Salı, Kasım 29, 2016



İNSAMER-AFRİKA DERSLERİ 3

Sömürgeciliğin Afrika'da Bıraktığı Miras ve Bağımsızlık Süreci

İNSAMER-AFRİKA DERSLERİ 1

Türkiye'de Afrika Algısı ve Kıta Hakkında Genel Bilgiler
SOMALİ İZLENİMLERİ
Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 5 Ağustos 2016

Hava limanından çıkan aracımız türlü türlü bariyerleri ve kontrol noktalarını aştıktan sonra şehir merkezine doğru ilerliyor. Mogadişu’nun merkezinde ana cadde üzerinde yer alan Ambassador Hotel bombalanalı henüz birkaç gün olmuş. Otel binası ve çevredeki binalar harabeye dönmüş vaziyette. Camlar patlamış, duvarlar yıkılmış, sıvalar dökülmüş… Resmî kayıtlara göre saldırıda 16 kişi ölmüş ama halk daha fazla kişinin hayatını kaybettiğine inanıyor. Yaralar sarılırken vakit kaybetmeden binalar da onarılmaya başlanmış. Ramazan ayının ilk günlerindeyiz.
Yolda gördüğümüz otel enkazını saymazsak şehirde hayat normal akıyor. Bombalı saldırılara rağmen caddelerde insan kalabalıkları var; dükkânlar işliyor. Kısa sürede her şey normale dönmüş bile, en azından bir sonraki bombalı saldırıya kadar.
2012 yılının başlarındaki ilk ziyaretimin ardından yeniden Mogadişu’dayım. Dört yıllık zaman farkına rağmen şehir hem çok değişmiş hem de hiç değişmemiş gibi. Türkiye’nin girişimi ile bazı ana yollar asfaltlanmış, caddelere aydınlatma direkleri dikilmiş ve çevre daha temiz görünüyor. 2011 yılının açlık krizini hatırlatan sağda solda konaklayan mülteciler ve derme çatma mülteci çadırları kaldırılmış. Sokaklar daha canlı. 2011 yılında yaşanan trajedi üzerine apar topar Somali’ye koşturan çok sayıda sivil toplum kuruluşunun yerinde yeller esiyor. Bu iyileşmelere rağmen şehrin büyük bir bölümü hâlâ harabe sayılır. Yıkık duvarlar ve kurşun izleri eski günleri hatırlatıyor. Yer yer karşımıza çıkan kontrol noktaları ve AMISOM birliğine ait askerî araçlar güvenlik tehlikesini zihinlerde hep canlı tutuyor. Her an yeni bir bombalı saldırı olabilir. Bu yüzden sıkı güvenlik tedbirleri uygulanıyor ya da en azından böyle bir hava veriliyor.
Somali’de yaşamın sırrı, özellikle yabancılar için, güvenli bir adacık oluşturmak. Gittiğimiz tüm kurum ve kuruluşlar bu yola başvurmuşlar. Yüksekçe duvarlar, bina önüne ve içine yerleştirilmiş paralı askerler, beton bariyerler yardımıyla alınmış güvenlik önlemleri olmazsa olmaz hâle gelmiş. Gene de el-Şebab gibi operasyon kabiliyeti yüksek gruplar bu engelleri aşabiliyor, zor hedeflere saldırabiliyor.
Ruhî yönden insanı yıpratan böyle bir atmosfere rağmen bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı hiç de az değil. İş yeri kurmaya çalışan, dükkân işleten, okumaya çalışan insanların masum gayretleri olmasa şehrin normal akışına dönmesi pek mümkün olamazdı. 1991 yılından beri yaşanan yıkıcı iç karışıklık ve çatışmalar karşısında bu küçük çabalar hâlâ şehri ve ülkeyi ayakta tutuyor. Somali insanları ayakta kalma isteğini ve gayretini patlayan her bombayla yıkılan morallerini tekrar ayağa kaldırarak sürdürüyor. Bunca yıllık iç savaş bunu öğretmiş insanlara: Silahlara rağmen hayata devam. Somali bugün hâlâ varsa bu direnme ruhu sayesinde var.
Somali halkının bu takdire şayan hayatta kalma mücadelesine destek olan ülkelerin başında Türkiye geliyor. 2011 yılından bu yana gerek devlet kurumları gerekse de sivil toplum kuruluşları eliyle pek çok proje gerçekleştirildi Türkiye tarafından. Mogadişu’nun merkezinde yaptırılan ve sağlık bakanlığınca işletilen Recep Tayyip Erdoğan Hastanesi henüz tam kapasite çalışmasa da sağlık sektöründeki büyük bir boşluğu dolduruyor. Türkiye’den giden sağlık personellerinin üçer ya da altışar aylık periyotlarla kaldığı bu hastane büyükçe bir kampüsün içerisinde. Çalışmaya gelen Türkiyeli personelin hastane dışına çıkışı ise güvenlik gerekçeleri ile oldukça sınırlı. Hastane yöneticilerinin verdiği bilgilere göre Somali’de tüberküloz (verem) vakalarının çok yaygın olduğunu öğreniyoruz.
Şehrin ana arterlerindeki yollar Türkiye’nin desteğiyle asfaltlanmış. Bazı caddelere Anadolu, İstanbul gibi isimler verilmiş. Hava limanı ve şehrin ana limanı Türk şirketleri tarafından işletiliyor. Somali vatandaşlarının Afrika dışına uçuşları Türk Hava Yolları üzerinden sağlanıyor. Türkiye’nin yeni açtığı büyükelçilik binası ise ülkenin en büyük kompleksi. Bu da Türkiye’nin Somali’ye verdiği önemi gösteriyor sanırım.
Ülkede tarım alanından sağlığa kadar pek çok alanda Türkiye’nin desteğini ve projelerini görmek mümkün. Sivil toplum kuruluşlarından İHH İnsani Yardım Vakfı ve Yardımeli Derneği’nin güzel çalışmaları var. İHH Somali’nin en büyük yetimhanesini işletirken TİKA’nın desteği ile Somali’de tarım potansiyelinin geliştirilmesi adına tarım destek projeleri ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın desteği ile su projeleri gerçekleştiriyor. Şehrin biraz dışında, Hint Okyanusu’nun hemen kıyısında yükselmeye başlayan yeni bir kompleks daha var. Yaklaşık 600 dönüm arazi üzerine inşa edilen üs askerî eğitimler için kullanılacakmış. Türkiye’den gidecek birlikler burada Somali ordusunu eğitecekmiş. Bu askerî eğitim kompleksinin faaliyete geçmesiyle Somali’de güvenliğin daha da iyi olacağına inanılıyor.
Somali’nin yaşadığı en önemli sorunlardan biri terör sorunu elbette. Sağda solda patlayan bombalar insanların gündelik hayatını zaman zaman tehlikeye sokuyor. Diğer önemli bir sorun ise ülkede bir türlü sağlanamayan siyasi birliktelik ve bütünleşme. Somali diye adlandırdığımız toprak parçası üzerinde dış dünyanın tanımadığı de facto ülkecikler bulunmakta. Somaliland, Putland, Jubaland, Galmudug bunlardan bazıları. Bir de el-Şebab örgütünün denetiminde bulunan topraklar var. Bu haliyle Somali oldukça parçalı bir yapı arz ediyor.
Somaliland bu parçalanmışlığın en fazla hissedildiği yer kuşkusuz. Uçağımız Somaliland’in başkenti Hargeysa’ya indiğinde giriş için vize almamız isteniyor. Mogadişu’da verilen giriş vizesi burada geçersiz. Yeni bir ülkeye ayak basmış muamelesi yapılıyor. Hargeysa şehir merkezi oldukça sakin, Mogadişu’da görmeye alıştığımız asker ve polis araçları yok ortalıkta. İnsanlar sakin sakin işlerine güçlerine dalmış vaziyetteler. Mogadişu’da sık sık karşımıza çıkan kontrol noktaları da burada yok. Güvenlik açısından herhangi bir olumsuzluk hissedilmiyor. İnsanların kılıf kıyafetlerinde, yaşam biçimlerinde ve konuştukları lisanda önemli bir farklılık görünmüyor.
4 milyon nüfusa sahip olan Somaliland 1991 yılında bağımsızlığını ilan ederek Somali’den ayrılma isteğini duyurmuş bir bölge. O tarihten bu yana da bağımsız hareket etmiş hep. Kendi para birimi, merkez bankası, bayrağı, pasaportu, anayasası, ordusu, polis gücü, meclisi ve hükümeti var. Her ne kadar Birleşmiş Milletler nezdinde bağımsızlığı kabul görmese de Somaliland ülke olma iddiasını her fırsatta tekrarlıyor. Somaliland’in Etiyopya, Cibuti, İsveç, Güney Afrika ve İngiltere ile özel ilişkileri bulunmakta. Bu bölge de Somali’nin geri kalanı gibi tarım, hayvancılık ve balıkçılık sektörleri ile ayakta durmakta.
Mogadişu ile Hargeysa arasında anlaşma sağlanamadığı müddetçe bu bölünmüşlük devam edeceğe benziyor. İki tarafın temsilcileri zaman zaman bir araya gelseler de henüz birleşme adına somut bir adım atılmadı. Somaliland’in bağımsızlık isteği Somali’nin siyasi bütünleşmesinin önündeki en büyük engel. Sadece bununla da sınırlı değil; el-Şebab tarafından kontrol edilen hatırı sayılır büyüklükte bir toprak parçası da var. Putland ve Jubaland ise daha otonom özelliklere sahipler. Tablo bu şekilde ortaya çıkınca Somali için iki önemli gündem; ulusal güvenlik ve ulusal bütünleşme olarak ortaya çıkıyor. Bu iki sorunun alacağı hâl Somali’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğini de gösterecektir.


Seyahat süresince gösterdikleri misafirperverlik dolayısıyla Zemzem kurumu çalışanlarına ve özveri ile Somali’de tarım sektörünü canlandırmaya çalışan Halim Kesici Bey’e teşekkürlerimi sunarım. Somali’nin eski güzel günlerine bir an önce kavuşması dileğiyle…
15 TEMMUZ SONRASI DEVLET-HÜKÜMET BÜTÜNLEŞMESİ
Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 22 Temmuz 2016

15 Temmuz gecesi ülkemiz zorlu anlar geçirdi. Ordu içinde Fethullah Gülen’e biat etmiş bir grup asker (FETÖ/Fethullahçı Terör Örgütü) darbe girişiminde bulunarak mevcut yönetimi devirmeyi denedi. O gece tüfek ve tank namluları sadece sivillere değil devleti temsil eden vali, kaymakam, belediye başkanı ve emniyet mensuplarına da doğrultuldu. Darbe girişimine karşı koyan kim varsa susturmak adına silahlar ateşlendi, füzeler atıldı, tanklar araçları ve insanları çiğnedi. Yaşananlar bir savaştan farksızdı. Hep birlikte bir cemaatin cinnetine şahit olduk. Kimse bu kadarını beklemiyordu.
Cemaat denen yapının vitrin kısmında her zaman Fethullah Gülen’in kendisi, kitapları, dergileri, ona bağlı sivil toplum kuruluşları ve eğitim kurumları yer aldı. Dinî vaazlar, hoşgörü ve diyalog mesajları, demokrat söylemler dillerden hiç düşmüyordu. Halk hep bu vitrine baktığı için şüphe çekecek bir unsur bulmakta zorlanılıyordu. Basına yansıyan kareler bu yapının istihbarat işlerine, darbe girişimi gibi alengirli işlere bulaşacağına ihtimal verilmeyecek kadar saf ve temizdi. O yüzden pek çok insan dini kullanan böyle bir cemaatin böylesine karanlık bir yüzünün olacağına hiç ihtimal vermedi.
Ancak bu vitrinin gerisinde yıllardır büyük bir gizlilikle yürütülen planlı ve programlı bir teşkilatlanma vardı. Ordu, yargı, emniyet, bürokrasi ve hatta Türkiye’nin dış temsilciliklerinde önemli noktaları tutan güçlü bir yapıydı bu. Hedef ise bir gün topyekûn Türkiye’yi ve kurumlarını ele geçirmekti. Hatta başka ülkelerde de benzer şekilde örgütlenildiği için günü geldiğinde bu ülkeleri de tek tek ele geçireceklerdi. Bu tehlike Türkiye için püskürtülmüş olsa da bu yapının güçlü olduğu Tanzanya, Uganda gibi ülkelerde bu risk hâlâ bulunmaktadır.
Türkiye’deki İslami hareketin ana motivasyonu hep iktidar (hükümet) değişikliğine odaklanırken cemaat denen bu yapı iktidardan ziyade devletin kurumlarını ele geçirmeye odaklanmıştır. 90’lara kadar İslami hareket içerisinde yer alan oluşumların çoğunluğu, iyi bir hükümetin iş başına gelmesinin Türkiye’de daha özgür bir ortam doğuracağına inanmışlar ve çalışmalarını bu doğrultuda organize etmişlerdir. Bunun aksi yönde hareket eden Fethullah Gülen Cemaati ise hükümetten ziyade devlet organlarına sızmalarla güç elde etmeye yönelmiştir. Bugün kamuda tasfiye edilenlerin sayısına bakıldığında cemaatin yıllar içinde elde ettiği güç de ortaya çıkmaktadır.
Bu durumun doğal sonucu olarak son 13 yıllık Ak Parti iktidarı boyunca şöyle bir paradoks yaşanmıştır: AK Parti, iktidarı elinde tuttuğu halde devlet kurumlarına yeterince nüfuz edememenin sıkıntısını yaşarken FETÖ yapılanması bunun tam tersine, devlet kurumlarındaki nüfuzuna rağmen hükümete (karar alıcılara) tesir edememenin sıkıntısını yaşamıştır. 15 Temmuz gecesine kadar süren bu paradoks, 16 Temmuz sabahı sonunda çözüme kavuşmuştur. Darbe girişimi gecesi iktidar da cemaat de elindeki bütün imkânlarını seferber ederken denklemin sonucunu halkın aldığı tavır belirlemiştir. Ve devlet-hükümet bütünleşmesi AK Parti lehine sonuçlanmıştır. FETÖ mensubu kadroların devlet içinden temizlenmesi ise bu bütünleşmeyi daha da güçlendirecektir.
Cemaat yapılanmasının devlet içinde bu şekilde organize olmaya çalışması elbette ortaya çıktığı dönemin siyasi ve sosyal konjonktürü ile yakından alakalıdır. Dinî pratiklerin gereği gibi yaşanamadığı bu atmosfer içindeki baskı ve yıldırmalar dinî cemaatler ve toplumun fertleri üzerinde çeşitli travmalar doğurmuştur. Cemaatin devlet içinde bir yandan örgütlenme bir yandan da gizlenme çabası, bu travmalardan biridir. Askeriye içindeki mensuplarına yönelik soru çalma, gözle namaz kılma, içki içerek kamufle olma gibi duruma uygun keyfî icazetler arttıkça ahlaki bozulma da artmıştır. İstemedikleri kişilerin ayağını kaydırmak için dinleme ve görüntüleme gibi çirkin şantaj yollarını kullanarak kendi mensuplarının önünü açan bu yapı, haksız yoldan elde edilen güçle hakkın tesis edilemeyeceği gerçeğini hiçbir zaman anlayamamıştır. Yaşanan son olay da bunu gözler önüne sermiştir. Ellerindeki muazzam silahlı güce rağmen halka ve seçilmiş iktidara boyun eğdirememişlerdir. Türkiye’deki dinî grup ve birlikteliklerin bu tecrübeyi iyi okuması bu açıdan önemlidir.
Bütün bu tablo karşısında insan sormadan edemiyor: Geçmiş yıllarda dindar kesim üzerinde uygulanan baskı ve zorlamalar olmasaydı, Türkiye’de daha özgür bir ortam tesis edilmiş olsaydı, bugün bu travmayı yaşar mıydık? Sanırım başka sıkıntılar gene olurdu ama bu toplum bu derece kanlı bir geceyi yaşamazdı. Yine de her şeyin en iyisini Allah bilir diyelim ve yaşanan üzücü hadiseden gerekli derslerin çıkartılmasını temenni edelim.
NİJERYA'NIN KIŞI
Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 21 Eylül 2016

Afrika kıtasının en büyük ekonomisi Nijerya son yıllarda petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle resesyona (durgunluğa) girmiş halde. Ülkede devletin gelirlerinde %33’lük oranda bir düşüş yaşanırken buna bağlı olarak önemli bir bütçe açığı oluşmuş durumda. Son 25 yılda daima genişleyen Nijerya ekonomisi ilk kez %2’lik eksi büyüme gösteriyor. Nijerya’da iş başında bulunan Muhammed Buhari 11 milyar dolarlık bütçe açığını kapatmak için Dünya Bankası, IMF, Afrika Kalkınma Bankası ve Çinli bankalardan yardım istemeye hazırlanıyor.
Nijerya’daki APC (All Progressive Congres) idaresindeki mevcut hükümet, uluslararası düzeyde baskı altında. İçeride Boko Haram terörü, organize yolsuzluk ve gıda krizi ile mücadele eden hükümet, dışarıda da Nijerya’nın İslamlaştığı, istikrarsızlaştığı ve yönetimin otokratikleştiği yönünde eleştirilere maruz kalıyor. Nijerya’da işlerin kötüye gittiğini ima eden uluslararası kurumların hazırladığı raporlar peş peşe yayınlanıyor.
Nijerya’yı sadık bir müttefik olarak gören Amerika’dan bile Buhari karşıtı demeçler yükselmeye başladı. Kongre üyelerinden Tom Marino yazdığı bir mektupla John Kerry’den ülkedeki otokratikleşen yönetim nedeniyle Nijerya’ya yapılan tüm askerî yardımların durdurulması tavsiyesinde bulundu. Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı Nijerya raporunu referans gösteren Marino, son altı ayda Nijerya ordusunun 350 kişiyi hukuksuzca öldürdüğüne ve 168 kişinin de gözaltında ölüme terkedildiğine değindi. Marino’nun bir diğer eleştirisi de Buhari yönetiminin devlet kademelerine yaptığı atamalarda Müslüman Kuzeylileri öncelemesi ve kritik noktalarda göreve getirmesi yani Nijerya devletinin Müslümanlaşması.
Ülkede petrol sektörüne bağlı olarak ekonomik resesyon baş gösterdiği gibi Nijerya’nın kuzeyinde yer alan 11 eyalette de gıda krizi tehlikeli bir seviyeye erişmiş vaziyette. Birleşmiş Milletler’in yayımladığı bir rapora göre toplamda 175 milyon nüfusa sahip olan ülkede 80 milyondan fazla insan (nüfusun %64’ü) yoksulluk sınırında yaşıyor. Bu kesimin %75’i kuzey eyaletlerinde yaşıyor. Bu veri bile başlı başına Müslüman kuzey-Hıristiyan güney arasında büyük bir ekonomik uçurum olduğuna işaret ediyor.
Nijerya’da gençler arasında işsizlik oranı %42 seviyelerindeyken okul çağındaki 10 milyon çocuk okula gitmiyor ya da gidemiyor. Bu sosyoekonomik veriler Boko Haram gibi terör gruplarının Nijerya’da gençler arasında nasıl bu kadar popüler hale geldiğini gösteriyor sanırım. Ülkede Boko Haram saldırıları nedeniyle 3,3 milyon insan iç mülteci haline gelmiş durumda. Boko Haram örgütünün kontrol ettiği Nijerya’nın kuzeydoğu kesimlerine insani yardım ulaştırmak bile mümkün değil.
Muhammed Buhari’nin 2015’te iş başına gelmesinin hemen ardından ülkede hortlayan yeni bir sorun sahası ise Nijer Deltası’nda faaliyete geçen silahlı direniş. Eyalette elektrik santralleri ve petrol boru hattına yönelik silahlı saldırılar düzenleyen Nijer Delta militanlarının Nijerya ekonomisine verdiği zarar günlük 1,1 milyon varil ham petrole tekabül ediyor. Petrol Kaynakları Bakanı Dr. Emmanuel Ibe Kachikwu’ya göre günlük ortalama 1,4-1,6 milyon varil üretimi olan Nijerya’da bu saldırılar olmasa üretim günlük olarak 2,7 milyon varile kadar çıkabilir.
Aslında Nijer Delta sorunu Nijerya için yeni sayılmaz. Bu bölgede yer alan Hıristiyan yoğunluklu dokuz eyaletin bağımsızlık talebi 1967-1970 yıllarında Nijerya iç savaşına ya da bilinen adıyla Biafra Savaşı’na sebep olmuştu. Petrol üretiminin gerçekleştiği bu bölge Nijerya’nın nefes borusu adeta. Her ne kadar askerî önlemler ile buradaki ayrılıkçı gruplara müdahale edilse de petrol gelirinin diğer eyaletlerle paylaşılmasını istemeyen bu gruplar sabotaj saldırılarına devam etmekteler. Saldırıları durdurmak için her gün daha fazla askerî birlik Nijer Deltası’na kaydırılıyor. Özellikle Muhammed Buhari’nin iş başına gelmesinin ardından Nijer Delta militanlarının saldırılarının daha da arttığını söyleyebiliriz.
Uluslararası kurumların yönelttiği olumsuz eleştiri ve yorumlara rağmen Nijerya’ya bu sıkışık günlerinde yardım etmek isteyen iki küresel güç bulunmakta. İngiltere Uluslararası Kalkınma Bakanı James Warton geçtiğimiz günlerde Nijerya’ya ekonomik ve güvenlik alanında yardım edeceklerini belirtti. Nijerya’nın insan ve doğal kaynak potansiyeline dikkat çeken Warton, bu zor günleri atlatmasında Nijerya’ya yardım etmenin kendileri için bir zorunluluk olduğunu belirtti. Nijerya gibi büyük bir devi Amerika ve İngiltere gibi güçlere bırakmak istemeyen Çin de sağlayacağı kredi ve borçlar ile Nijerya’ya destek olmak niyetinde.
Bir tarafta ekonomik durgunluk bir tarafta da gıda krizine ve terör saldırılarına maruz kalan Nijerya’da tam anlamıyla çetin bir kış yaşanıyor. Ülkenin Kuzeyli Müslüman Devlet Başkanı Muhammed Buhari üzerindeki eleştiri ve baskılar günden güne daha da artıyor. Ayrılıkçı Nijer Delta militanlarının ve Boko Haram’ın ülke istikrarına ve ekonomisine verdikleri zarar ise oldukça büyük boyutlarda. Mevcut hükümetin bu durumdan çıkış için borçlanma yoluna gideceği artık kesinlik kazandı. IMF, İngiltere ve Çin, ihtiyaç duyulan 11 milyar dolarlık krediyi sağlamaya istekli taraflar. Bu da önümüzdeki günlerde Nijerya’nın ekonomi üzerinden dizayn edileceğinin bir göstergesi.