Cumartesi, Eylül 28, 2013

SUDAN HALK İSYANININ DİNAMİKLERİ
Serhat ORAKÇI
Dünya Bülteni, Eylül 2013

Sudan ağır bir sel felaketi atlattı geçtiğimiz haftalarda. 15 binden fazla ev yıkılırken 200 bin civarında insan evsiz kaldı. Ülkenin neredeyse tamamı yoğun yağıştan etkilendi. Halk mağdurlar için seferber olurken mağdurlara ulaşmada devlet etkisiz kaldı. Henüz daha bu felaketin yaraları sarılmaktayken hükümet yeni ekonomik kararlarını duyurdu, akaryakıt ve gaza uyguladığı sübvansiyonu kaldırdığını açıkladı. Bu karar sadece benzin ve gazın değil temel gıda ürünlerinin de pahalanması anlamına geliyordu. 

Hükümetin almış olduğu bu karar Sudan halkının isyan etmesi için yetti de arttı bile. Sokaklara dökülen büyük çoğunluğu gençlerden oluşan gruplar sağa sola saldırmaya başladı. Petrol istasyonları yağmalandı. Elektrik dağıtım merkezleri yakıldı yıkıldı. Ülke için ağır bir kayıp ortaya çıktı. Polisin müdahalesi ilk andan itibaren oldukça sert oldu. Göstericilere gerçek mermiler ile ateş açıldı. Resmi rakamlara göre 30 civarında gayrı resmi rakamlara göre ise 100’ün üzerinde insan hayatını kaybetti. Tedbir olsun diye zaman zaman ülke genelinde internet kesintisi yapılırken, okullar eğitime ara verdi.   

Sudan’da yaşanan halk isyanı ilk bakışta sübvasiyonların kaldırılması olarak görünse de halkın tükenmişliği ve yoksulluğu asıl sebeptir. 2011 yılından beri ara ara gerçekleşen bu tarz gösteriler muhalif grupların giderek güçlendiğini göstermektedir.

2011 yılında bölünme yaşayan Sudan ekonomik yönden hala toparlanamadı. Petrol gelirlerinin büyük bir bölümünü kaybeden ülke petrole alternatifler üretme noktasında yetersiz kaldı. Ekonomik türbülans halkı günden güne yoksullaştırırken temel gıda fiyatları ve ülke para birimi Cüneyh yükseldikçe yükseldi. Yeni komşusu Güney Sudan ile tam mutabakat sağlanamadığı için sınır gerginliği devam etti. Bu hem Sudan’a hem de Güney Sudan’a ağır bir askeri harcama yükü getirdi. Eğitim ve sağlık gibi alanlara harcanması gereken paralar silaha harcandı.

2003 yılında patlak veren Darfur krizinde ilerleme kaydedilemediği gibi sorun daha da büyüdü. Her ne kadar başka gündemler nedeniyle Darfur sorunu unutulsa da Darfur’da tam anlamıyla insani bir kriz yaşanmaktadır. Kabileler arası savaş 1.5 milyon insanı göçmen haline getirmiş durumda. Elbette 10 yıldır devam eden Darfur krizinin de ülkeye ağır bir yük getirdi açık. Gerek göçmenlerin bakılması gerekse de burası için yapılan askeri harcamalar devlet kaynaklarının erimesine neden oluyor.

Sudan’da hızlı nüfus artışı olduğu unutulmamalıdır. Nüfus yapısı Afrika genelinde olduğu gibi oldukça genç ve dinamiktir. Üniversite mezunu gençler arasında bile işsizlik oldukça yaygın. 2006-2007 yıllarında %10 gibi büyüme yakalayan Sudan 2012-2013 yıllarında ancak %2.8 büyüyebildi. Yoğun nüfus artışı olan bir ülke için bu büyüme rakamları yetersiz kalmaktadır. Yeni istihdam alanları açılamadığı için kronik işsizlik sorunu devam etmektedir.

Sudan’daki isyan dalgasının temelinde dini veya etnik değil tam anlamıyla siyasi ve sosyo-ekonomik sebepler yapmaktadır. Mevcut rejimin muhalif sesleri bastırma çabası, ülke sorunlarını çözmedeki yetersizliği, uyguladığı yanlış yöntemler diğer sebepler arasında sıralanabilir. Rejim kabullenmek istemese de halk sabrının sonuna çoktan gelmiştir. Sudan halkı yıllardır sabrediyor. Sudan’ın değişime ihtiyacı olduğu ise artık açıkça görülmektedir.

1989 yılında darbe ile işbaşına geçen Ömer El Beşir’in kurduğu Ulusal Kongre Partisi halktan aldığı desteği giderek kaybediyor. Ömer El Beşir 2010 yılında yapılan genel başkanlık seçimlerinde %60 dolaylarında destek aldı. Ancak bu tarihten sonra 2011’de Güney Sudan bölünmesi resmen gerçekleşti, Darfur’da çatışmalar devam ederken bir de Kuzey Kurdufan sorunu çıktı, ülke büyük bir sel felaketi atlattı. Son üç senedeki önemli gelişmeler bariz şekilde iktidarın tabanında erimeye yol açtı. Bugün Sudan halkının önüne sandık konulsa Ömer El Beşir’in alacağı destek belki gene yüksek olacaktır ancak bu kesinlikte %50’yi geçmeyecektir. Bu tablo Sudan’da iktidarın zayıfladığı, muhalif partilerin ise daha da güçlendiği bir sürecin içinde olduğunu göstermektedir.

Sudan’daki temel sorunlar üzerinde dış dinamiklerin etkisini kabul etmek gerekir. 1993 yılından beri ambargo uygulanan bir ülke Sudan. Batı her zaman Sudan konusunda net tavır ortaya koymuştur ve Sudan’da İslami bir rejim istemediğini belirtmiştir. Güney Sudan’ı açıkça desteklemiş hatta bölünme için zemin hazırlamıştır. Darfur konusunda soykırım suçlaması yöneltmiş, isyancı gruplara destek vermiştir. Ancak dış dinamikler kadar Sudan’daki yönetimin tavrı, bakış açısı, öncelikleri, halkla ilişkileri, muhalif seslere şans tanıması gibi iç dinamikleri oluşturan etkenler de önemlidir. Sudan üzerinde büyük oyunların tezgahlandı söylemi ve bütün meseleyi dış güçler ile açıklamaya çalışmak bu ülke insanlarına yapılacak en büyük haksızlıktır.


Sudan sokaklarından yansıyan görüntülere bakıldığında çok sıradan insanların tepkilerini ortaya koyduğu görülecektir. Hatta halkın yoksulluğu gösteri atmosferine bile yansımaktadır. Neredeyse hiçbir özenli pankartın olmadığı, şatafatlı anonsların yapılmadığı gösteriler bunlar. Bugün Sudan sokaklarında gösteri yapan insanların bir kısmı sadece yapılan zamları protesto ederken bir kısmı ise rejimi devirmek istemektedir. Hükümetin aldığı karardan dönmesi halinde sokak gösterilerinin etkisi azalacaktır. Ancak bu tepki her fırsat bulduğunda yeniden canlanacaktır.  
Şebab neden Kenya’yı vurdu?
Serhat ORAKÇI
Dünya Bülteni, Eylül 2013

1963 yılında İngiltere’den bağımsızlık kazanan Kenya yaklaşık 45 milyon nüfusa sahip. %83’ü Hıristiyan olan ülkede Müslümanların toplam nüfusa oranı %12 civarında. Çok sayıda etnik grubun bir arada yaşadığı Kenya’da hatırı sayılır oranda Somali göçmeni bulunuyor. Kenya-Somali sınırındaki dünyanın en büyük mülteci kampı olan Dadaab’da 500 bin civarında Somalili mülteci yaşıyor. 1991 yılında Somali’de iç savaşın patlak vermesi ile başlayan göçmen akını yirmi küsur yıldır devam ediyor.  

Bir önceki yazımda Somali’de faal El Şebab’ın taktik değiştirdiğini ve daha da agresifleşeceği yönünde bir öngörüde bulunmuştum (http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=274413). Kenya’daki Westgate isimli AVM’de meydana gelen olaylar bu öngörümüzü doğrular mahiyetteydi. Ramazan ayında Somali’deki Türk elçiliğine yapılan bombalı intihar saldırısından bu yana El Şebab yaptığı operasyonlar ve söylemleri ile bu yönde sinyaller veriyordu. Somali Devlet Başkanı’nın aracına yönelik saldırı, Modagişu’da eş zamanlı iki büyük patlama, El Ameriki lakaplı militanın örgüt içinde infaz edilmesi ve sonrasında gelen bu AVM saldırısı Şebab’ın yeniden örgütlendiğini göstermekte. Şebab son eylemlerinde küresel cihat söyleminden uzaklaşarak daha ulusal bir kimliğe büründü. Gerek Türk elçiliğinin bombalanmasında verdiği mesajlar, gerek El Ameriki’nin infaz edilmesi ve gerekse de bu son AVM olayında takındığı tavır beni bu yönde düşündürüyor.

Somali’deki İslam Mahkemeleri Birliği’nin dağılmasının ardından sesini duyurmaya başlayan Şebab daha önce Uganda ve Burundi’de de bazı saldırılarda bulunmuştu. Bugüne kadar Kenya’da küçük çaplı bombalı eylemler düzenleyen örgüt ilk kez çok komplike ve iyi hazırlanmış bir saldırı gerçekleştirdi. Örgüt 2011’de Mogadişu’dan 2012’de Kismayo’dan çekilse de Somali genelinde hala etkisini sürdürüyor. On bin civarında militanı bulunan örgüt El-Kaide’ye biat ettiğini duyurmuştu zaten.

Cumartesi günü Kenya’nın başkenti Nairobi’de çıkan ve 4 gün süren kanlı olay Kenya’nın 11 Eylül’ü olmuştur kesinlikle. 62 sivilin hayatını kaybetti saldırıda 6 polis memuru ve 5 de Şebab militanı hayatını kaybetti. Yaralı sayısı ise iki yüzün üzerinde. Ölen sivillerden 18’i yabancı uyruklu kişiler. Aralarında Güney Afrika, İngiltere, Kanada, Hollanda, Türkiye hatta Çin vatandaşı bile var. Ölen yabancıların büyük bir kısmı iş amaçlı ya da insani yardım çalışmaları için orada bulanan kişiler.

Şebab bu sefer Nairobi’nin merkezinde Westgate alış-veriş merkezini hedef aldı. Yahudi bir işadamına ait AVM başkent Nairobi’deki birkaç AVM’den biri. Yabancıların sıkça takıldığı bir mekan aynı zamanda. Bu kadar yabancı uyruklu insanın Afrika’nın sıradan bir ülkesindeki bir AVM’de ne aradığı sorusu akıllara gelebilir. Ancak şunu belirtmek gerek ki özellikle İngiliz sömürgecili geçirmiş Afrika ülkelerinde AVM’ler önemli bir yere sahip. Çok fazla sosyal aktivitenin olmadığı bu yerlerde alış-veriş ve diğer sosyalleşme eylemleri bu tarz mekanlarda gerçekleştirilmekte. Ve bu AVM’lerin ortakları ya da sahipleri genellikle yabancı yatırımcılardır.

10-15 kadar silahlı militan şehrin göbeğindeki bir AVM’ye girerek 4 gün boyunca ellerinde tuttu. Çok merkezi bir konumdaki bir mekana eli silahlı bir grubun rahatça girmesi ve kısa sürede AVM’yi tamamen ele geçirmesi bu işin planlı-programlı yapıldığını göstermekte. Hatta örgütün aylar öncesinden içerde bir dükkan kiralayarak AVM hakkında çok detaylı bilgi sahibi olduğu da konuşulan senaryolar arasında yer alıyor. Saldırganlar arasında Amerika’dan, İngiltere’den örgüte katılmış militanların olup olmadığı ise hala netlik kazanmadı.

Cumartesi öğlen saatlerinde başlayan saldırı bir anda dünya gündemine oturmayı başardı. Sudan, Nijerya gibi ülkelerde yaşanan çatışmalarda çok daha fazla insan ölürken hiç dikkat kesilmeyen medya AVM olayına çok daha hızlı bir refleks gösterdi. Elbette işin içinde yabancıların olması bundaki en büyük etkendi. Olaydan birkaç gün önce Nijerya’da 142 kişi hayatını kaybetti, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde sabah namazı kılan 40 kişi katledildi ancak medya bu olaylara çok da değinmedi. Ancak Kenya’daki olay medya için elbette daha önemliydi. Zaten Şebab da bu yüzden böyle bir hedefi seçmişti. Böylece mesajını kısa sürede çok daha geniş bir kitleye duyurma şansı elde etti.   

Şebab militanlarının binayı ele geçirmelerinin hemen ardından Kenya polisi, askeri, gazeteciler ve hatta İsrail’e ait mikro bir birlik operasyon mahallinde yerini aldı. Helikopterler havada tur atarken binanın bazı yerlerinden dumanlar yükseliyordu. 4 gün boyunca rehine krizi yaşandı. Zaman zaman birbiri ile çelişen bilgi paylaşımları gerçekleşti.

4 gün boyunca sosyal medya tarafların mesajlarını iletmelerinde önemli bir rol oynadı. Gerek Kenya mercileri gerekse de Şebab mesajlarını ilk elden twitter aracılığıyla duyurdular. Yaralılar için yapılan kan bağışı çağrıları da gene twitter üzerinden bolca RT edildi. Sosyal medya her kesim için etkili bir iletişim aracı haline geldi. Kenya halkı tam anlamıyla kenetlendi. Kan bağışlarının yanında bu saldırıda mağdur olanlar için azımsanmayacak miktarda para da toplandı. Müslümanlar da bu kampanyalarda en ön sıralarda yer aldılar.

Birleşmiş Milletler oturumuna yakın bir zaman diliminde gerçekleşen bu hadise gösterdi ki Şebab istediği hedeflere ulaştı. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kenya Afrika içinde turizm geliri en fazla olan ülkelerden biri. Şebab bu saldırı ile Kenya turizmine büyük bir darbe indirmiş oldu ki Kenya hükümetinin canını fazlasıyla yakacak bir iş yaptı.

AVM içinde 18 yabancı sivilin ölümüne sebep olarak Afrika içinde Batı’yı vurmuş oldu ki ölen yabancıların çoğu Batılı ülkelerdendi. Böylece Batı medyasının ilgisini bu olaya çekerek istediği mesajları açıkça verdi. Kesin bir dille Kenya’nın dört bin askerini Somali topraklarından çıkartmasını istedi. Kenyalıları hükümetlerine bu yönde baskı yapmaya çağırırken başka saldırılarla da tehdit etti. 11 Eylülde Dünya Ticaret Merkezi üzerinden verilen mesaj gibi El Şebab da kapitalizmin sembollerinden biri olan AVM’ler üzerinden mesajını vermeyi yeğledi.

Somali halkının en rahatsız olduğu konuların başında Somali için toplanan paraların Kenya’ya aktarılması hususu geliyordu. Bu yüzden Kenya adeta bir sivil toplum cenneti olmuştu. Somali’ye gidemeyen Batılı STK’lar Kenya’da icraat yapmayı tercih ediyordu. Çünkü Kenya Somali’ye göre çok daha güvenli kabul ediliyordu. Şebab bu saldırısı ile bu imajı da sarstı. En azından bir süre kimse Kenya’nın daha güvenli olduğunu düşünmeyecektir.

Her ne kadar kısa vadede Şebab bu saldırı ile amaçladığı hedeflerine ulaşmış olsa da sivil kayıplara neden olarak ciddi bir imaj kaybetti. Örgüt twitter üzerinden yaptığı açıklamalarda çocukların ve kadınların zarar görmemesi için elimizden geleni yaptık dese de küçük çocuklar, kadınlar, bu işlerle hiç ilgisi olmayan insanlar dehşet anlarını yaşadılar. AVM’de hayatını kaybeden insanlar Somali meselesine taraf değiller, Kenya ordusunun Somali’de bulunması noktasında olayla hiç ilgileri olmayan kişiler. Faturanın sivil insanlara kesilmesi hem Somali meselesine hem de gerek Kenya ve Afrika’da gerekse de dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Müslümanlara büyük zarar verdi.   


Pazartesi, Eylül 16, 2013

Somali Başarısı Kimin Eseri?
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Eylül 2013

Son zamanlarda Somali’de yaşanan olumlu atmosferden bahsediliyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Ajansı (UNDP) bir video hazırlayarak gördüğü yeni Somali’yi anlattı. UNDP videosu (http://www.youtube.com/watch?v=T3OCNkXkBxA) Somali’de kadınların hayata kazandırılmasına, müzik, eğlence ve modernleşmeye vurgu yapıyordu. İnsanlar gitar eşliğinde şarkı söylüyor, ressamlar resim çiziyor, plajda yüzen insanlar vs. ile Somali’nin değişen yüzü anlatılıyordu. İnsanlar mutlu, ekonomi canlı, kadınlar basket bile oynayabiliyor, çocuklar denize bile girebiliyor, kafeteryalarda oturup kahve içmek mümkün mesajları üzerinden imaj oluşturuluyordu.

Peşinden Türkiye Kamu Diplomasisi de gördüğü Somali’yi başka bir video ile anlattı. “2 Yıl Sonra Somali” başlığını taşıyan Türkiye’nin videosu (http://www.youtube.com/watch?v=iM6ZIrNqHHw) daha çok Türk yardımlarını ve Somali’nin kalkınmasını konu alıyordu. Türkiye’nin Somali’de oynadığı role değinen tanıtım videosu Somali’de şehit düşen polis memurun resmi ile açılıyordu.

Peki Somali’de yakalanan olumlu atmosfer kimin eseri? Somali’de faal tüm aktörler bu soruyu kendi açılarından değerlendirmeyi seçiyor. AMİSOM(Afrika Birliği Somali Misyonu)’a göre bu başarı onların çünkü Şebab’ı başkentten çıkartıp zayıflatan onlar. Kenya ordusuna göre başarı Kenya’nın çünkü Kismayo limanını Şebab’ın elinden alan ve sınırda 500 bin mülteciye bakan onlar. Etiyopya ordusuna göre başarı onların çünkü Şebab’ı asıl püskürtüp belini kıran onlar. Türkiye’ye sorduğunuzda başarı Türkiye’nin çünkü herkesin sırtını döndüğü bir dönemde Somali’ye girerek milyon dolarlık yardımlarla hayat öpücüğü veren o. Diaspora yetkilileri de kendilerine pay çıkartmakta haklılar yurtdışından sermaye getirip ekonomiyi canlandıran onlar. BM’ye göre asıl başarı o ve ona çalışan kuruluşların çünkü hükümeti ayakta tutan onlar. Ama belki sorulması gereken asıl soru Somali’de gerçekten bir gelişmenin olup olmadığıdır? Varsa da bunun ne kadar kalıcı olduğudur?

BM’nin desteklediği Somali hükümeti bir yıl önce işbaşına geçti. Yirmi yıl iç savaş yaşamış bir ülkenin sorunları arasında varlık mücadelesi veriyor. Şimdiki Devlet Başkanı Hasan Mahmud bir yıl önce altı önemli vaatle işbaşına geçti. Yirmi yıldır savaşan bir ülkeye güvenlik, istikrar, adalet, ekonomik iyileşme ve temel hizmetlerde iyileşme getirme sözü verdi. Bazı yorumculara göre hükümet bu vaatleri gerçekleştirmede başarısız. Ancak unutulmamalı ki bir yıl gibi kısa bir sürede dağ kadar sorunun çözümünü beklemek, tıkır tıkır işleyen bir Somali arzulamak da oldukça gerçek dışı. Hükümetin de en büyük şikayeti yeterince parasının olamaması. Hükümetin en önemli iki gelir kaynağı Mogadişu’daki havalimanı ve liman. Bu iki yerden aylık 3 milyon dolar toplayan devlet aylık 20 milyon dolar harcama yapıyor. Kamu personelinin maaşlarının bir kısmı İsveç, Norveç gibi ülkeler tarafından hibe ediliyor.

Amerika, Avrupa Birliği ve Türkiye’den destek alan Somali hükümeti şimdi de yönünü Çin’e çevirdi. Dışişleri bakanı Fevziye Yusuf Çin’e bir ziyaret gerçekleştirerek Çin’le enerji, altyapı, tarım ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmak istediklerini belirtti. Çin’den bir heyet Somali’ye gelerek Mogadişu’da bazı işbirliği anlaşmaları imzaladı. Liido sahilinde denize nazır bir mekan Çin’e elçilik açması için bağışlanırken Çin de bu jeste karşılık yıl sonuna kadar 1991’de kapattığı elçiliğini tekrar açma sözü verdi.   

Somali’de yoğun faaliyet gösteren El-Şebab örgütü ise taktik değiştirmişe benziyor. Örgüt son günlerde daha saldırgan bir yol izliyor. Marka’ya giden Devlet Başkanı’na pusu kuran örgüt Mogadişu’da da eş zamanlı bombalı saldırılar düzenledi. Marka’ya sağsağlim ulaşan Hasan Mahmud ise şehrin eşsiz sahilinde kendini denize atarak stres attı. Mogadişu’nun merkezindeki The Village restoranı ve Muna Oteli’nde eş zamanlı patlayan bombalarda 15’den fazla insan hayatını kaybetti. Olay Cumhurbaşkanlığı sarayının hemen dibinde gerçekleşti. Twitter örgütün hesabını dondurdu ancak örgüt kısa sürede yeni bir hesap açarak mesajlarını dünyaya duyurmaya başladı. Ramazan ayında Türk elçiliğine yapılan bombalı saldırı sonrası El Şebab eylemlerini daha da sıklaştırdı. Şebab saldırılarından sıkılan sadece hükümet yetkilileri değil elbette. Geçtiğimiz ay Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières) örgütü Somali operasyonlarına son verdiğini duyurdu. Şebab saldırılarından bunalan kurum Somali’den çekildi.

Somali kampları ise AMİSOM’un karıştığı seks skandallarıyla çalkalanıyor. Geçen yıl kayıtlara geçmiş 1.700 tecavüz vakası bulunuyor. Sayının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Amnesty International Mogadişu’daki hükümete daha fazla önlem almasını tavsiye ederken bu işi icra edenlere göz yumulmamasını istedi. Bu durum skandala dönüşmeden önce El-Şebab çok kereler dillendirmiş ve Afrika Birliği askerlerinin Somali kadınlarının namusuna göz diktiği söylemini tekrarlamıştı. Yaşanan hadiseler El Şebab’ı haklı çıkartacak boyutta. Çaresiz kalan kadınlar sekse zorlanıyor. Yaşam şartlarının çok kötü olduğu kamp alanları ise bu işe davetiye çıkartıyor.  

Türkiye ile Somali arasındaki ilişkiler ise kritik bir dönemeçte. Şebab’ın Türkiye’ye yönelik bombalı saldırısı sonrası yeni bir kriz de Aden havalimanının işletmesiyle ilgili yaşanıyor. Türkiyeli bir şirket (Favori) uzun zamandır havalimanı işletmesini almak için bekliyor. Milyon dolarlık yatırım yapan şirket havalimanı işletmesini 20 yıllığına geçtiğimiz aylarda almıştı ancak şimdi parlamento kanadından bu anlaşmayı tanımadıklarına dair açıklama geldi. Parlamento’daki ulaştırma komisyonuna göre eski işletmeci İngiliz SKA’ın iş sözleşmesi hala geçerli. Komisyon, Parlamentoya sorulmadan yapılan yeni anlaşmanın hükümsüz olduğunda ısrar ediyor. Favori geçiş için çalışmalara başlamış olsa da İngiliz şirketi ise hukuki yollara başvurarak yeni anlaşmanın iptalini istiyor.

Somali ekonomisini ayakta tutan unsurlardan biri resmi dış yardımlar ise diğeri de yurtdışında yaşayan Somalililerin ailelerine ve yakınlarına gönderdiği paralar. Bu transferde aracılık yapan kurumların başında Barclays’e kayıtlı birkaç Somali hesabı geliyor. Kurum ise kritik bir kararın eşiğinde. Terörizm meselesinden dolayı Somali transferlerini durdurma kararı alan kuruma tepkiler çığ gibi büyüyor. Barclays’in transferleri durdurması Somali ekonomisine ağır bir darbe indireceğinde herkes hem fikir. Yurtdışında yaşayan Somalililerin yıllık olarak yaklaşık 1.5 milyar dolar para gönderdikleri tahmin ediliyor. Somali’nin bu paradan mahrum kalması büyük bir kaos yaşaması demek. Barclay’s nihai kararını 30 Eylül tarihinde vereceğini açıkladı.    

10 milyon nüfusa sahip Somali’de halkın yarıdan fazlası 30 yaş altı gençlerden oluşuyor. İşsizlik oranı %67’lerde. Hükümet ne para girişinden ne de ülkede yürütülen güvenlik operasyonlarında söz sahibi. Askeri operasyonlar Kenya, Etiyopya ve AMİSOM tarafından yürütülüyor. Hükümetin yeni stratejiler bulması ve ülkede yeni iş imkanları açması gerekiyor. Ayrıca yeni gelir kaynakları bulması da gerek. Her ay 17 milyon dolar (yılda 204 milyon dolar) açık veren bir devlet yapısı ne kadar daha ayakta durabilir ki?

Somali meselesinde asıl sorun kişiler değil yapıdır. Bugün hangi hükümet gelirse gelsin karşılaşacağı sorunlar aynı olacaktır. Hedef daha fazla para bulmak olduğundan her yolu denemek de mubah olur. Bu yüzden rüşvet ve yolsuzluklar haddinden fazla. BM raporuna göre Somali Merkez Bankası’ndan çekilen nakit paranın %80’i kişisel harcamaları kapsıyor. Hazırlanan videolarda bu sorunlardan bahsedilmiyor elbette. Söz konusu gelişme de sadece Mogadişu ile sınırlı. Ve bu tablonun ne kadar kalıcı olduğunu zaman gösterecek.


AFRİKA’NIN KALBİ BURUNDİ NOTLARI
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Eylül 2013

Tanzanya, Ruanda ve Tanganyika Gölü ile çevrili Burundi 1962’de Belçika’dan bağımsızlık kazanmış bir Afrika ülkesi. Yaklaşık 9 milyon nüfusa sahip ülkede kahve üretimi halkın başlıca geçim kaynağı. Dünya Bankası verilerine göre yıllık 560 dolar gelir ile Burundi kişi başına düşen milli gelir sıralamasında dünyanın en yoksul ikinci ülkesi. Kirundi, Fransızca ve Sivahilice ülkede konuşulan başlıca diller. Nüfusun %85’i Hutu, %14’ü Tutsi ve %1’i Kwa etnik sınıfına mensup.


Burundi ve komşusu Ruanda aslında birbirinin ikizi iki ülke. Etnik yapıları neredeyse hemen hemen aynı. Büyüklükleri, barındırdıkları nüfus ve ekonomik yapıları benzerlikler arz ediyor. Bir elmanın iki yarısı gibiler. Her iki ülkeyi de Birinci Dünya Savaşına kadar sömüren Almanya savaşta alığı mağlubiyet nedeniyle her iki ülkenin yönetimini de Belçika’ya devretmek zorunda kalmış. Ruanda-Urundi olarak adlandırılan bu bölge daha sonra 1959 yılında iki ülke olarak ayrılmış. 1962-1993 arasında 250 bin civarında insan etnik çatışmalarda hayatını kaybetmiş. 1972’de Tutsi’lere soykırım uygulanırken 1993’de Hutu’lara karşı soykırım uygulanmış.   

Burundi ziyaretimiz esnasında uğradığımız yerlerin başında Diyanet İşleri Başkanlığı vardı. Bir oto tamirhanesine benzeyen tek katlı yarım kalmış inşaatın önüne geldiğimizde durumun bu kadar içler açısı olacağını hiç tahmin etmemiştim. Diyanet kurumunu temsil eden beylerle oturduğumuzda Burundi’deki Müslümanlar hakkında kısa kısa bilgiler verdiler. Mali yetersizlik yüzünden yarım kalmış binaları için acil destek istediler. Burundi nüfusunun büyük çoğunluğu Katolik Hıristiyan; Müslümanlar toplam nüfusun %10’u kadar. Diyanet kurumunun hemen karşısında gösterişli bir kilise diğer yanında ise oldukça heybetli bir Şia camisi bulunuyor. Ülkedeki toplam Şia nüfusu ise yüz kadar. Sünni Müslümanları temsil eden Diyanet ise bu yapıların arasına sıkışmış bir harabe sadece. Burundi devlet olarak İslam’ı tanıyor hatta Ramazan bayramı resmi bayramlar arasında.


Diyanet kurumunun başındaki Burundi Müftüsü bir radyo kanallarının olduğunu ve Burundi genelinde yayın yaptıklarını söylediğinde gerçekten umutlandım ancak bu sevinç çok kısa sürdü. Radyonun kurulu olduğu 4m²’lik odaya girdiğimizde eski bir masanın üzerinde bir adet kasetçalar teyp vardı. Vericiye bağlı kasetçalardan şimdilik sadece 24 saat Kuran yayını yaptıklarını söylediler. 


Ülkenin haritadaki görünümü bir kalbe benzediğinden Burundi için “Heart of Africa-Afrika’nın Kalbi” tanımlaması yapılıyor. Burundi’nin başkenti Bujumbara Tanganyika gölünün hemen yanında yer alıyor. Göl nedeniyle sivrisinekler oldukça rahatsız edici ve maalesef herhangi bir ilaçlama yapılmıyor. Gölün ön cephesindeki bazı otel ve lokantalar ülkenin sosyetesini ağırlıyor. Yol kenarlarındaki ağaçlardan papayalar, muzlar sarkıyor. Müslümanların büyük bölümü başkentin büyük mahallelerinden olan Buyenzi ve çevresinde yaşıyor. Buyenzi’de yaşam standartları ise ortalamanın daha da altında.   

Tanganyika gölü dünyanın büyük göllerinden biri. Gölün bazı yerlerinde derinlik 1.400 metreyi aşıyor. Göl, 1858 yılında Nil Nehrinin kaynağını araştıran İngiliz araştırmacılar Richard Burton ve John Speke tarafından keşfedilmiş. 400 civarında farklı canlı türünün yaşadığı göl bu bölgedeki dört ülke (Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Zambiya) için büyük önem taşıyor. Aynı zamanda göl yatağında yaşayan 10 milyon insan için önemli bir besin kaynağı. Aynı zamanda bu ülkeler arasında ulaşım imkanı sağlıyor.  


Başkent Bujumbara’yı diğer şehirlere bağlayan yollar bakımsız ve çukurlarla dolu. Araçlar düşük hızlarla seyrettiğinden bu yolların ortasında bile dilenciler sıra sıra dileniyor. Trafik olmadığından Burundi’de seyahat eden tek kişi olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Bujumbara haricindeki şehirler neredeyse küçük birer kasaba sadece. Evler ve dükkanlar bakımsız… Bol bol kiliseler sıralanmış. Ülkede demiryolu yok ayrıca.

Burundi toprakları bereketli. Yağmur her zaman olası. Gölde tek tük balıkçılar avlanıyor. Pazar hareketli; muz, mango, avakado, papaya ve ananaslar tezgahlarda sıralanmış. Burundi ekonomisi tarıma dayalı bir ekonomi. Milli gelirin %30’u tarımsal faaliyetlerden elde ediliyor. Kahve ve çay üretimi çok yaygın. Ülke ihracatının %93’ünü kahve oluşturuyor. Muz, pamuk, tatlı patates, sorgum ve tropikal meyveler ise üretilen diğer ürünler. Ülke yer altı zenginlikleri açısından pek zengin sayılmaz. Nikel, uranyum, kobalt, bakır gibi bazı madenlere sahip olsa da maden sektörü gelişmemiş.

Burundi IMF’den kredi alarak ekonomik ve finansal alanda IMF takvimini takip ediyor. Dışarıdan yabancı çekmek için girişimlere başlamış. Yatırımcılara kolaylıklar sağlıyor. Türkiye’nin herhangi bir varlığı söz konusu değil bu topraklarda. Elçiliğimiz bulunmadığı gibi THY seferi de bulunmuyor. Sivil toplum kuruluşları (STK) mütevazı düzeyde bazı çalışmalar başlatmışlar.

Burundi’de bulunduğumuz süre zarfında İHH adına bir iftar yemeği tertip ederek toplumun farklı kesimlerinden Müslüman önderleri bir araya getirdik. Karşılıklı konuşarak dertlerini dinledik. Zaten yoksul olan ülkede Müslümanların daha da zor durumda olduğunu belirttiler. Hükümet içinden bazı üst düzey yetkililer Türkiye ile Burundi arasında ilişki kurmak istediklerini belirttiler. Türkiye’de ülkelerini tanıtmak istediklerini, gelecek yatırımcılara açık olduklarını belirttiler. 

Burundi Dışişleri Bakanı daha önce Mısır’ın devrik lideri Muhammed Mursi ile görüşmüştü. Doğu Afrika ülkeleri arasında Nil kaynaklı anlaşmazlıklar yaşandığı düşünüldüğünde hem Türkiye’nin hem de diğer bölge ülkelerinin Burundi ile ilişkilerini geliştirmesi faydalı olurdu. Önümüzdeki yıllarda daha da ateşlenecek olan Nil anlaşmazlığı taraflar arasında diyalog kurulmasını zorunlu kılmakta.  

Yoksulluğa rağmen Burundi’de güvenlik sorunlu yaşanmıyor. Rahatça sokaklarda dolaşmak mümkün. Tanganyika gölü Bujumbara’ya sakin bir tatil kasabası havası katıyor. Stresten uzak, gülümseyen insanlarıyla insanın zihninde hoş bir anı bırakıyor.

      

Çarşamba, Eylül 11, 2013

BİN TEPELER ÜLKESİ RUANDA NOTLARI
Serhat Orakçi 
Dünya Bülteni, Eylül 2013


Dünyanın en büyük soykırımlarından birini yaşadı bu topraklar. 1 milyon insan sadece etnik kimliği nedeniyle öldürüldü. Palalardan, baltalardan kan damladı uzun süre. Şimdi insan bu ülkede gezinirken böyle bir soykırımın yaşandığına inanamıyor. O kin, nefret ve diğer her şey unutulmuş sanki. Büyük bir travmanın izlerinin bu kadar kısa sürede kaybolmasını ise iyiye mi kötüye mi yormalı kestirmek güç gerçekten.   


Serin bir gecede iniyoruz başkent Kigali’ye. Ramazan ayının ortasındayız. Günler oldukça kısa. Sabah 04:50’de başlayan oruç 18:15’de son buluyor. Tropik iklime sahip Ruanda’da kış yaşanıyor adeta. Gündüzleri biraz sıcak geçse de geceleri hava serin.

Ankara büyüklüğünde bir ülke Ruanda. Yüzölçümü: 26.338 km² sadece. Her ne kadar büyüklük olarak Ankara’ya benzese de inişli çıkışlı yollarıyla Bursa’ya iklimi ve çay bahçeleri ile de Rize’ye benziyor. 1962 yılında Belçika’dan bağımsızlığını kazanan Ruanda’nın nüfusu yaklaşık 12 milyon civarında. Ruanda halkı etnik olarak üç sınıfa ayrılıyor (%84 Hutu, %15 Tutsi ve %1 Twa). Ülkede Katolik Hıristiyanlığı en yaygın din iken Müslümanların toplam nüfus içindeki oranı %10 dolaylarında. Para olarak Ruanda Frankı, dil olarak Kinyaruanda yerel dili kullanılıyor. Ayrıca İngilizce ve Fransızca da yaygın kullanılan diller arasında.  


İlk uğradığımız yerlerden biri Ruanda Soykırım Müzesi. İki katlı mütevazı bir binadan teşekkül müzeye giriş ücretsiz ama isteyen gönüllü bağış yapabiliyor. Müzenin giriş katında 1994 soykırımından fotoğraf ve video görselleri var. Binanın ikinci katında ise dünyanın başka yerlerinde yapılmış soykırımlardan fotoğraflar var. Bosna’da yaşanan soykırım unutulmamış. Almanların Namibya ve Nazi soykırımları ve sözde Ermeni soykırımını anlatan köşeler bulunuyor. Avrupalı bir Sivil Toplum Kuruluşu, 2000 yılında kurulmuş İngiliz Aegis Trust, tarafından finanse edilen müzenin içindeki materyallerin oldukça yetersiz olduğunu belirtmek gerekir. Güney Afrika’daki Apartheid müzesinin mizanseni kullanılmış ancak müze tatmin edici değil.

1884 yılında Almanya tarafından sömürgeleştirilen Ruanda daha sonra Almanların 1.Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyeti ile 1916’da Belçika’ya bırakılmış. 1962’ye kadar sömürge idaresindeki ülkede “pro-Tutsi / anti-Hutu” politikalar uygulanarak “avantajlı azınlık” yaratılmış. 1994 yılında Hutu’ların Tutsi’leri katlettiği soykırımın temellerinde de bu politika yatmakta. 


Uğrak yerlerimizden bir diğeri de Otel Ruanda filmiyle ünlenen “Hotel Des Mille Collines” oteli. Burada da o yıllara ait hiçbir malzeme bulunmuyor. Beş yıldızlı otelin bahçesine dikilmiş küçük bir anıt var sadece. “Never Again (Bir daha asla)” yazılı anıtta hayatını kaybeden otel çalışanlarının isimleri tarihe not düşülmüş. Soykırım yıllarında Birleşmiş Milletler çalışanlarının kaldığı otel aynı zamanda Tutsi elitlerinin uğrak yeriymiş. Aslında o dönemde sıradan halkın girip sığınabileceği bir mekan hiç olmamış. Otel müdürünün kişisel çabaları sonucu otele sığınan 1268 kişi zarar görmeden hayatta kalmış. Soykırım başladığında evcil hayvanları için uçak kaldıran BM çalışanları Ruanda halkını yüzüstü bırakıp çekip gitmişler.     


Soykırım döneminde Müslümanların şiddet olaylarına bulaşmaması bir artı olarak kaydedilmiş. Müslümanlar çok sayıda insanı ölümden kurtarmış. Daha sonra halk kahramanı ilan edilmiş Müslümanlar var. İnsanların kiliselerde ibadet esnasında katledildiği bir dönem yaşanmış. Nyarubuye Kilisesi 20 binden fazla insanın katledildiği bir merkez olarak ünlenmiş.

Gezi esnasında uğradığımız yerlerden biri de başkentin göbeğinde Kaddafi tarafından yaptırılmış İslam Merkezi oldu. Okul, camii ve oyun sahasından oluşan kompleks gençlerle doluydu. Namaz esnasında cami tıklım tıklım dolarken cemaatin %99’u otuz yaş altı gençlerdi. Anlıyoruz ki Ruanda’da İslam gençlere emanet. Bir Sivil Toplum Kuruluşu statüsündeki Diyanet kurumu da Ruanda’da Müslümanları temsil eden tek yetkili organ. Bir iftar yemeğinde tanışıp konuşma fırsatı bulduğumuz Mütfü de oldukça gençten biriydi. Türkiye’ye ve bölgede okul, cami çalışmaları yapan İHH’ya minnettarlığını sık sık dile getirdi.  


Ruanda oldukça yeşil bir ülke. Çay ve kahve bahçelerinin yanı sıra muz bahçeleri de sık aralıklarla karşımıza çıkıyor. Arazi inişli çıkışlı olduğundan yüksek tepelerde bile muz yetiştiriliyor. Soykırım döneminde palaların yaygın kullanımı da bu yüzden; muz yetiştiricileri muz ağaçlarının sert dallarını palalarla kestiklerinden her daim yanlarında bulunduruyorlar. Bulunduğumuz süre de bize eşlik eden Ruanda’nın gönüllü elçisi Konyalı İsmail Üstün’den öğrendiğime göre Ruanda’da 10 kadar farklı çeşitte muz yetişiyor. Ruanda’nın bir parmak boyunu geçmeyen küçük muzları ise gerçekten çok lezzetli.  

Ülkenin Burundi ile komşu olduğu kuzeybatısında bulunan Nyungwe yağmur ormanları koruma altına alınmış bir park. Yüksek ağaçlarla kaplı ormanlık bölge maymunlar, nehirler ve şelaleleri ile bir doğa harikası. Ruanda’ya gelen yabancı turistlerin uğrak yeri. Bu park dağ gorillalarının görülebileceği nadir yerlerden biri. Bu yüzden çok sayıda turist çekmeyi başarıyor.

Ülkede karayolu altyapısı muazzam gelişmiş düzeyde. Çok ücra köşelere kadar çift şeritli yollar ile ulaşım mümkün. Yollar oldukça bakımlı bu yüzden ulaşım sektörü gelişmiş durumda. Ülkedeki altyapı sorunlarının başında ise suya ulaşım geliyor. Başkent de dahil olmak üzere ülke genelinde suya ulaşımda sıkıntı bulunuyor. Su yatırımları devletin önceliğini teşkil ediyor. Bir diğer altyapı sorunu da elektriğe ulaşım. Yağmur ormanlarına sahip, Kivu gölüne komşu ve bol yağış alan bir ülkenin su ve elektrik sorunu yaşaması ise ayrı bir açmaz.

Kongo Cumhuriyeti sınırına doğru yaklaştıkça Kongo’daki iç karışıklar nedeniyle ülkelerini terk etmiş Kongolu mültecilerin sığındığı kamp alanları bulunuyor. Ruanda sınır bölgelerindeki değişik kamplarda 70 bin dolayında Kongolu mülteciyi ağırlıyor. Mülteci akını 2012 başlarında tekrar hız kazanmış. 

Ruanda oturmuş bir devlet sistemine sahip ve istikrar kazanmış bir ülke. Merkeze bağlı yerel idareler güçlü ve yetkilendirilmiş. Her ayın son cumartesi günü öğlene kadar sokaklarda ortak temizlik yapılıyor. Devlet Başkanı Paul Kigame dahil herkes bu temizliğe katılmak zorunda. Ayrıca soykırım döneminde suça bulaşmış mahkumlar tarlalarda, altyapı işlerinde ve temizlik işlerinde kullanılıyorlar.     Afrika’nın diğer ülkelerinde alışık olduğumuz çöplerin rastgele fırlatılması söz konusu olmadığından ülke tertemiz. Plastik poşet kullanımı ülke genelinde yasak.

Devlet ülkeye gelen yatırımcı ve STK’lara yardımcı oluyor. Ruanda’nın gelirlerinin bir bölümü dış yardımlardan oluşuyor. Soykırım mağduru ülkeye Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından yardım yapılıyor. Ruanda Türkiye için henüz yeni bir ülke diyebiliriz. Yaklaşık bir yıldır İstanbul’dan direk uçuşların olduğu ülkede henüz elçiliğimiz bulunmuyor. Ancak cemaatler ve STK’lar birçok faaliyette bulunmaya başlamış. Bulunduğumuz süre içerisinde TİKA’nın birçok kırsal bölgede ihtiyaç sahibi halka gıda dağıttığına şahit olurken İHH adına biz de yeni yapılan Osman Bin Aldulaziz camisinin açılışını gerçekleştirdik.


Nüfusun %90’ının tarım sektöründe çalıştığı Ruanda yer altı madenleri açısından oldukça fakir bir ülke. Hali hazırda çıkartılan bir maden bulunmuyor. Ülke ekonomisi çay, kahve, muz, turizm ve dış yardımlarla ayakta duruyor. 1994 yılında yaşanan soykırım nedeniyle ekonomisi ağır darbe almış olsa da bu olumsuz durumu şimdilik atlatmışa benziyor.

Cuma, Ağustos 16, 2013

Türkiye’nin Somali İmtihanı
Serhat ORAKÇI
Dünya Bülteni, Ağustos 2013

Somali Türkiye’nin Afrika açılımı içinde özel bir öneme sahip çünkü artık Türkiye, uluslararası kamuoyu tarafından Somali denklemi içinde bir aktör olarak değerlendiriliyor. Türkiye gerek insani alanda yaptığı yardımlarla gerekse de Somali’de yaşanan insani krizlerin dünya kamuoyuna duyurulmasında geçtiğimiz iki sene önemli bir rol oynadı.

Somali’yi konuşup tartışırken bir noktanın altını özellikle çizmek gerek. Bugün Somali’yi ifade eden çizgiler Somali’yi anlamamıza yetmiyor. Çünkü Somaliler bu çizgilerin dışına fazlasıyla taşmış bir topluluk. Somali nüfusu Etiyopya’nın Ogedan bölgesi, Cibuti ve Kenya’nın kuzey bölgelerini de içine alan geniş bir alanda yaşıyor. Ülkedeki siyasi krizler nedeniyle yurt dışına göç eden ve bugün başta İngiltere olmak üzere, İsviçre, ABD, Güney Afrika gibi ülkelerde yaşayan hatırı sayılır Somali diasporası da bu taşkının bir parçası. Bu realite Somali’ye bakarken çizilen sınır çizgilerinin dışına çıkmayı gerektiriyor.

Somali soğuk savaşın Afrika içinde en çetin yaşandığı ülkeydi. ABD-SSCB gerilimi Etiyopya-Somali düzleminde kutuplaşmaya, müttefik arayışına yol açtı. Soğuk Savaşın teknik ve finansal imkanlarının fazlasıyla farkında olan Siad Berra bu gerilimi Somali’nin çıkarları için kullanmaya çalıştı. Afrika’nın en büyük ordusunu kuran Berra belki bir nebze de şansını fazlasıyla zorlamıştı. Somali ulusal kimliğinin yeniden inşa edilmesi için yola çıkan Siad Berra’nın çantasında “Büyük Somali” projesi vardı. Somali halkının yaşadığı topraklar tamamen özgürleştirilecek Kenya, Etiyopya ve Cibuti’den geri alınacaktı. Bu projenin hayata geçirilmesi için 1977’de harekete geçen Siad Berra Jigjiga ve Harrar’ı almasının ardından Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’ya az kala SSCB tarafından durdurulabildi. Destek için Küba’dan 20 bin asker ve Moskova’dan strateji uzmanları getirilmişti. 1978’de Somali’nin Amerika’ya yaklaştığı yeni bir dönem başladı.     

1991 yılında Siad Barre’nin düşürülmesi ile başlayan dönem Somali tarihinde kaosun, kanunsuzluğun hakim olduğu bir dönem oldu. Barre’nin düşürülmesi üzerine harekete geçen ABD tarihinin en büyük operasyonlarından birini “operation restore hope” gerçekleştirdi. Ancak hiç hesaba katılmamış gelişmeler Afrika Boynuzunda ABD’yi hezimete uğratırken, ağır askeri kayıplar veren ABD geri çekilmek zorunda kaldı.

2005 yılına kadar geçen sürede ülkedeki iç savaş tüm hızıyla devam ederken halkın temel ihtiyaçlarını giderecek altyapıdan mahrum milyonlar çaresizlik içinde siyasete bulaşmış kabilelerin çekişmesini izledi. Bu karışıklık içinde yeni umut olarak İslam Mahkemeleri Birliği kuruldu ve kısa sürede bazı askeri, siyasi ve ekonomik başarılara imza attı. 2006 yılında devreye giren Amerika İslamcı grupların ülkeyi ele geçirmelerini önlemek için harekete geçerek Etiyopya askeri birliklerini ileri sürdü. 2006 sonrası dönem yeniden kaosun hakim olduğu bir dönem oldu.

İslam Mahkemeleri birliğinin dağılmasının hemen ardından bu birliğe destek vermiş yeni bir grup ismini duyurdu: El Şebab. Askeri alandan elde ettiği başarılar ile kısa sürede dikkatleri üzerine çeken örgüt Somaliland ve Putland dışında kalan Somali topraklarının çok büyük bir kısmını ele geçirmeyi başardı. Kendini “küresel cihat” hareketi olarak konumlandıran El Şebab’ın önceliği Somali’deki karışıklığı körükleyen Etiyopya, Kenya ve Batı tarafından kurdurulan yönetime karşı mücadele etmekti.

2011 yılına gelindiğinde Somali dünya tarihinin en büyük insani krizlerinden birini yaşıyordu. Kuraklık Doğu Afrika’yı vururken yiyecek bulamayan halk ölümle burun buruna gelmişti. Ölümler ve kitlesel göçler yaşandı. Türkiye üzerine düşen sorumluluğu gerçekleştirmek için devreye girerek önemli bir hamle yaptı ve yardım seferberliği başlattı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyet Somali’yi ziyaret etti. Peşinden CHP lideri Kılıçdaroğlu Somalili mültecilerin yaşadığı Kenya’daki Dadaab kampına gitti. STK’lar, TİKA, Kızılay, Diyanet, DSİ, AFAD gibi devlet kuruluşları projeler üstlendi. Türkiye bir nebze olsun Somali halkının takdirini kazanırken dış politika alanında da prestij kazandı. Türkiye’nin 1993 yılında kapatılan Somali elçiliği yeniden açıldı. Diploması tecrübesi olmayan ancak insani yardım alanında tecrübeli bir isim büyükelçi olarak atandı. Türk Hava Yollarının direk seferler başlatması ise adeta Somali’yi yeniden dünyaya açtı.

İngiltere’de düzenlenen 1.Somali Konferansı’nın ardından 2.Somali Konferansı İstanbul’da düzenlendi. Demeçler verildi, ikili görüşmeler ve karşılıklı ziyaretler gerçekleştirildi. Türkiye’nin Somali’ye yönelik yol haritası genel hatlarıyla şöyle şekillendi: İnsani yardım yapmak, kalkınma yardımı sağlamak, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmek, Somali’de polis ve ordu gücünün kurulmasında rol oynamak, Mogadişu’daki hükümet ile Somaliland arasında diyalog kurarak Somali’nin bütünlüğünü sağlamak, Mogadişu’daki hükümet ile El Şebab arasında diyalog kurulmasına yardımcı olmak.

Türkiye’nin Somali’deki son iki yılına bakıldığında bu alanlarda bazı adımlar atıldığı görülebilir. Türkiye büyük oranda STK’lar ve TİKA üzerinden insani yardım ve kalkınma yardımı sağladı. İki ülke arasında ekonomik işbirliği başlatıldı. Somaliland ve Mogadişu arasında diyalog kurulması için ara buluculuk yapıldı; iki tarafın en üst düzey temsilcileri Ankara’da bir araya geldi. Somali polis, istihbarat ve ordu gücünün tesis edilmesi için iki ülke arasında anlaşmalar imzalandı. El Şebab’ın masaya oturtulması ve diyalog kanalın açılması için ise adım atılmadı ya da atılamadı. En azından bu tarz bir girişim medyaya hiç yansımadı.

Geçtiğimiz günlerde Somali’nin başkenti Mogadişu’da Türk elçiliğine düzenlenen bombalı saldırı oldukça önemli bir gelişmeydi. El Şebab’ın üslendiği saldırının Ramazan ayında yapılması ise zamanlama açısından manidar bence. Türkiye’nin Somali’de yoğunluk kazanması hatırlanacağı gibi gene 2011 Ramazan olmuştu. İki yıl boyunca çok çeşitli iddialar ortaya atılmıştı ancak bu saldırı ile El Şebab açıkça Türkiye’nin Somali siyasetinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş oldu.

Somali’de dörtlü bir yapı var. Somaliland 1991’den beri bağımsızlık iddiasında ve bir nebze istikrar kanmış bir yer. Yarı otonom Putland ise geçtiğimiz günlerde merkezi hükümet ile ipleri kopardığını duyurdu. Mogadişu’daki devlet yapısı dış destek olmadan ayakta kalamayacak kadar yeni ve zayıf. Somaliland, Putland ve Mogadişu dışında kalan bölgenin kontrolü çok büyük oranda El Kaide’ye biat etmiş El Şebab kontrolünde. El Şebab’ın da homojen bir yapı olduğunu söyleyemeyiz. Örgüt içinde görüş ayrılığı bulunan çok sayıda alt grup bulunmakta.    

AMISOM (Afrika Birliği Somali Misyonu) içerisinde Burundi ve Uganda’dan paralı askerler görev yapıyor. Görevi Mogadişu’daki devlet yapısını Şebab’a karşı korumak ve ayakta tutmak. Askerlerin çoğunluğu Hıristiyan. Şebab girdiği çatışmalarda öldürdüğü askerlerin kimliklerini ifşa ederek halktan destek bulmaya çalışıyor. Etiyopya ve Kenya askerleri ise AMISOM’dan bağımsız birlikler bulunduruyor Somali’de. Kenya ülkenin güneyinde Etiyopya’da doğusunda Şebab birlikleri ile çatışmaya giriyorlar. Etiyopya’nın taleplerinin başında Kismayo limanının işletilmesi geliyor. Denize kıyısı olmayan Etiyopya, Somali’nin güney sahilindeki Kismayo’nun işletmesini alarak kendine yeni bir pencere açmak istiyor. Kenya ise kendi kıyısındaki Mombasa limanına 300 mil uzaklıkta ki Kismayo’nun alternatif bir liman olmasını istemiyor. Her iki ülke de Somali operasyonları karşılığında Amerika’dan destek görüyor.   

El Şebab ile Türkiye arasında gerilim daha da tırmanabilir. Her ne kadar Türkiye Somali’nin gençlerini savaş girdabından kurtarmak olarak düşünse de El Şebab Somali’den çok sayıda öğrencinin burslu olarak Türkiye getirilmesine farklı bir yerden bakıyor. Örgütün gözünde bu bir modernleştirme hareketi. Türkiye Somali’nin ona buna ihtiyaç duymadan kendi polis, asker ve istihbarat gücünü oluşturmasını istese de bu birliklerin El Şebab’a karşı savaşacağı da unutulmamalı.

Somali İslam toprağı sayılabilir; netice de tamamı Müslüman olan tek Afrika ülkesi. Türkiye’de İslam coğrafyasının önemli ülkelerinden biri. Somali’deki Türk elçisi de dindar bir diplomat. Buna rağmen El Şebab Türkiye’ye karşı cephe alıyor ve saldırı düzenliyorsa kimse güvende değil demektir. İki taraf arasında derin bir uçurum var. Türkiye’nin Somali’de El Şebab’a karşı savaşacak ordu, polis ve istihbarat birimlerini kurmadaki isteği sürdükçe El Şebab’ı ile Mogadişu arasında diyalog kanalı açması imkansız görünüyor. El Şebab verdiği beyanatlarda açıkça Türkiye’nin Somali’nin iç meselelerine karışmasından rahatsızlığını dile getiriyor. Yaşanan bombalı saldırıyı fidye için adam kaçırmalar takip edebilir.

1998 yılında Amerika’nın Nairobi elçiliğine yapılan saldırı sonrası başlattığı İslamcı terörist avı bu bölgede hala devam ediyor. Umarız Türkiye’de aynı mantıkla meseleye yaklaşıp bu kamplaşmanın tarafı olmaz. Bu uçurumu daha da derinleştirir ve Somali’de görev yapan tüm sivil ve resmi Türk misyonlarını tehlikeye atar. Bombalı saldırı bir dönüm noktasıdır ve Türkiye’nin Somali söylemlerini gözden geçirmesinde fayda vardır.     


Çarşamba, Ağustos 14, 2013

SUDAN SULAR ALTINDA KALDI



2011 yılında bölünme yaşayan, 2003 yılından beri Darfur krizi ile boğuşan Sudan şimdi de yeni bir felaketle sarsıldı. Sudan’ın başkenti Hartum ve civarındaki bazı şehirler günlerdir yoğun yağış altında. Ramazan bayramı öncesi başlayan yağışlar Nil nehrinde taşmalara ve sele yol açarken çok sayıda ev ve işyeri sudan zarar gördü. Yıkılan ev enkazlarında arama kurtarma çalışmaları kısıtlı imkanlarla yapılırken halk çökme riski bulunan hasarları binaları terk ediyor.  

Başkent Hartum’un büyük mahallerinden Umbedde, Hacı Yusuf, Murabia Şerif, El Fetih, El Kirayab’da çok sayıda insan evsiz kaldı. 5 Ağustostan bu yana 14 binden fazla ev tamamen yıkılırken 16 binden fazla ev ağır hasır alarak oturulamaz hale geldi.

Sudan tarihinde benzeri olmayan sel felaketinin yaklaşık 150 bin insanı etkilediği tahmin ediliyor. Yer yer karayollarının hasar gördüğü bölgelere ulaşım ise sadece havadan sağlanabiliyor. Geceyi sokaklarda geçiren halk çadır, battaniye, tente, kıyafet, ilaç, gıda ve temiz suya ihtiyaç duymakta.

Ölü sayısı tam olarak belirlenemezken hala enkazlardan cesetler çıkmakta. Sudan’ın Nil vilayetinin İbediyye yerleşkesinde 13 kişinin öldüğü öğrenilirken başkent Hartum’un da değişik mahallerinde 2’si çocuk toplam 13 kişinin öldüğü 23 yaralının da değişik hastanelere kaldırıldığı duyuruldu.

Sel felaketi ile ilgili resmi bir açıklamada bulunmayan Sudan hükümeti henüz uluslar arası kamuoyuna yardım çağrısında bulunmadı. Sel felaketinden etkilenen insanlar imece usulu ile yardımlaşarak gönüllü kuruluşların da desteğiyle mağduriyetlerini gidermeye çalışıyor. Suların çekilmesinin ardından ülkede kolera salgınının başlamasından korkuluyor.

Yaşanan gelişmeleri bölgedeki partner kuruluşları ile beraber yakından takip eden İHH İnsani Yardım Vakfı selzede ailelere gıda temini noktasında çaba harcıyor. En son Hartum’un çevre mahallerinde 580 aileye gıda ve et dağıtımı gerçekleştirilirken önümüzdeki günlerde farklı yardımlarla daha fazla aileye ulaşılması hedefleniyor. 









   

Pazartesi, Haziran 10, 2013

Siref IDP Camp in Darfur-Nyala (2013) 



Darfur is wittnessing new flow of Internally Displaced People (IDP) after recent clashes between tribes. Around 68 thousand people have been moved IDP camps since January 2013. The situation starts a new humanitarian crisis in the region. New IDPs search for shelter, water and food.

Cumartesi, Haziran 08, 2013

Darfur İnsani Krizin Eşiğinde 

Afrika’nın en uzun süren insani krizlerinden olan Darfur sorunu giderek daha da derinleşirken yüz binlerce göçmen dış yardımlara muhtaç duymakta. Son aylarda bölgede artan şiddet olayları ve çatışmalardan dolayı Darfur yeni bir insani krizin eşiğinde. Son birkaç ayda Nyala şehrine sığınan yeni göçmen sayısı 70 bin dolaylarında. Köylerini terk ederek Nyala’daki mülteci kamplarına sığınan yeni göçmenlerin durumu ise yürekleri parçalamakta. 50 dereceye varan sıcağın altında başlarını sokacakları bir gölgelikleri dahi bulunmuyor. Göçmen aileler çok acil olarak barınak, su ve gıdaya ihtiyaç duymakta.



Bölgede göçmenlere yardım ulaştıracak bir mekanizmanın olmaması ise durumu daha da kötüleştiriyor. Güney Sudan bölgesinin ayrılmasının ardından petrol gelirlerini kaybeden Sudan devleti ekonomik yönden tam anlamıyla darboğazda. Birleşmiş Milletler ise kasası boş, depoları boş olarak bölgede varlığını sürdürmekte. 2008’de iki yüzün üzerinde olan Uluslararası STK sayısında ise büyük bir düşüş yaşanmış. Fonlarını bitiren STK’ların büyük bölümü Darfur’daki faaliyetlerini sonlandırarak Somali, Mali gibi yeni kriz bölgelerine geçmişler. Oluşan bu yeni durum Darfur’un içinde bulunduğu göçmen sarmalını daha da kötüleştiriyor.

Benzin sıkıntısının yaşandığı ve uzun araç kuyruklarının oluştuğu Nyala şehrindeki büyük göçmen kamplarında 300 binden fazla göçmen yaşıyor. Tüm Darfur bölgesindeki göçmen sayısı ise 1.4 milyon civarında. Farklı sebeplerden dolayı yaşanan silahlı çatışmalar yüzünden mevcut göçmen kampları giderek büyürken yeni kamp bölgeleri oluşmakta.

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın daveti üzerine ziyaret ettiğimiz Siref kampı da yeni kurulan bir kamp. Ancak kampta göçmenlerin ihtiyaçlarını giderecek herhangi bir malzeme bulunmamakta. Göçmenler büyük bir arazinin üzerine gelişi güzel yayılırken kendilerini güneşten dahi koruyamamaktalar. Ellerine geçirdikleri hasırlarla gölge yapmaya çalışan göçmenler geride kalan aile fertlerinden de habersiz. Kocasını, çolunu çocuğunu, evini, tarlasını kaybeden göçmenler çaresizlik içinde kendilerine yardım elinin uzanmasını bekliyorlar ve ilkel şartlarda çalı çırpı yardımıyla barınak oluşturmaya çalışıyorlar.

Topluluk içinde yaralı olanlar da bulunuyor. Doktor ve ilaç bulunmayan kamp alanında diğer bir temel ihtiyaç da temiz su. Göçmenler elleriyle toprağı kazıyarak derinlerdeki suya ulaşmaya çabalarken bazıları da daha uzaktaki kamp bölgelerinden elleriyle su taşıyorlar. Banyo ihtiyacını karşılayamayan göçmenler tuvalet ihtiyaçlarını da karşılamakta zorlanıyorlar.

Bu çağrı acil yardım ulaşmaması durumunda insani bir krize dönüşmesi muhtemel olan durumun düzelmesi için yapılmaktadır. İslam dünyasının 10 yıldır iç savaş içinde yaşayan Darfur halkına gerçek manada el uzatma zamanıdır.

Link: http://www.ihh.org.tr/tr/main/news/0/darfur-buyuk-bir-insani-kriz-ile-karsi-karsiy/1743

Pazar, Şubat 10, 2013

Mali ve "Merci Hollande" Sendromu
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Şubat 2013

Fransa’nın Mali’de başlattığı askeri harekat tüm hızıyla devam ederken Fransa ülkenin kuzeyindeki üç önemli şehrin kontrolünü sağladı. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande hafta sonu Timbuktu’yu ziyaret ederek operasyondaki Fransız askerlerine moral verdi. Bölge istikrar kazanana kadar kalacaklarını belirten Hollande operasyonun başarıya ulaştığını da ilan etti. Hollande için düzenlenen karşılama töreni Erdoğan’ın Nijer ziyaretinden farksızdı. Coşkulu bir halk ve “Merci Papa Hollande” şarkıları… Mali halkı Fransız askerlerini silah zoruyla kovan dedelerine ihanet mi ediyordu?

Bir tarafta bu gelişme yaşanırken diğer tarafta Moritanya sınırına göç eden kafileler vardı. Araplara ve Tuareg ırkına karşı soykırım yapıldığını iddia eden göçmenler pılı pırtıyı toplayıp soluğu Mberra mülteci kampında alıyordu. Bu sözden ziyade bölge gerçeğini gösteren bir trajediydi. Fransa operasyonu eğer istikrar getirdiyse Nijer, Burkina Faso ve Moritanya’ya sığınan yüz binlerce mültecinin koşa koşa evlerine geri dönmeleri gerekirdi. Ancak tam tersi oldu daha fazla insan göç yollarına koyuldu.

Peki halkın yarısı sevinirken diğer yarısı neden kaçıyor? Bu soruya cevap vermek o kolay değil ancak görünen o ki Afrika kökenli halk sevinen taraf; ten rengi daha açık olan Tuareg ve Arap kökenli halk ise ağlayan taraf. Bu manzarada elbette Fransa’nın medya üzerinden yürüttüğü özgürlük propagandası da önemli rol oynuyor. Ha bir de Afrikalıların dışarıdan gelen misafire duyduğu merak ve misafirperverliği de eklemek gerek… 

Mali halkının hatırı sayılır bir kısmı hala Fransa’nın kendileri için geldiğini sanıyor. Fransa’nın uzun zamandır yürüttüğü medya kampanyasının etkisinde kalan bu kesim “yeter ki bizi el-kaide’den kurtarsın… Fransa ülkedeki uranyumu, petrolü, altını alacaksa da alsın zaten çıkartacak durumda değiliz" diyorlar. İslami hassasiyetleri ağır basan kesim ise “zaruret halidir her şey caiz” diyerek kendilerini teskin ediyor. Mali resmi söylemini benimseyen dini liderler halkı rahatlatmak da önemli rol oynuyor. Mali’nin güneyinde tam bir teslimiyet havası hakim… Başkent Bamako’da yabancıların özellikle de Fransızların yaşadığı zengin semtler Fransız bayraklarıyla süslü. Bu semtleri Fransa’nın bir semti sanabilirsiniz kolaylıkla. Ancak bu hava kırsal kesimlerde kayboluyor. Sıradan halkın neler olup bittiğinden pek haberi yok…     

Fransa’nın kontrolü sağladığı şehirlere giren Mali ordusu kontrolden çıkmış durumda. İnsan hakları izleme örgütleri günlerdir konuya dikkat çekiyorlar. İslamcı gruplara destek verdiği gerekçesiyle tutuklanan ve yargısız infaz yapılan onlarca insan var. İnfaz kuyularının resimleri çoktan medyada yer aldı. Kıyafetleri ve sakalları ile İslamcılara benzemek dezavantaj oluşturuyor. İnsanlar sakallarını kısaltmak, kıyafet şekillerini değiştirmek zorunda hissediyorlar.   
  
Mali’de başlayan askeri sürecin paralelinde yeni bir siyasi süreç de gündeme artık. Kuzey Mali’deki Gao, Timbuktu ve Kidal’ın kontrolünü ele alan Fransa MNLA (Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi) ile Mali Geçici Hükümetinin masaya oturup anlaşmasını arzuladığını belirtti. Ancak bu talep Mali’nin güney kesimlerinde tam bir soğuk duş etkisi yaptı.  

MNLA’nın İslamcılar ile işbirliği yaptığını ve dahası ülkeyi bölmek gibi bir gündemleri olduğunu belirten Güneyli kesim İslamcı gruplar ile yapılan mücadelenin MNLA’yı kapsamasını ve örgütün de tasfiye edilmesini istiyor. Güneyli kesime göre MNLA diğer İslamcı gruplardan daha tehlikeli… Fransa ise kendine has manevralarla siyasi arenayı şekillendirmeye devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde Mali’nin günlük gazetelerindeki manşetler Hollande ve Fransa’nın niyetlerini sorgular mahiyetteydi. Belki ilk kez medya Fransa’nın niyetini bu kadar açıktan sorguluyordu. Akıllara gelen soru MNLA öncülüğünde özerk-federal veya bağımsız bir Tuareg devleti mi kurulacak? Mali’deki günlük gazetelerin internet sayfaları olmadığı için içerdeki sesleri duymak kolay değil. Ancak bölgeye gittiğinizde bu sesi duyabiliyorsunuz.

Fransa’nın baskısı altındaki Mali Geçici Hükümeti bu görüşmeye sıcak baktığını duyurdu ancak MNLA’nın şartı infazlarıyla gündeme gelen Mali ordusunun bölgeye girmemesi. Bu şart kısmen Kidal’da kabul edildi. Şehrin kontrolü Çad askeri birliklerine bırakıldı ve Mali ordusu şehre giremedi. Mali Geçici Hükümeti de İslamcı grupların görüşmelerde yer alamayacağını duyurdu.

İsimleri sık sık gündeme gelen diğer İslamcı gruplar ise göğüs göğse çarpışmak yerine ülkenin kuzey bölgelerindeki daha küçük kasabalara çekildiler. Bu bölge şimdilik Fransa’nın hava bombardımanına maruz kalıyor. Ancak bu durum Cezayir ve Nijer’i yakından ilgilendiriyor. İslamcı grupların Cezayir veya Nijer sınırından içeri sızması halinde ise Amerika’da askeri operasyona fiilen dahil olabilecek. Bu grupların gerilla taktiğine döndüğü ve bundan sonra hedef gözeterek saldıralar yapması bekleniyor.

Fransa tek kurşun atmadan üç şehrin kontrolünü ele geçirdi. Şehirleri kontrol eden gruplar taktiksel olarak çekilerek meydanı Fransa ve Mali askerlerine bıraktılar. Şuan ki tabloya dikkatle bakıldığında aslında İslamcı grupların sadece yer değiştirdiği mevcut güçlerini halen korudukları görülecektir. Fransa-Mali ortak operasyonunda İslamcı gruplar 2 neferini kaybederken sivil kayıpları ise çok daha fazla oldu.

Fransa bölgeyi ele geçirmekte zorlanmadı ancak elinde tutmakta zorlanacağa benziyor. Zira Mali ordusuna ve Afrikalı askerlere güvenmeyen Fransa’nın asıl niyeti Birleşmiş Milletleri bölgeye çekmek. Bu yöndeki çağrıya BM’de sıcak bakıyor. Pakistan, Türkiye vs. gibi ülkelerden oluşan bir barış gücü yakın zamanda bölgeye nakledilirse şaşırmamak gerekir. Ne de olsa Mali’de çatışan taraflar Müslüman…

Why Are French Soldiers in Mali?
Serhat ORAKÇI
World Bulletin, January 2013
Those who keep track of African and world news have the following questions: Why is France in Mali? Is it a sign of power? Or rather an effort to reclaim colonies? Or is it trying to use the country's underground resources?
The French military intervention in Mali is rather new. French people are looking for answers to these questions just as we are. France is trying to persuade the international community and its own people that it is in Mali to fix certain things that have gone wrong. The purpose displayed is to clean the south of Mali from radical Islamists. Or, as France puts it, to clean Mali from Al-Quaeda and ensure its territorial integrity.
It is naive to believe that the reason for French presence in Mali is to bring harmony and prosperity to the Mali people. There is more than one reason to this initiative. Despite financial crisis in Europe and the risks France is facing, the benefits must also be substantial. When global powers make significant breakthroughs, they by all means calculate profits and losses.
God knows the real reason, we can only make certain conclusions. We can analyze the situation considering history, other interventions that took place and the evolving political discourse.
First and foremost the importance of Mali and disinformation of the public opinion should be highlighted. Mali is not much heard of but has a rather bright history. It is in the West Africa, the heart of Islam. It is one of these rear places that had developed peculiar architecture. Southern regions of Mali used to be an intellectual center, a source of knowledge where all the important writings of the period were collected. It has a strong literary tradition. Towns where clashes take place these days have libraries with around 700 thousand rear manuscripts. This legacy, collected in 13-14 centuries, was looted by French colonizers and about 1 million manuscripts were taken to French libraries. Locals managed to keep this legacy burying the manuscripts in the ground.
West Africa suffered a lot of devastation during colonization period. French colonies are still among the poorest countries in the world. Mali is world's 4th poorest country. France has established a strong economic and political network in the region. It can be deduced if we consider 6000 French nationals living in Mali. But French level of comfort has not reached here. The people are poor.
As Africa developed it became harder for the traditional players to keep their grip on the colonies. Countries like China, Russia, Brazil, India and Turkey are eager to do business in the region. The Africans began to realize that the were not impregnated by colonial powers. Thus the influence of traditional players in the region is reducing. China is the biggest investor in Africa nowadays. It imports most of its oil from Angola and Sudan. Turkey's trade turnover with Africa grows every year. These push the US, France and England towards more aggressive politics in Africa.
The fact that Salafi understanding of Islam has been gaining power in Africa is true. It is true for Mali as well.
Sunni Islam keeps losing followers because it cannot provide solutions to people's socio-economic problems. It is more in league with politics. Thus it becomes easier for Salafi movements to gain new followers. Regions that lack governmental support raise against the state trying to find a solution. Unfortunately those who claim that the Mali government has lost control over the southern part of the country are right. Bamako's weak management has never had any influence in the south.They assumed that they got the region under their control by just establishing a few police offices managed by those appointed by the center. The people respect tribe chiefs and religious leaders, who they consider to be closer to themselves. The people have seen them as more powerful in solving problems. A lot can be said about the Mali crisis but the power gained by the armed forces and Islamist rebels is largely due to the socio-economic situation the poor people are in.
What is France aimed at with this military operation? There is more than one answer to this question. Surely it is impossible to narrow everything down to one reason. France must have various political, economic and military expectations. Once in control of the central region of the West Africa it can get an opportunity to penetrate into the neighboring countries especially if permanent military bases are established. Mali borders Burkina Faso, Algeria, Mauritania and Niger on the north. The fact that the region has rich fields of uranium, gold, oil and phosphate cannot be ignored. France processes uranium in the north of Niger and has nuclear power. It needs uranium for its reactors. %70 of electricity in France is generated from the nuclear plants.
The north of Mali is located in the Sahara desert, seen by the locals as a group of smaller deserts and extremely rich in underground water resources. Africa's underground sweet water resources are 100 times greater than its surface waters. That is why Sahara is a significant field in terms of access to sweet water. Sahara is at the same time a storage for solar energy. Only 0.03% of solar energy accumulated here could provide all Europe with electricity for one year. Experiments with giant solar panels in Sahara started long ago. Besides, nuclear tests also take place. France's nuclear tests in the 1960s are quite famous. The results of these tests provided nuclear power to Israel. Speaking about experiments, agriculture should also be mentioned. It is known that France is engaged in agricultural tests in Sahara these days.
France will profit from this military operation in other ways as well, regaining influence over its old colonies, restoring its relations with Africa and regaining sympahties of African people by playing a savior role in the region. It is highly probable that France will gain control over the Islamic movements and be at the head of possible political changes later on. If we keep in mind the Arab spring atmosphere in Africa the picture becomes even more clear. The power to control North Africa should be influential in both Mediterranean and Sahara regions.
These are the benefits France can get. And that is why France is in Mali.

Cumartesi, Ocak 19, 2013


FRANSA'NIN MALİ OPERASYONU TVNET-ATLAS

TÜM YÖNLERİYLE MALİ VE FRANSA MÜDAHALESİ 3.BÖLÜM

GÜNDEN YANSIYANLAR TV 5

TÜM YÖNLERİYLE MALİ VE FRANSA MÜDAHALESİ 2.BÖLÜM

GÜNDEN YANSIYANLAR TV 5

TÜM YÖNLERİYLE MALİ VE FRANSA MÜDAHALESİ 1.BÖLÜM

GÜNDEN YANSIYANLAR TV 5

FRANSIZ ASKERLERİ NEDEN MALİ’DE?
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni Ocak-2013

Afrika ve dünya gündemini takip edenlerin sorduğu soru bu: Fransa neden Mali’de? Bu bir güç gösterisi mi? Eski sömürgeler üzerinde tahakküm kurma girişimi mi? Yoksa ülkenin yer altı zenginlikleri mi sömürülmek isteniyor?

Fransa’nın Mali’ye uyguladığı askeri müdahale henüz çok yeni. Bizler kadar Fransızlar da bu soruya cevap arıyor. Fransa devleti uluslar arası kamuoyunu ve halkını Mali’de ters giden işleri düzeltmek için orada olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Gösterilen amaç Mali’nin kuzeyini radikal İslamcılardan temizlemek. Fransa ağzıyla söylersek el-kaide’den temizlemek ve Mali’nin toprak bütünlüğünü sağlamak.

Fransa’nın salt Mali halkının refahını, dirlik ve düzenini tesis etmek için orada olduğuna inanmak saflık olur sadece. Bu bir tek gerekçe ile açıklanamayacak bir girişim. Avrupa’nın içindeki finansal krize rağmen Fransa’nın aldığı büyük risklere bakılırsa kazanımlarının da büyük olması gerek. Küresel güçler büyük hamlelerini yaparken kar-zarar çıkarımları mutlaka yaparlar.

Tabi asıl niyeti Allah bilir ancak biz sadece çıkarımlar yapabiliriz. Elbette tarihi geçmişe, başka müdahalelere ve geliştirilen siyasi söylemlere bakarak analiz edebiliriz bu durumu.

Önce Mali’nin önemine ve kamuoyuna lanse edilen dezenformasyona vurgulama yapmak gerekir. İsmi fazla duyulmayan Mali’nin tarihi geçmişi oldukça parlak. Batı Afrika’da İslamın kalbi konumunda. Kendine has mimari bir tarz geliştirmiş ender yerlerden. Mali’nin kuzey bölgeleri bir zamanlar bilginin kaynağı ve dönemin yazma eserlerinin toplandığı bir entelektüel merkez. Yazılı bir geleneğe sahip. Şu an çatışmaların yaşandığı şehirlerdeki kütüphanelerde 700 bin civarında el yazması nadir eser bulunuyor. 13.-16. yy arasında toplanan bu miras Fransa’nın sömürgecilik döneminde bölgeye girmesiyle yağmalanmış ve 1 milyondan fazla yazma eser Fransa kütüphanelerine taşınmış. Halk ellerindeki bu mirası toprak altına gömerek kurtarabilmiş.

Batı Afrika sömürgecilik döneminin ağır tahribatını yaşamış bir bölge. Fransa sömürgeleri dünyanın en fakir ülkeleri hala. Mali dünyanın en fakir 4. ülkesi. Fransa’nın bölgede ekonomik ve siyasi bir networku var. Mali’de yaşayan 6 bin Fransız vatandaşından anlıyoruz bunu. Fransa’nın refah seviyesi ise bu bölgeye hiç yansımamış. Halk fakir.

Afrika’da işler değişmeye başladı. Artık geleneksel aktörler eski sömürgelerine söz geçirmekte zorlanmaya başladı. Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler iş yapmaya istekliler. Afrikalılar sömürgeci güçlere gebe olmadıklarını anlamaya başladılar. Bu durum geleneksel aktörlerin etkisini zayıflatıcı etkiye sahip. Çin Afrika’da en çok dış yatırım yapan ülke günümüzde. Petrol ihtiyacının büyük kısmını Angola ve Sudan’dan karşılıyor. Türkiye’nin Afrika ile ticaret hacmi her yıl artarak katlanıyor. Bu durum Amerika, Fransa ve İngiltere’yi Afrika’da daha agresif politikalara itiyor.

Selefi İslam anlayışının Afrika’da güçlenmeye başladığı doğru bir tespit. Mali’de de bunu görebiliyoruz. Sünni İslam anlayışı taraftar kaybediyor çünkü halkın içine düştüğü sosyo-ekonomik bunalımlara cevap üretemiyor. Siyaset ile daha içli dışlı. Bu durum selefi akımların taraftar toplamasını kolaylaştırıyor. Devletten hizmet alamayan bölgeler devlete karşı isyan bayrağını çekerek meseleyi çözme yoluna giriyorlar. Mali devletinin ülkenin kuzeyinde kontrolü kaybettiği söylemi ne yazik ki yanlış. Bamako’daki zayıf idare hiçbir zaman ülkenin kuzeyinde etkili olamadı. Sadece birkaç karakol kurmak ve merkeze yakın isimleri oraya idareci atamakla bu kontrolü sağladıklarını sandılar. Halk ise kabile reislerine, dini liderlere saygı ve sevgi duydu; onları kendine daha yakın buldu. Meselelerinin çözümünde onları etkili gördü. Mali krizinde siyaset üzerinden çok şey söylenebilir ancak silahlı güçlerin ve İslamcıların güç kazanmasında fakir halkın sosyo-ekonomik durumu büyük rol oynamakta.

Böylesi bir operasyon ile Fransa neyi amaçlıyor? Bu soruya birden çok cevap vermek mümkün. Elbette her şeyi bir sebebe bağlamak imkansız. Fransa’nın farklı siyasi, ekonomik ve askeri beklentileri olmalı. Batı Afrika içinde merkezi bir konuma sahip bu bölgenin kontrol astına alınması çevre ülkelere nüfuz etme noktasında avantaj sağlayabilir heleki burada kalıcı askeri üstler tesis edilirse. Mali’nin kuzeyi Burkina Faso, Cezayir, Moritanya ve Nijer ile komşu. Bölgede zengin uranyum, altın, petrol ve fosfat yataklarının olduğu tezini de göz ardı edemeyiz elbette. Nijer’in kuzeyinde uranyum işleyen Fransa nükleer bir güce sahip. Reaktörleri için uranyum ihtiyacı var. Elektrik üretiminin %70’ini nükleer santrallerden karşılıyor.

Mali’nin kuzeyi Sahra çölü içinde yer alıyor. Bizim tek çöl olarak gördüğümüz Sahra orada yaşayan insanlara göre birden fazla çölden oluşuyor. Dünyanın en büyük çölü Sahra’nın altı ise tam anlamıyla bir deniz. Afrika çok zengin yer altı sularına sahip. Öyle ki yerüstündekinin 100 katı daha fazla tatlı su kaynağı yeraltında (http://www.bbc.co.uk/news/science-environment-17775211). Sahra tatlı suya erişimde bu yüzden oldukça önemli bir saha. İnsan yaşamını zorlayan Sahra aynı zamanda tam bir güneş enerjisi deposu. Buraya düşen güneşin %0,03’ü tüm Avrupa’nın bir yıllık elektrik enerjisini karşılayabiliyor. Sahrada dev güneş panelleri ile deneyler zaten uzun zamandır yapılıyordu. Bu deneylere nükleer deneyleri de eklemek gerek. 1960’larda Fransa’nın bu coğrafyalarda yaptığı nükleer deneyler oldukça meşhur. Bu deneylerden elde edilen sonuçlar İsrail’in nükleer güce kavuşmasında da başrolü oynamış. Deney demişken bir de tarım deneyleri var elbette. Bugün Fransa’nın Sahra çölünde tarımsal üretim yapmak için deneyler yaptığı biliniyor.

Fransa bu operasyon ile başka kazanımlar da elde etmeyi istiyor elbette. Eski sömürgeleri üzerinde daha güçlü etki oluşturma, kurtarıcılık rolü ile Afrika ile ilişkilerini düzeltme ve Afrika halklarının sempatisini kazanma gibi. Bölge üzerinden İslami hareketleri kontrol etme ve zamanında muhtemel iktidar değişikliklerinin önüne geçebilmesi mümkün. Kuzey Afrika’da yaşanan Arap Baharı atmosferini düşünürsek mesele daha net anlaşılır. Kuzey Afrika’yı kontrol edecek gücün hem Akdeniz üzerinde hem de sahra üzerinde etkinliği olması gerekir.

İşte tüm bunlar Fransa’nın elde edebileceği kazanımlar. Bu yüzden Fransa Mali’de.