristiyanaşma olduğu söylenebilir.

Hintli müslümanların Afrika’ya geldiklerinde yaptıkları ilk icraat yerleştikleri yere küçük bir mescid açmak olmuştur. Hemen akabinden çocuklarını eğitecekleri medrese tesis etmişlerdir. Mevlana dedikleri hocalarını da Pakistan ve Hindistandan getirtmişlerdir. Böylece Hint- İslam düşüncesi burada devam etmiştir. Bu medreseler zamanla kendi hocalarını yetiştirmeye başlamıssada Hindistan ile bağlarını sürekli korumuşlardır. Bu iki kurum hintli müslümanların geleneksel düşünce dünyasını oluşturan ve şekillendiren en önemli iki kurum olmuştur. Modern ilimlerin öğretilmesi gerekliliğinden hareketle 1980 sonra medreselerin hariçinde İslami Okullar ( Müslim Schools) açmışlardır. Bu okullar hem dini hemde islami ilimlerin okutulduğu okullarıdir. Yeni okulların açılması medresenin önem ve hayatiyetine helal getirmemiştir. Toplumun önderlerinin( Mevlanaların) hemen hemen çoğunun hala medreselerden yetişmiş ve yetişiyor olması bunun delilidir. Düşünce bakımından farklı eğilim ya da yöntemlerinin olduğunu söylemek çok zor çünkü her iki kurumunun aynı sivil toplum kuruluşu ( tebliğ cemaatı) tarafınfan organize ediliyor. Ama her iki kurumun birbirinden farklı misyonları eda ettiği muhakkak.

Medrese ekolü dini düşüncenin toplum içerisinde güçlü birşekilde varolmasını sağlamakla birlikte bir kaç proplemi beraberinde getirdiği söylenebilir.

1. İhtiyaç fazlası mevlana yetiştirmesi: yetişen mevlanaların istihdam dileceği cami ve medreseler sınırlıdır. Yıllar süren eğitimin ardından mezun olan mevlanaların daha sonra ticarete atıldıkları görülmüştür. En trajik olanı buralardan mezun olan siyah muslumların durumudur. Bunlar ne kendi medreselerini oluşturabiliyorlar nede kolay kolay ticarete atılabiliyorlar. Bütün medrese ve dini okulların Hintliler tarafından oluşturulup kontrol edilmesi bu kurumlarda siyahların iş bulma imkânı çok sınırlandırıyor.

Bu potansiyelin daha farklı alana kanalize edilerek faydalanılması gerekir. Yönlendirme ya da daha aktif faydalanması projesi sadece Güney Afrika düşünülerek değil bütün Afrika ve ihtiyaçları düşünülerek istihdam edilmeleri gerekmektedir. Afrikanın değişik bölgelerinde kurumlamlar açılark mezun olanlar oralarda istihdam edilmelidir.

2. Orta afrikadan güney afrikaya kadar bütün ülkelerde müslümanların nüfus bakımından azınlık olduğunu düşündüğümüzde bunlara sadece medreseyi eğitim ocağı olarak sunmak müslüman azınlıklara büyük zarar verdiği muhakkaktir. Sadece medrese eğitiminin olduğu yerlerde müslüman azınlıklar ülkenin siyasal, sosyal ve kültürel ağından soyutlanarak kendi içine kapanik, hatta kendi ihtiyaçlarına dahi cevap veremez duruma gelmişlerdir. Güney afrika hariç sadece medresenin eğitim kurumu olduğu siyah ülkelerde müslüman doctor, müslüman mühendis, müslüman öğretmen, müslüman politikacı görmek adeta imkânsızlaşmıştır. Dolayısıyla müslümanlar hem sayısal olarak azalmış hemde ülke içinde etkilerini büyük ölçüde yitirmişlerdirdir. Çünkü modern eğitim veren okullar misyonerlere ait oluğundan o okullara giden müslüman çocuklar zamanla hıristiyanlaşmışlardır. Mozambik bunun için güzel bir örnek sayılabilir.

3. Bazı müslüman ülkeler siyah müslümanlara ilahiyat fakültelerinde okumak üzere burs veriyorlar. Takdire sayan bir davranış. Ünüversiteyi bitirdikten sonra kendi ülkesine dönen siyah öğrenciler nerde istihdam olunacakalar? Medreselerde mi? Kaç medrese var ki? Ekonomic özgürlüğünü kazanamamış, sıkıntılarla pençeleşen toplum ve önün bireyinden dine hizmet etmesini beklemek çok idalist ya da gerçekçi olmayan bir beklentidir. Emek verilmiş bu müslümanlar, toplum çarkları arsında ezilip kayboluyorlar. Dolayısıyla müslüman ülkelerin burslarını tahsis ederken yeniden düşünmesi gerek. İlahiyat için burs ayırdıkları gibi tip, mühendislik, sosyal ve siyasal bilimler için de Afrika öğrencilerine burs vermelidirler. Eğer böyle yaparlarsa müslüman siyah öğrenciler, ükelerine gittiklerinde rahat iş bulabilir toplumlarına her yönden katkıda buludukları gibi ilahiyat mezunu ogrencilere de hizmet edebilmeleri için gerekli desteği sağlamış olacaklardır.

4. Medrese modelinden ziyade hem dini hemde modern ilimlerin okutulduğu okullar afrika sathında geliştirilmelidir. Dini ilimler o öğrencilerin manevi hayatını tanzim ettiği gibi kendi kimlik ve benliklerinide muhafaza etmesini sağlayacaktir. Bunu söylerken medreseye toptan ret etmeyi doğru bulmuyoruz. Medresenin ifa edeceği diğer kurumların ifa etmekte zorlanacakları fonksiyonarı vardır. Dolayışyla medrese de toplumun ihtiyaç duyduğu kadarıyla kadar korunmalıdır.

Güney afrika müslümanları siyasetle yakın ilişkileri olmuştur. Güney afrika tarihinde siyasete atılan ilk kişi Osmanlı’nin 1873’te oraya göndediği Ebubekir Efendinin oğlu Ahmet (Achmet) olmuştur (1894). Bu İngilizleri çok tedirgin etmiş seçimlere aday olmaması için kanun değişikliği dahi yapmışlardır. Sömürgeci ve Apartheid dönemlerinde birçok Müslüman ‘Afrika Ulusal Congresi’ (ANC) çatısı altında önün değişik kademelerinde özgürlük mücadelesine katılmışlardır. Müslüman çoğu parasal yardım ile Siyahların bu organizasyonuna destek vermiştir. Bu yüzden birçok müslüman hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş ve canlarını vermişlerdir. İmam Abdullah Harun bunlardan biridir. Bütün bu ortak çabalar netice vermiş Mandela 27 yıllık hapisten sonra çıkmış ve Apartheid 1994’te yıkılmıştır. Müslümanlar ilk defa oy kullanma hakkı elde etmiş ve bu ülkenin bütün vatandaşlık haklarına sahip eşit yurttaşları olmuşlardır.

400 yılldır beklenen özgürlük gelmiş, Siyahi, Hindlisi, Malayı, Beyazı ve renklisi ve renksizi özgür olmuştur. Dünyanın en özgürlükçü anayasasını oluşturulmuş, insanlar arasındaki fiziki engeller kaldırılmıştır. Fakat şuuraltlarına çizilmiş sınırların 94’ ten bu yana ortadan kalktığını söylemek çok zor. Siyahların ve Hintlilerin siyasal özgürlükleri, şuuraltlarının yıllardır maruz kaldığı baskı zincirini kıramamıştır. Onlar hala beyazlar karşısında psikolojik eziklik hissettikleri kesin. Bu özgürlüğün de kazanılması için en az bir kuşağın değişmesi gerek.

Beyaz, Siyaha ve Hintliye ‘ben’ sizden üstünüm demiş öyle muamele etmiştir. Maalesef Hintliler de Siyaha donmuş, belki alenen söylemesede davranışlarıya, üstünlüğünü ima etmiştir. Bu davranışlarının siyahlar için kaba ve incitici olduğu döylenebilir. Müslümanın zihni dünyasında olmaması gereken ırkçılığın Hintli Müslümanlar sırayet etmesinde iki neden sayılabilir. Evvela onları yargılarken olayın yanlışlığı veya doğruluğundan ziyade onları anlamaya çalışmak daha doğru olsa gerek (anlamaya çalışmanın bir yönüyle hak verme olarak telakki edilebilme ihtimaline binaen bu çabanın ustu örtülü bir şekilde de olsa bu yanlısı meşrulaştırma gayreti olmadığını belirtmek isterim). Apartheid döneminde toplum ırklara bölünerek hakları ırklarına göre tanzim edilmiştir. Değer ve ırk kavramı adeta bütünleşmişti. Beyaz herzaman iyi siyah herzaman kötüydü. Bu çirkin düşüncenin Hintli Müslümanlar arasında neşvu-nema bulmasına sebep olduğunu söylenebilir. İkinci bir sebep te kast siteminin hala bugün Hint kültüründe hayatiyetini sürdürüyor olmasıdır. Kast sistemi de toplumu belli hiyaresiye göre dörde böler ve birini diğerine üstün tutar. İşin ilginç tarafı Hindistandaki cast sisteminde üst sınıfın ten renkleri alt sınıf castlara nazaran daha açık olduğu biliniyor. Kendini siyahtan daha açık tenli gören Hintlilerin siyahları aşağı ırk görmesinde bunun meşrulaştirici bir rol oynayabileceği söylenebilir.

Güney Afrika’da İslamiyet Hintlilerle özdeşleşmiştir. Bundan dolayı Siyahlar, uzun bir sure, islamiyeti sadece Hintlilerin din olarak telakkı etmişlerdir. Hintli olmayan bir müslüman gördüklerinde şaşırdıkları defaatle müsahade etmişimdir. Hintlilerin islamiyet gibi bir değeri sadece kendilerine mahsus kılma eğilimleri ve siyahlara davranış biçimleri iki millet arasına belli bir mesafe koymuştur. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde İslamin neden Güney Afrika Siyahları arasında yayılmadığını anlayabiliriz.

1994’ten sonra her türlü rahatlığa kavuşan müslümanlar şimdilerde değişik proplemler ile karşı karşıya kalmışlardır. Daha önce devletin belirlediği bölgede kalmak zorunda olan müslümanlar devrimden sonra istedikleri yere taşınmışlardır. Bir başka deyişle dış etkilere kapalı bir ortamdan dış etkilere açık hale geldiler. Bu durumdan en çok gençlerinin etkilendiği söylenebilir. Bir yönüyle ciddi bir kimlik kirizi yaşadıkları söylenebilir: Geleneksel Hint-Müslüman kimliği ile seküler kimlik arasında bir kimlik kirizi.

Baskı döneminin şartlarında doğan gelişen islami cemaatler ve onların metodlarının gençleri yeni dönemde tümüyle tatmin ettiği söylenemez. Yeni dönemde toplumun müslüman öderlerinin yeni şartları iyi okuyup tahlil etmesi gerekir. Yetişen yeni kuşağın özellikle üç mühim husus arasında sağlam bir denge kurmaları gerekmektedir.

1. kendileriyle içinden çıktıkları toplumaları arasında keskin bir kırılmaya mahal vermeyecek sağlam bir duruş sahibi olmaları gerekir.(müslüman toplumun kendi içinde kuracağı ilişkiye işaret eder)
2. bunu yaparken beraber yaşamak zorunda oldukları diğer milletlerle olgun ve onurlu olduğu kadar her türlü nefret duygusundan arınmış bir ilişki kurmalıdırlar.
3. herikisini de yapabilmek içinde kendilerini toplumda saygıdeğer kılacak kabiliyetlerle donanmış olmaları gerekir. Çünkü kabiliyet ve yetenek de bir güçtür.

Bunu başarmak için her bir ferdin ‘zaman’, ‘kabiliyet’ ve ‘topluma hizmet’ arasında arasında sağlıklı bir denge gözetmesi gerekir. Bu aslında insanın vaktini nasıl tanzim etmesi gerektiğine işaret eder. Vaktinin tümünü sadece kendine yâda herksein kendine göre tanımladığı topluma hizmete ayırma dengesizliğinden, zamanın daha tutarlı dengeli bir şekilde hem kendine hemde topluma ayırma başarısıdır. Kendine zaman ayırmaktan kasıt belli kalitede yetenek ve vasfı elde etmek için harcanması gereken çabaya işaret eder. Bu caba toplumu hedefleyen bireyi ihmal etmeyen bir planlamadır.

Son olarak bir kaç noktayı değinerek bu yazıyı bitirmek istiyorum. Müslümanlar bütün nüfusun sadece % 3 ünü oluşturmalarına rağmen toplumda büyük ölçüde hissedilen ağırlıkları var. Ulusal düzeyde bir gazeteleri yok ama haftalık yayınlanan ve ücretsiz dağıtılan gazete dergi karışımı bir kaç yayınları var. Ulusal çapta yayın yapan iki radyoları mevcut: Radio İslam ve Channel İslam. İngilizce yayın hayatına yeni başlayan bu yönüyle de ilk ve tek olan bir televiziyon kanalına sahipler: iTV. ‘Gift of Givers’, ‘The Al-İmdaad Foundation’ ve ‘The Crescent of Hope’ gibi uluslararası arenada hatırı sayılan bir kaç insani yardım kuruluşunuda başarıyla organize ettikleri söylenebilir.