Salı, Ekim 10, 2017

Afrika'nın Geleceği: Bir Nüfus Analizi

Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 6 Ekim 2017



Giriş
Fransız liderler Afrika’ya daha yoğun ilgi duyarlar. Belki kıtaya baktıklarında gerçekleştiremedikleri “hayaller” akıllarına düşüyordur. “Medenileştirme” projesi adı altında sömürdükleri bu toprakların kaderiyle çok ilgiliymiş gibi görünmeye çalışırlar. 2007 yılında Nicolas Sarkozy, Afrika’nın sorunlarının kökeninde “kıtasal ölçekte moderniteye duyulan alerji”nin yattığını belirten bir açıklama yapmıştı. Aradan 10 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra Emmanuel Macron da benzer bir tonda Afrika’nın sorunları ile nüfus politikası arasında bir ilişki kurdu. Macron’un da Afrikalı kadınların 7-8 çocuk doğurmalarından yakınan bir hali vardı. Zira onlara göre bu durum modern yaşamla hiç uyumlu değildi.
Avrupa, paylaşımcı bir medeniyet olmadığından zenginliğini gelecek nesilleri ile bile paylaşmaktan çekinir. Bilindiği gibi zenginliği muhafaza etmek için uyguladığı nüfus politikası,kendi kıtasının soyunu kurutacak bir hal aldı. 1950’den sonra Avrupa nüfus artış hızında dramatik bir düşüş yaşandı. Ancak benzer nüfus kontrol politikalarını Avrupa dışındaki ülkelere de empoze etme gayreti dikkat çekicidir. Batılı perspektiften bakıldığında ülke refahını arttırmanın en garanti yolu nüfus artışını kontrol altına almaktır.
Doğurganlığı azaltmaya yönelik politikaların uygulanmasının şiddetle tavsiye edildiği, hatta bu yönde baskı dahi yapıldığı yerlerden biri Afrika’dır. Öyleki bu politika nedeniyle AIDS, Ebola gibi hastalıkların ve açlık krizlerinin Afrika’daki nüfusu kontrol altına almak için küresel aktörler tarafından suni olarak yaratıldığı yönünde izahatlara da aşinayız. Her ne kadar bu yorumlar komplo teorileri kıvamında zihinlerde yer etse de özellikle Batı’nın Afrika’daki nüfus artışından huzursuz olması güvenlik, göç gibi endişeler nedeniyle anlaşılabilir.
Nüfus politikaları önemlidir; çünkü aldığınız karar nesiller sonra etkisini göstererek ülkenizin gücü ya da güçsüzlüğü haline gelebilir. Uluslararası ilişkiler disiplininde yapılan güç tanımları içinde ülkelerin demografisi de belli bir ağırlığa sahiptir. Güç formülasyonlarında teknoloji, askerî kapasite, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, tarihî ve kültürel derinliğin beraberinde nüfus da özgül bir ağırlığa sahip olmuştur. Bu yüzden tüm güç formülleri ülkelerin nüfuslarına değişik düzeylerde önem atfeder.Son dönemde Çin ve Hindistan gibi ülkelerin küresel aktör haline dönüşmesinde, barındırdıkları nüfus yoğunluğunun payı çok büyüktür kuşkusuz.
Raporun tamamını görmek için tıklayınız
http://insamer.com/rsm/files/AFRIKANIN%20GELECEGI.pdf 


Kenya’da Seçim Öncesi Tansiyon Yükseliyor

Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 2 Ağustos 2017

Kenya’da elektronik seçim sistemi sorumlusu Chris Msando’nun kayıp olduğu yönünde haberler hafta sonunda gazetelere ve sosyal medyaya yansıdı. En son Cuma akşamı görünen Msando’nun önce terk edilmiş aracı bulundu. Dün ise Msando bir kolu kopmuş, işkence edilmiş vaziyette ölü bulundu. İngiltere ve Amerika ortak açıklamayla olayın aydınlatılması için işbirliği önerisinde bulundular. Human Rights Watch ve Amnesty International endişe duyduklarını açıkladılar.
Msando’nun cesedinin bulunmasının ardından daha saatler geçmişti ki bu sefer de Kenya Ordu Sözcüsü Joseph Owuoth’un kayıp olduğu medyaya yansıdı. Kenya’da genel seçime bir hafta kala yaşanan bu karanlık olaylar ülke genelinde ciddi endişelere yol açmaya başladı. Seçim öncesi birilerinin Kenya’yı karıştırmaya çalıştığı çok net. Kenya’da atmosfer bir takım kirli senaryoları gerçekleştirmeye müsait hale gelmiş durumda.
Kenya’da seçimler her zaman çekişmeli geçmiştir. Çekişen taraflar arasında tırmanan gerilimin şiddet olaylarına kolayca yol açabildiğini geçmişte gördük. 2007 yılında hatırlanacağı gibi, seçim sonrası yaşanan şiddet sonucunda 1.100’den fazla kişi hayatını kaybetmiş 600.000’den fazla insan yerinden yurdundan olmuştu. Seçime şaibe karıştığı yönündeki güçlü kanı gruplar arasında şiddet olaylarına evirilmişti.
Her seçim sonrası yaşanan tansiyonu gidermek adına 2013 yılında elektronik sistem uygulamaya sokulmuş ama seçim esnasında sistem çökmüştü. Seçim sonrasında ölülerin mezardan kalkıp oy kullanmaya geldiği gibi imalı yorumlar yapılırken, seçimde usulsüzlük yapıldığı iddiaları geniş yankı bulmuştu. Msando’nun ölmeden önce verdiği demeçlerden anlaşıldığına göre bu seçimde ilk kez uygulanacak yeni sistemin oy çalma gibi haksızlıkların yapılmasını büyük oranda engellemesi bekleniyor.
Kenya halkı birkaç gün sonra sandık başına gidecek. 45 milyon nüfuslu ülkede 19 milyon kayıtlı seçmen oy kullanacak. Ülkede ilk kez seçimde yarı elektronik bir sistem uygulamasına geçiliyor. Sandıklarda manuel oy kullanımının ardından sayım sonuçları elektronik ortama hemen aktarılacak. Sistemin sorunsuz çalışıp çalışmayacağı merakla bekleniyor. Yeni sisteme ilişkin tartışmaların gölgesinde araştırma şirketleri değişik anket sonuçlarını yayınlamaya devam ediyorlar. Ortaya koyulan anket sonuçlarına göre başkanlık için yarışan 8 aday arasında iki adayın (Uhuru Kenyatta ve Raila Odinga) çekişmesi bekleniyor.
Anketlerde şimdilik Kenyatta önde olmasına rağmen (%47’ye %46) iki adayın arasındaki fark gene çok az. Yani ortada çok çekişmeli bir seçim var. Öne çıkan iki adayın mücadelesi ülkenin bağımsızlık kazandığı yıllara kadar uzanıyor. Ülkedeki en kalabalık etnik grup olan Kikuyuları temsil eden Uhuru Kenyatta Kenya’nın kurucu babası olarak bilinen Jomo Kenyatta’nın oğlu. Raila Odinga ise Jomo Kenyatta’nın karşısında siyaset yapan ve ikinci büyük etnik grubu oluşturan Luoları temsil eden Jaramogi Odinga’nın oğlu. Bu iki aday arasındaki çekişme iki büyük etnik grubun çekişmesi aynı zamanda.
Kenya ekonomisi son yıllarda %5 gibi bir ortalama ile büyüyor. Ancak enflasyon artışı bu büyümenin çok üstünde. Yoksulluk hala önemli sorunlar arasında. 2015 yılından beri ülkenin bazı bölgelerinde yoğun bir kuraklık yaşanıyor. Son bir yıl içinde doktorlar ve eczacılar birliğinin önderliğinde sağlık çalışanları uzun grevler yaptılar. Sağlık sistemi aylar boyunca işlemez vaziyetteydi. Uhuru Kenyatta hükümeti bu badireleri atlattı. Seçimlere az bir zaman kala ülkede yaşayan Hint kökenli sınıfı Kenya’nın 44. kabilesi olarak tanıyarak sisteme entegre etti. Bu sınıf oldukça azınlık bir durumda olsa da maddi bakımdan Kenya’nın burjuva sınıfının önemli bir bölümünü oluşturuyor.  
Seçime sayılı günler kala karanlık bazı odakların Kenya’yı kana bulamaya çalıştığı çok açık. Msando’ya yönelik ortadan kaldırmanın seçimle ilgili olduğu neredeyse kesin. Seçim kurulunun yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla Msando yeni kullanıma girecek elektronik sistemin sunucularını bilen birkaç kişiden biri. Bu şaibeli ölümün ardından olayın aydınlatılması için hükümet üzerinde yoğun bir baskı şimdiden oluşmuş durumda. Baskı sadece hükümet üzerinde değil! Msando’nun öldürülmesi seçim kurulunun üyeleri üzerinde de hayati tehlike endişelerine yol açmış durumda. Devletin koruma önlemlerini en yüksek seviyeye çıkartması isteniyor.
2013 yılında gerçekleşen seçimde Kenyatta ile Odinga arasındaki oy farkı gerçekten çok azdı. 800 bin oy farkıyla Uhuru Kenyatta devlet başkanı oldu. Bu nedenle seçim sonrası şaibe iddialarını dindirmek kolay olmadı. Odinga itirazını yasal kanallarla yaparak sokak olaylarının yaşanmasını önledi. 2007 sonrası yaşanan kanlı olaylar da Kenyalıların hafızalarında tazeliğini hala koruyor. Bu yüzden ister istemez seçim sonucu kadar seçim sonrası yaşanacaklar da önemseniyor bu ülkede. Seçim sonrasında yağmalama, sağı solu ateşe verme gibi taşkınlıkların yapılmasından korkuluyor. Nairobi sokakları boşalmaya başlarken bazı yabancı yatırımcı ve misyon görevlileri ülkeden ayrılıyor.  
Kenya’nın istikrarı Doğu Afrika’nın istikrarı bakımından da önemli. Denize çıkışı bulunmayan Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Burundi gibi ülkeler Kenya limanlarını kullanıyorlar. Ayrıca ülkede yüksek sayıda Somali’den gelmiş göçmen ikamet ediyor. Bu yüzden Kenya’da yaşanacak bir olumsuzluğun Kenya ile sınırlı kalmayacağı iyi biliniyor. Bundan ötürü seçim atmosferi Batılılar tarafından olduğu kadar çevre ülkeler tarafından da dikkatle izleniyor.
Türkiye’nin de takip etmesi gereken bir seçim bu. Türkiye-Kenya ilişkilerinin bazı alanlarda son yıllarda gelişim göstermesinin yanında Kenya siyasetinin gidişatı Türkiye için iki bakımdan önemli görünüyor: Türkiye’nin Somali siyaseti ve Kenya’daki FETÖ yapılanmasının geleceği. Somali’de 3.600 asker bulunduran Kenya Somali siyasetinde söz sahibi olmaya çalışan bir ülke. Bu nedenle de zaman zaman El Şebab kaynaklı saldırılara maruz kalıyor. Türkiye ve Kenya’nın işbirliğinin Somali siyasetine de olumlu yansıma potansiyeli her zaman var.
Ancak Kenya’daki FETÖ yapılanması Türkiye-Kenya ilişkilerinin gelişimi bakımından ciddi bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. Bugüne kadar Kenyatta hükümeti terör saldırılarından çok çekmesine rağmen FETÖ yapılanmasına karşı herhangi bir yaptırım uygulamadı. Örgüt Kenya’da hükümetle ilişkilerini iyi tutarak genişleme olanağı buldu. Kenyatta’nın sandıktan zaferle çıkması halinde Türkiye’nin bu durumu yeniden ele alarak Kenyatta’yı FETÖ yapılanmasının tehlikeleri konusunda daha iyi ikna etmesi gerek. Bu yapının Kenya’daki varlığı Türkiye’nin Kenya ile ilişkilerine zarar verdiği gibi Türkiye’nin Somali siyasetine de zarar verebilir.
Şu anda en büyük beklenti, Türkiye-Kenya ilişkileri bakımından da önemli görünen bu seçimin adil bir ortamda yapılıp seçim sonrası şiddete mahal verilmemesi. Aradan geçen 10 yılın sonunda 2007 benzeri olayların tekrar yaşanması sadece kaostan beslenen kirli odakların işine yarayacaktır.
http://insamer.com/tr/kenyada-secim-oncesi-tansiyon-yukseliyor_780.html

Afrika’nın Hiroşiması Reggane

Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 5 Mayıs 2017

Cezayir’in bağımsızlık arayışında olduğu yıllarda, ülkenin sahil şehirleri bağımsızlık mücadelesi verirken ülkenin güneyinde, Sahra kuşağında, bambaşka bir atmosfer vardı. 1960 yılında Fransa’nın Güney Cezayir’de başlattığı nükleer testler yöre halkını radyasyon denen nükleer etkiyle tanıştırmıştı.
2. Dünya Savaşı sonrası hızlanan nükleer teknolojiye sahip olma tutkusu, İngiltere gibi Fransa’yı da yeni arayışlara sürüklemişti. Charles de Gaulle’ün isteğiyle başlatılan nükleer çalışmalar Fransa’yı bir an önce Amerika, Sovyetler ve İngiltere ile rekabet edebilecek düzeye getirmeyi amaçlıyordu. Önce Alp Dağları’nda sonra Korsika’da devam eden nükleer çalışmalar, çevrecilerin tepkileri karşısında durduruldu. Nükleer çalışmaların Cezayir’e transfer edilmesine karar verildi. 1960’ta Cezayir hâlâ Fransa’nın bir kolonisi olduğu için buradaki tepkileri bastırmakta zorlanılmayacaktı.
Fransız mühendisler test laboratuvarlarını Sahra’ya konuşlandırdılar. Cezayir’in güneyinde o zamanlar için yaklaşık 40 bin nüfus barındıran Reggane şehri nükleer denemelerin ilk merkezi haline getirildi. Nükleer test merkezine yakın lokasyonlarda yaklaşık 150 bin civarında insan yaşamaktaydı.
Fransız test ekibinin konuşlandığı Hammoudia bir anda küçük bir Fransız kasabasına dönüşmüştü. Çok sayıda teknisyen ve mühendis burada yaşamaya başlamıştı. Fransa’nın testler için çevrelediği alan ise toplamda Fransa’nın 5’te 1’i büyüklüğüne denk gelen geniş bir bölgeden oluşuyordu. Bugün bile radyasyon yayılımının devam ettiği bu bölge, birden Fransa için stratejik bir önem kazanmıştı. İnsanların sürü otlattığı, kuyulardan su çektiği kırsal bir yerleşkeye milyar dolarlık nükleer yatırım yapılıyordu.
13 Şubat 1960’ta yöre halkı büyük bir patlama ve parıltı ile sarsıldı. Yer sarsıntısı insanları dehşete düşürmüştü. Havada büyük bir duman bulutu atmosfere doğru yükselirken yüzlerde korku ve panik vardı. Fransızlar “Gerboise Bleue” kodlu ilk nükleer atom bombalarını başarıyla denemişlerdi. 70 kiloton ölçeğindeki atom bombası kratere benzer bir oyuk açarken yıllar sürecek radyasyon yayılımı da başlamıştı.
Reggane, toplamda dört atmosferik denemeye sahne olduktan sonra, testler aynı bölge içinde In Ecker isimli başka bir lokasyona kaydırıldı. Yer altı laboratuvarlarının kurulduğu In Ecker’de de bir dizi gizli test gerçekleştirildi. Bu denemeler 1966’ya kadar Sahra’da devam etti. 1960-1966 arasında Fransızlar Sahra’da 17 nükleer deneme gerçekleştirdiler. Ayrıca bu testlerin çok güvenli şartlarda yapıldığına dair kamuoyunu da inandırdılar.
Daha kısa zaman önce ortaya çıkan gerçek şuydu ki, bu nükleer denemelerin radyoaktif etkileri konusunda Fransa kamuoyunu yanıltmıştı. Le Parisien gazetesi, 2010 yılında, söylenenden çok daha fazla bir alanın radyoaktif etkiye maruz kaldığını belirten birtakım gizli belgeleri yayımladı. Aslında radyoaktif etki Nijer, Mali, Moritanya, Tunus, Libya ve hatta güney Avrupa’ya kadar ulaşan çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Bu geniş alan içinde insan sağlığına ve eko sisteme zarar veren radyoaktif partikül yayılımı söz konusuydu.
Testin yapıldığı yerleşkeye yakın köy ve kasabalar radyoaktif etkiye daha fazla maruz kaldıklarından kısa sürede pek çok sağlık sorunu ortaya çıkmıştı. Reggane’de yaşayan insanlar radyoaktif etkiyi kendilerinden sonraki nesillere de genetik olarak aktarıyorlardı. Olumsuz etki sadece insanlarla da sınırlı kalmıyordu. Hayvan sürüleri, su kaynakları, bitki türleri de radyoaktif etkiye uğramıştı. Testlere katılan Fransızlar bile daha sonraki hayatlarında kısırlık ve kanser gibi sorunlarla karşılaşmışlardı.
Afrika ülkelerinin tepkilerine rağmen ısrarla sürdürülen bu denemeler Fransa’yı önemli bir nükleer güç haline getirerek nükleere sahip devletler ligine yükseltmişti. Afrika’nın Hiroşima’sı haline gelen Reggane’de halk ise üretmedikleri, sahibi olmadıkları ve hayatlarında belki bir daha hiç görmeyecekleri bir bombanın etkilerine yıllar boyu maruz kalmak gibi bir durumun içine düşmüştü. Hatta nesilden nesile aktarılan bu etki, olay anında orada olmayanları bile yıllar içinde etkilemeye devam edecekti.
http://insamer.com/tr/afrikanin-hirosimasi-reggane_688.html 

Ruanda soykırımı ve küresel güçler

Önce Alman, daha sonraki yıllarda ise Belçika kolonisi haline getirilen Ruanda'da üç topluluk sömürgecilerin gelişine kadar beraber yaşarken, dış güçlerin gelişiyle toplumsal yapı değişime uğradı.
17.05.2017, AA
İSTANBUL - Serhat Orakçı
20. yüzyılın ilk soykırımı Namibya’da Almanlar eliyle gerçekleşti. 1904-1909 yılları arasında yaklaşık 100 bin Namibyalı, Alman askerlerince katledilirken, öldürülen insanların kafatasları gemilerle Alman üniversitelerine taşındı. Aynı yüzyılın son soykırımı da yine Afrika’da, bu sefer Ruanda’da gerçekleşti. İki hadisenin de Afrika’da cereyan etmesinin yanında diğer bir benzerlik de bu soykırımların sömürgecilikle yakından ilişkili olmalarıydı.
1994 yılında dünya, Ruanda’da yaşanan çok kanlı olaylara tanıklık etti. Olayların merkezinde, ülkenin iki büyük etnik topluluğu olan Hutular ve Tutsiler vardı. Yaklaşık 1 milyon insan palalarla kesilerek can verirken, sokaklar adeta kan gölüne dönmüştü. 100 gün süren katliamın sonunda II. Dünya Savaşı sonrasının en büyük soykırımı yaşanmıştı. Birlemiş Milletler, ABD ve Avrupa olaylara müdahil olmak şöyle dursun, Ruanda’yı kaderine terk edip hızla ülkeden çıkmışlardı. Peki neydi asıl mesele? İki etnik topluluğu bu derece düşman hale getiren şartlar nasıl oluşmuştu?
Afrika ülkelerinin neredeyse tamamı gibi, Ruanda da sömürgeciliğin yapay sınırlarla ortaya çıkardığı bir ülke. Önce Alman, daha sonraki yıllarda ise Belçika kolonisi haline getirilen ülkedeki üç topluluk (Hutu, Tutsi ve Twa) sömürgecilerin gelişine kadar beraber yaşarken, dış güçlerin gelişiyle toplumsal yapı değişime uğradı. En önemli değişim ise birbirleriyle akraba olan bu toplulukların etnik yönden keskin olarak ayrıştırılması oldu. Sömürgecilik yıllarında toplumun etnik ayrım üzerinden şekillendirilmesi, hiç kuşkusuz Ruanda’yı felakete sürükleyen başlıca etkendi. 1899’da Almanya tarafından sömürgeleştirilen Ruanda, Almanların I. Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılmasının ardından 1918’de Belçika’ya devredildi. Her iki sömürge idaresinin de Ruanda’ya bıraktığı miras, ayrılıkçı ve ırkçı siyaset tarzından başka bir şey değildi.

Sömürgeci miras: Toplumsal ayrışma ve şiddet

Belçika sömürge idaresinin Tutsilerden ayrıcalıklı yönetici bir sınıf yaratma siyaseti, sömürgecilik sonrasında kanlı çatışmalara zemin hazırladı. Hutu, Tutsi ve azınlık pigmeler arasında keskin etnik ayrımların yapılması, insanların kimlik kartlarında etnik sınıflandırma yapılması gibi ayrılıkçı siyaset, bu toplulukları düşman hale getirdi. Bunlar arasında Tutsilere ayrıcalıklı davranılması, daha zeki oldukları gerekçesiyle eğitim bursları sağlanması ve meslek eğitimleri verilmesi Tutsileri toplumun sözcüsü ve lideri haline getirirken, diğer toplulukları toplumsal hayatın ve ekonomik faaliyetlerin dışına itti. Avrupa’daki kültürel ve fiziksel ırkçılık anlayışını Ruanda’ya transfer eden bu tutum, sonuç itibariyle akraba toplulukları birbirine düşman hale getirdi. Ancak sayısal üstünlüğe sahip Hutuların kabullenemeyeceği bu durum, 1950’lerin sonunda etnik çatışma risklerini gündeme getirmeye başladı.
1950’lerde güç kazanmaya başlayan Hutu siyasi elitlerinin başlıca gündem maddesi, Tutsilerin sömürge güçleri sayesinde elde ettikleri sosyal ve ekonomik tekele karşıtlık oldu. 1957 yılında yayınlanan 12 sayfalık Hutu Manifestosu bu ayrımcılığa dikkat çekerken, ülke çapındaki tüm Hutuları birlik olmaya çağırıyordu. Hutu elitlerinin kaleme aldığı bu manifesto, soykırımın ön metni olarak değerlendirilir.
1959 yılında Tutsi Kralının tahtından indirilmesi, iki etnik topluluk arasında daha sonraki yıllarda soykırıma dönüşecek olan olayları başlattı. Bu tarihten itibaren 130 bin dolayında Tutsi ülke dışına kaçarak komşu ülkelerdeki mülteci kamplarında kendisine yaşam alanı açtı. Artık zayıflamaya başlayan Belçika sömürge yönetimi 1962 yılında ülkeden çekilirken, arkasında patlamaya hazır, nefret dolu bir toplum bırakmıştı. Bağımsızlık sonrası, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutular iktidarı ele geçirirken, Tutsilere yönelik şiddet olayları da kısa sürede kendini göstermeye başlamıştı.
1959 olaylarında kaçan Tutsilerin geri dönüş çabaları, 1963 yılında Cyanika ve Kaduha gibi bölgelerde 21 bin kişinin ölümüyle sonuçlanırken, Hutu ve Tutsi toplulukları arasındaki nefret ve düşmanlık da her geçen gün derinleşmeye devam etti. Okullardaki resmi eğitimin de etnik ayrımcılık için kullanılması, küçük yaşlardaki insanların, kendisine benzemeyenlere karşı önyargılarla dolu olduğu bir toplum yarattı. 1963 olaylarına şahitlik eden Kankesha Josephine verdiği bir mülakatta, okula giderken yollarda cesetlerin üzerinden atlamak zorunda kaldıklarını ve köpeklerin cesetleri parçaladığını aktarır. Kırsalda yaşanan bu tür hadiseler de göstermektedir ki 1994 soykırımının kan kokan yolları, 1959’dan itibaren kendini açık şekilde göstermeye başlamıştı.
1959-1963 yılları arasında yaşanan olaylara, 1973-1974 yıllarında yenileri eklendi. Bütün bu olaylarda Tutsiler etnik soykırıma tabi tutulurken, sağ kalanlar Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Uganda’da göç ettiler. Çevre ülkelerde artmaya başlayan Tutsi nüfusu ise bu ülkelerde organize olarak Paul Kagame önderliğinde silahlı Ruanda Vatansever Cephesi’ni (Rwandan Patriotic Front/RPF) kurdu. Bu silahlı oluşum, daha sonraki yıllarda Tutsilerin katliamdan kurtarılması için tek umut haline gelecekti.

1994 soykırımı ve küresel sessizlik

6 Nisan 1994’te Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana’yı taşıyan uçağın düşürülmesi, trajik olayların başlangıcı kabul edilir. Bu hadiseden sadece 15 dakika sonra Tutsilere yönelik sistematik katliamlar başlamış ve ülke üç, dört ay boyunca kaotik bir ortama hapsolmuştu. Aşırılıkçı Hutu çeteleri organize olarak gördükleri her yerde Tutsileri katletmeye başlamışlardı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü içinde görev yapan 10 kadar Belçika askerinin de saldırganlarca öldürülmesi, oldukça olumsuz bir atmosfer doğurmuştu. Bütün yabancı misyonların hızla Ruanda’yı terk etmesi, soykırımı gerçekleştiren çeteler için daha rahat bir ortam oluşturmuştu.
Ülkede çok kanlı olaylar yaşanırken, küresel aktörlerin tutumu ise şaşırtıcı boyuta varan bir sessizlik oldu. Ruanda’da stratejik çıkarları bulunmayan ABD’nin yaşanan katliamı durdurmak adına hiçbir adım atmaması kendi kamuoyunda bile tepkilere yol açarken, Clinton yönetimi yaşanan hadiseyi ‘soykırım’ olarak değerlendirmekten kaçınmıştı. Beyaz Saray’ın basın toplantılarında ‘soykırım’ ifadesini kullanmama ısrarı, Ruanda’ya yönelik herhangi bir sorumluluğun altına girmemek için bilinçli bir tercihken, bu sendromun oluşmasında, kısa süre önce Somali’de yaşanan başarısızlığın etkileri vardı.
Ekim 1993’de Somali’de iki Black Hawk tipi helikopterin düşürülmesi ve Amerikan ordusunun verdiği askeri kayıplar ABD’ye tam anlamıyla şok yaşatırken, Afrika’da daha temkinli hareket etmesini öğretmişti. Bu korku Ruanda’da nüksederken, ülkede yaşanan olaylara karşı ABD sessiz kalmayı tercih etmişti. ABD’nin körlüğü o dereceye varmıştır ki katliamın yaşandığı günlerde Ruanda’da halkı kışkırtan radyo yayınlarını, ifade özgürlüğüne müdahale olur diyerek kesmeyi bile reddedebilmişti.
Aynı pasif tutum Birlemiş Milletler tarafından da sergilenirken, Batılı devletler Ruanda halkının ölümüne göz yummuştu. Taraflar arasında 'nötr kalmak' gibi ilkesel bir prensibe saplanan BM, bu tarz olayları önleyecek mekanizmalardan yoksun olduğunu ispatladı. Petrol, doğalgaz, altın ve elmas gibi madenlerin olmaması, stratejik konumdan mahrum bu küçük Afrika ülkesini çaresizliğe ve kendi kaderine terk etti. Olaylar başlamadan önce, aşırılıkçı çetelerin soykırıma hazırlandığı yönündeki istihbaratlar bile dikkate alınmadı ve sonuçta bu ağır trajediyi sadece izlenmekle yetinildi. Soykırım günlerinde ABD ve Avrupalı devletler kendi vatandaşlarını tahliye etmek için her türlü imkanı seferber ederken, Ruanda’daki soykırımın durması için hiçbir çaba içine girmedi.
1994 olaylarının paralelinde, sınır bölgelerinden Ruanda’ya giriş yapan RPF milisleri adım adım ilerleyerek başkent Kigali’yi kuşatma altına aldılar. Bu adım bütün Tutsilerin yok edilmesinin önüne geçerken Paul Kagame’nin Ruanda siyaset sahnesine devlet başkanı olarak çıkışının da önünü açtı. 1994’ün Temmuz ayında olaylar sona ererken sokakları, kiliseleri ve okulları cesetlerle dolu bir Ruanda ortaya çıktı.
İş işten geçtikten sonra medya önünde dökülen timsah gözyaşları eşliğinde gelen pişmanlık dolu sözler ve kuru temenniler bu insanlık ayıbını kapatmak için yetersiz kalırken, geriye sadece bir avuç gönüllünün kişisel kahramanlık hikayeleri kaldı. Kendi çabaları ile Tutsileri yetimhanelerde, evlerinde, kilise ve camilerde saklayarak katledilmekten kurtaran bir avuç değerli insanın hikayesi, zor şartlar altında bile insanlık adına bir şeyler yapılabileceğini gösterdi.
Ruanda 20. yüzyılın önemli derslerinden biridir. Ayrımcılığın ve etnik kodlarla siyaset yapımının ne tür kanlı olaylara yol açabileceğinin en açık göstergesidir. Sömürgeciliğin dizayn ettiği kanlı etnik siyaset küçük bir Afrika ülkesini kaosa sürüklerken, küresel aktörlerin çıkar gözetmedikleri yerlerde insan hakları ihlallerine sessiz kaldıklarını da bize gösterdi.
[İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam eden Serhat Orakçı, İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (İNSAMER) Afrika uzmanıdır]

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/ruanda-soykirimi-ve-kuresel-gucler/820233