Perşembe, Aralık 01, 2011

Papa ve Diyanet’in Afrika Gündemi

Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Kasım 2011

Geçtiğimiz günlerde Benin ziyareti kapsamında XVI. Benedictus Afrika Hıristiyanları ile buluştu. Papa, 2009 yılında da Angola ve Kamerun’u ziyaret etmişti. Birleşmiş Milletlerin daha önce Milenyum Hedefleri kapsamında ortaya koyduğu söyleme paralel şeyler söyledi. Afrika’nın kronik sorunlarının başında gelen yoksulluk, şeffaf yönetim, barış gibi konular Papa’nın gündemiydi. Özellikle Afrika’da İslam üzerine çalışmalar yapmış rahmetli Vincent Monteil’e göre Roma’nın Afrika’da yürüttüğü bir kültür politikası var. Bu yüzden Papa’nın Batı Afrika’da yer alan Benin ziyaretini sıradan bir ziyaret değil bu planlı politikanın içinde değerlendirmek gerekir.

Afrika sadece Hıristiyanlığın değil aynı zamanda İslam’ın da hızla yayıldığı bir coğrafya. 1970’lere kadar on milyonlarla ifade edilen Müslüman sayısı(Sahra-altı Afrika’da) günümüzde yüz milyonlarla anılmakta. Bugün Afrika’da yaşayan Müslümanlar İslam dünyasının %25’ini temsil ediyor. Ve temsil gücü kıtanın hızlı nüfus artışı düşünüldüğünde daha da artacak. Kıtanın Hıristiyan sayısı da benzer şekilde hızla artıyor. Gerek Roma merkezli Vatikan gerekse de Amerika merkezli Evangelistler Afrika’daki yoğun misyonerlik faaliyetlerini hız kesmeden sürdürmekte. Hıristiyanlık aylayışı Afrika’ya şekil verirken Afrika’da Hıristiyanlığa yeni bir şekil vermekte. Siyah İsa figürleri, Afrika ritimlerinden oluşan kilise müziği gibi unsurlar göze çarpmakta. Avrupa’da kan kaybeden Hıristiyanlık adeta Afrika’da yeniden dirilirken geleceğe yönelik öngörüler Afrika’nın Hıristiyanlığı Avrupa’dan daha çok temsil edeceği yönünde.

Papa’nın Afrika’yı ziyaret ettiği günlerde İstanbul’da da Afrika Müslüman dini liderler toplantısı vardı. Bu iki önemli olay tesadüfen mi aynı zaman dilimine rastladı bilinmez ama Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen toplantıda Afrika’nın farklı ülkelerinden çok sayıda katılımcı bir araya geldi. Açılış konuşmasını Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı toplantının ilki 2006 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından düzenlenmişti.

Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği bu toplantı Türkiye’nin Afrika Açılım Politikası içinde önemli bir yer tutmakta. Bu alanda Diyanet, Mali’deki Timbuktu yazma eserlerinden farklı ülkelerdeki Osmanlı eserlerinin tespit ve imarına kadar çok önemli çalışmalara imza atabilir.

Osmanlı-Afrika ilişkileri kapsamında düşünüldüğünde Afrika’daki Müslümanların Osmanlı Halifesine bağlılık gösterdikleri ve dini otorite olarak kabul ettikleri görülmektedir. Bu kapsamda İstanbul her zaman bir merkez olarak algılanmış, Afrikalı Müslümanlar için problemlerin çözüm merkezi olmuştur. Diğer topluluklardan farksız olarak Cezayir’den Güney Afrika’ya kadar Afrika Müslümanları da sıkıştıklarında, zora girdiklerinde ve baskılara maruz kaldıklarında Osmanlı’dan, Halife’den, destek istemişlerdir. İstanbul’a mektuplar, heyetler ve hediyeler göndermişlerdir.

Diyanet İşlerinin düzenlediği bu periyodik toplantılar siyasi boyuta sahip olmayıp yardım kapsamında gelişse de büyük bir potansiyel taşımaktadır. Afrikalı Müslüman otoritelerin İstanbul’a gelip cami, Kur’an, imam istediği bir platform olmaktan çıkıp Afrikalı Müslümanlara vizyon veren bir statü kazanması gerekmektedir. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanı’nın en kısa sürede bir Afrika ziyaret programı düzenleyip bu coğrafyadaki Müslümanları daha yakından tanıması gerekmektedir. Bugün Afrika’da yaşayan Müslümanlar, özellikle azınlık statüsünde yaşayanlar, yoksulluk dışında pek çok sorunla yüzleşmektedir. Küreselleşme süreci Afrika’nın sadece pagan kültürlerini değil İslam geleneğini de erozyona uğratmaktadır. Hıristiyanlar ile Müslümanların burun buruna yaşadığı ülkelerde dinsel gerilim farklı kaynaklardan beslenirken çatışma noktalarında dini unsurlar hep ön plana çıkmakta ya da çıkartılmaktadır. Sudan’da 1985-2005 arasında yaşanan iç savaş dini parametreler tarafından şekillendirilirken Sudan’dan ayrılan Güney Sudan bölgesi animizm dominant olmasına rağmen Hıristiyan toprakları olarak lanse edilmiştir. Benzer bir gerilim Hıristiyan-Müslüman çekişmesinin eksik olmadığı Nijerya’da da sorun olarak durmaktadır.

Somali’de El-Kaide bağlantılı El Şebab ülkedeki yabancı unsurlara karşı Cihat ilan ederken ABD’de terörizm ile mücadele kapsamında bu coğrafyada kutsal savaş yürütmektedir. Uganda’da faaliyet gösteren Tanrı’nın Direniş Ordusu(The Lord’s Resistance Army-LRA) İncil’den esinlendiğini öne sürerek çocuk yaşlı demeden son yılların en kanlı katliamlarını gerçekleştirirken bölgesel bir tehdit haline geldi. Obama ise kurnaz bir hamle ile Uganda’ya 100 eğitimli komanda göndermek ve askeri eğitim vermeyi onayladı. Gerçek amaç ise Uganda’nın yeni petrol rezervleri mi? El Şebab mı? LRA mı? Göreceğiz.

Afrika’da din hassas bir konu çoğu zamanda siyasi amaçlar için kullanılmakta. Kıta hem Müslümanlar için hem de Hıristiyanlar için sayısal açıdan büyük önem arz ediyor. 2009’da yapılan nüfus araştırmasına göre kıtada Müslümanların sayısı 371,5 milyon iken Hıristiyan sayısı 304,5 milyon. 147.6 milyon ise pagan inanışlara sahip.(CRS Report for Congress-Hussein D. Hassan) Bu sayısının 2020 yılında daha da artması bekleniyor. Bu yüzden hem Diyanet’in hem de ilgili diğer kurumların Afrika’daki Müslümanları, Müslüman toplulukları ve İslam’ın kıtada yüzleştiği temel sorunları iyi anlaması önemlidir.

Cumartesi, Eylül 24, 2011

Türkiye’nin Afrika Altyapısı Yeterli mi?

Türkiye’nin Afrika Altyapısı Yeterli mi?

Serhat ORAKÇI

Dünya Bülteni, Eylül 2011

Ana muhalefet lideri Afrika’ya gitme modasına uyup Somali-Kenya sınırındaki Dadaab mülteci kampına gittiğinde büyük medya kuruluşları “Kılıçdaroğlu Somali’ye gidiyor/gitti” tarzı başlıklar attı. Başbakan Tayyip Erdoğan ise Kılıçdaroğlu’nun yolu şaşırıp Kenya’ya gittiğini söyledi. Bu Somali / Kenya tartışması aslında Türkiye’deki Afrika ile ilgili sathi bilgi düzeyini dışa vuran bir örnekti. Buradan eğer gazeteler manipülatif amaçla bilerek Somali vurgusu yapmadılarsa Dadaab mülteci kampının yerini bilmedikleri sonucu çıkar. Yok eğer bilinçli yapılan bir şey ise buradan da Türk halkının bu coğrafya hakkındaki cahilliğini süistimal ettikleri sonucu çıkar.

Açlık krizi nedeniyle yaşanan son gelişmeler ve Somali üzerinden yürütülen tartışmalar Afrika alanında ne kadar az sayıda uzmana sahip olduğumuzu bir kez daha gösterdi. Türkiye tarihinin uzantısı konumundaki bu bölgeleri anlama ve değer biçmede derinleşme ihtiyacımızın olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Türkiye bu bölgede rol üstleniyor, barış getirmek istiyor bu yönde umut telkin ediyor ancak bunun temelini oluşturacak bakış açısı ve altyapısı ile ilgili entelektüel altyapı sorgulanmıyor.

Son birkaç yılda alelacele açılan bir iki kürsüyü saymazsak Türkiye’de Afrika üzerine araştırma yapan, bilgi üreten ve olayları yorumlayan akademik mekanizmanın, bölge uzmanlarının olmaması Türkiye için büyük bir boşluk. Şu an Afrika için bu boşluğu bu coğrafyada faaliyet gösteren Sivil Toplum Kuruluşları bir nebze olsun giderse de akademik mekanizmanın işlemesi, fikir ve yaklaşım üretmesi gerekmekte. Üniversiteler bünyesinde açılan Afrika araştırmaları ise bilinç yoksunu. Sorsak bütçe falan derler ama asıl sebep başka yerde. Bu sorumluluğu hissetmek ve bu kıtaya muhabbet beslemekten yoksunlar.

Sömürgecilik ile Afrika’ya damgasını vuran Batı, araştırma kuruluşları ile de entelektüel ve akademik alanda tekel oluşturmuş durumda. Günümüzde Afrika araştırmaları yürüten kürsü, enstitü ve araştırma kuruluşlarının çok büyük kısmı hala birkaç ülkededir. Sömürgecilik sonrası bu kıtaya ilgisini sürdüren birkaç emperyalist devlet bu araştırma kurumları ve Sivil Toplum Kuruluşları sayesinde Afrika’nın gündemini, önceliklerini belirlemekte. Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları ile TİKA ile Afrika’da varlığını hissettirse de entelektüel anlamda büyük bir boşluk söz konusu. Bu da ancak araştırma kuruluşlarının verimli çalışmaları ile olur.

2005 yılında başlatılan Afrika Açılım sürecinin şimdiye kadar bu konuda altyapı tesis etmesi gerekirdi. Motor sporları için bile onlarca dergi varken Türkiye’de Afrika üzerine yayın yapan tek bir akademik dergi hala bulunmamakta. Bırakalım dergiyi bir internet sitesi dahi yok. Afrika dediğimizde yakın coğrafyamızdaki 54 ülkeden ve 1 milyar nüfustan bahsettiğimiz unutulmamalıyız… Somali krizi çıktığından beri araştırma merkezleri konuya ilişkin neler sunacak diye takip ediyorum ama Somali ülke profilinin dışında bir şey çıkmadı. Hal böyle iken entelektüel altyapı, bilgi ve uzman yokken Afrika Açılımı nasıl gerçekleşecek Türkiye Somali’de barış sürecine nasıl katkı sağlayacak? Afrika ile ilgili tüm bilgi akışı Reuters, BBC ve CNN’den, Batılı araştırma kurumlarından sağlanırken nasıl olup kendi özgün yaklaşımımızı ortaya koyacağız?

Yakın bir coğrafya olmasına rağmen Kuzey Afrika dışında Afrika’nın geri kalanı hakkında bile entelektüellerimiz tıkanma yaşamakta. Bu coğrafyada meydana gelen siyasi, kültürel ve ekonomik gelişmeleri takip eden az sayıda insanımız varken nasıl oluyor da büyük işlere soyunuyoruz? Somali’de El-Şebab ile Geçici hükümet arasında meydana gelen silahlı çatışmaları durdurmak ve ülkeye barış getirmek gibi bir amaç entelektüel altyapı olmadan hayal olur. Resmi olarak 20 yıldır resmi bağımızın olmadığı bir coğrafyada bu bölgedeki dengeleri ve unsurları anlamadan hareket etmek yanlış olur.

Afrika’nın Somali nedeniyle Türkiye’nin gündeminde olduğu bu zaman dilimi eksikleri görmek açısından yararlı olacaktır. Bilgi, analiz ve yorum üreten bir mekanizma er ya da geç oluşmalıdır. Bunun zamanı da çoktan gelmiş ve geçmektedir. Umarız bu eksiklik devlet eliyle veya özel girişimlerle hızla giderilir.

Pazartesi, Ağustos 22, 2011

Türkiye'nin Afrika Yaklaşımı


TÜRKİYE’NİN AFRİKA’YA YAKLAŞIMI NASIL OLMALI?


Serhat Orakçı (serhatorakci@gmail.com)


Dünya Bülteni, Ağustos 2011


Türkiye devlet olarak Somali’de farklı bir yaklaşım benimsemeli. Gıda yardımını, hastane inşaatını vs. insani krizlere duyarlı Türk halkı ve Sivil Toplum Kuruluşlarımız halleder zaten T.C’nin bu Somali meselesinin bam teline dokunacak işler yapması, Somali’nin ve genel itibariyle Afrika’nın bu hale gelmesine yol açan yapısal, siyasi sorunlara el atması beklenmeli.


Somali’nin içine düştüğü kriz bir gece de çözülemez. Bu kriz sadece yağmurlarla, kuraklıkla, iklim değişikliği ile de açıklanamaz. Somali meselesinin altında yapısal sorunlar yumağı yatmaktadır. Devletin olmadığı, yirmi yıldır iç savaşın yaşandığı, en azından basit bir tarım politikasının dahi olmadığı on milyonluk bir coğrafyadan bahsediyoruz. Öyle bir yer ki insanlar karınlarını doyurmak için yüzlere kilometre aç susuz yürümekte, evlerini ocaklarını terk edip yollara düşmekte ve bazıları bu umut yolculuğunda can vermekte. Hem de bu burnumuzun dibinde dünyanın gözü önünde gerçekleşmekte.


2005 yılından bu yana Afrika için açılım politikası yürüten Türkiye kilit bir rol oynamak, Somali meselesinin gerçek çözümünü istiyorsa bu ülkeyi ve genel itibariyle Afrika’yı bağımlı ve kırılgan hale getiren Batı endeksli politikaların dışına çıkmalı. Türkiye Batılı politika yapımcıları ve bunun uygulayıcısı Birleşmiş Milletler gibi kurumların ortaya koyduğu çözüm önerilerini bir kenara itip önderlik ettiği bir blok kurmalı.


Türkiye’nin Afrika’ya yaklaşımı bu temele oturursa işte o zaman Türkiye hem Afrika’nın hem de kendisinin bu coğrafyadaki kaderini derinden etkileyebilir. Türkiye Afrika Birliği, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT) gibi kurumları mobilize ederek sorunun temeline inen çözümlerle bu işin üstüne gitmeli. Türkiye, Afrika’da Batılı kurumlarla ve onların mantığı ile hareket etmeyi bırakıp kendi özgün politikasını geliştirmeli. Örneğin Amerika’yı askeri üstler ve kontrol noktaları kurmaktan, gizli hapishaneler açmaktan ve Kızıl Deniz üzerine konuşlanmaktan Birleşmiş Milletleri de bu ve benzeri işlere alet olmaktan vazgeçirmeli. Bu güne kadar Türkiye tarafından uygulanan Afrika Açılım Programında ekonomik söylemlerin ve beklentilerin dışında bunu gördüğümüz maalesef söylenemez. Türkiye’nin suya sabuna dokunmadan, küresel güçlerle mücadele etmeden, diktatörlerle yüzleşmeden Afrika’da yapabilecekleri çok sınırlı kalacaktır.


Somali’nin içine düştüğü durum Güney Afrika, Mısır, Fas gibi birkaç ülkeyi saymazsak herhangi bir Afrika ülkesinin her an başına gelebilecek bir kriz halidir. Tek bir doğal kaynak ya da tarımsal ürün ihracatına dayalı ekonomik yapılar bir yerde tıkanma riski her zaman taşımaktadır.


Batılı ülkelerin ve BM’nin bugüne kadar Afrika’da uyguladığı politikalar, yaptırımlar, ambargolar ve stratejiler bu ülkelerin kalkınmalarını gerçekten hedeflemediği gibi tam tersini daha bağımlı ve kırılgan hale gelmelerinin önünü açmıştır. Serbest piyasa, demokrasi, özelleştirme gibi dayatmalar bu ülkeleri küresel kapitalist sisteme entegre ederken her açıdan kaybedecekleri bir ortam hazırlamıştır. Gelişme ihtimali olan bütün sektörler ve iş kolları yok edilmiş, Batı’nın mallarını sattığı bir pazar haline gelmiş zaman zaman jeo-politik ve askeri amaçlarına hizmet etmiştir.


Yapılması gereken bu ülkelerle işbirliği yaparken bu ülkelerde tarımsal modernizasyonu ve sanayi üretimini teşvik etmek, sanat ve el becerilerini canlandıracak ortamlar hazırlamak ve en önemlisi de eğitim alanında öncülük, Batılı işgal güçlerini ve Afrikalı diktatörlerin halkları hiçe sayan bencil emellerini törpülemektir. İşgal güçlerinin izlediği politikalara Osmanlı devrinden bu yana aşina olan Türkiye’nin bu konuda yapabileceği ve oynayabileceği çok fazla rol bulunmakta. Önemli olan bu ülkelerin bağımsız tarım politikaları geliştirebilmesi, kendi kaynaklarını kendi halklarının çıkarına kullanabilmesidir. Türkiye bu kıtada bir şeyler yapacaksa bu anlayışın önünü açacak ciddi adımlar atmalı ve tavır almalıdır.

Aksi taktirde bu bağımlılık sürdükçe insani krizlerin patlak vermesi sadece zaman meselesidir. Beş yıl sonra başka bir ülkede on yıl sonra gene Somali’de aynı sorunlar nüksedecektir. Bu manzara içimizi acıtıyorsa birey olarak bizler kendimize devlet olarak da başımızdaki yöneticilerin izledikleri yaklaşım tarzında gerekli ayarlamaları yapması gerekmektedir.

Cumartesi, Ağustos 20, 2011

SOMALİ ve KURAKLIK

SOMALİ ÇIKMAZI


Serhat Orakçı (serhatorakci@gmail.com)


Dünya Bülteni, Ağustos 2011


Doğu Afrika, özellikle Somali, açlıkla mücadele ediyor. 12 milyona yakın insanın hayatı büyük risk altında. Çocuklar ölüyor, insanlar kitleler halinde göç ediyor.


Bölgede açlık alarmı veren Birleşmiş Milletler son 60 yılın en büyük felaketi olarak nitelendirdi durumu. Çözüm için 1.6 milyar dolara acil ihtiyaç var. Amerika gerek yaşadığı finansal kriz nedeniyle gerekse de Somali'ye karşı Amerikan toplumunun negatif algılaması nedeniyle soruna katkı sağlamaktan uzak. Benzer şekilde Avrupa Birliği de ekonomik sıkıntılar nedeniyle çözüm üretmekten uzak.


Somali, İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT), Arap Birliği ve Afrika Birliği üyesi. Sivil Toplum Kuruluşları karınca kararınca bir şeyler yapıyor ama olayın büyüklüğü geniş çaplı bir işbirliği gerektiriyor. Ve maalesef geç kaldığımız her gün birileri açlıktan kıvranarak ölüyor.


1992 yılında Somali gene aynı şekilde kuraklık yaşamış ve 450 bin kişi açlıktan ölmüştü. O dönemde duruma müdahale etmek adına bölgeye giren Amerika ve BM Barış Gücü durumu daha da karmaşık hale getirmekten başka bir şey yapmadı. Amerika'nın askeri müdahalesi hüsranla sonuçlandı nitekim iki yıl sonra 1995 yılında BM ve Amerika ülkeyi iç savaşa terk ederek bölgeden ayrıldı. Ancak Amerika'nın Somali ve Doğu Afrika'ya ilgisi hiç de azalmadı. Somali'nin Kızıl Denizi ve Bab el Mendeb boğazını kontrol eden stratejik pozisyonu gereği de bu ilginin azalması beklenemezdi.


Etiyopya üzerinden siyaset yapan Amerika Etiyopya'yı destekleyerek Somali'yi kontrol etmeye çalıştı. BM ve Etiyopya desteğiyle Somali'de geçici bir hükümet kurdurdu. Ülkenin güney bölgelerini kontrol altına alan Eşşebab hareketini El Kaide'nin uzantısı olarak tanımladı. Bölgede baş gösteren korsanlık faaliyetlerini durdurma söylemiyle askerlerini bölgeye yerleştirdi.


Bu gelişmeler ışığında 2011'e giren Somali benzer bir açlık kriziyle tekrar başbaşa. Durum gösterdi ki son 19 yılda içeride ve dışarıda uygulanan politikalar ülkeyi uçurumun kenarına getirdi. Milyonlarca insanın hayatı risk altında; ölüm kalım savaşı verilmekte. Açlık alarmı verildiği tarihten bu yana Eşşebab ile Geçici Hükümet güçleri arasındaki çatışmalar azalmadı aksine şiddetlendi. Geçici Hükümet Eşşebab ile mücadele edebilmek için asker sayısını 9 binden 20 bine çıkartmayı amaçlıyor. Eşşebab Somali'nin başkenti Mogadişu'nun büyük bölümüne hakim ve halkın alış-veriş yaptığı ana pazarları elinde tutuyor. Somali iç dinamiklerini harekete geçiren Eşşebab-Geçici Hükümet gerginliğinin kısa sürede sona ermesi zor görünüyor.


Kuraklık ve kıtlık üzerinden yürütülen siyaset hakim havada. Geçici hükümet ve Amerika Eşşebab'ı yardım malzemelerini engellemekle suçlarken Eşşebab'da yardımın başka maksatlarının olduğunu, yardım çalışanlarının istihbarat elemanı gibi çalıştığını savunuyor. Kenya ve Etiyopya ülkelerine intikal eden mülteci sayısında daha fazla artış istemezken yeni kamplar açılmasında da isteksiz davranıyor. Ancak yerini yurdunu terkeden halk mülteci kamplarına sığınıyor.


Somali'nin şu anki durumunun sebeplerini sömürgecilik döneminden kalan mirasla da ilişkilendirmek olasıdır. Ülkenin güneyini sömüren İtalya ve ülkenin kuzeyini sömüren İngiltere farklı toplumsal yapılar inşa etmiştir. Bu ikili yapı halen daha devam etmektedir. 1991 yılında diktatör Siyad Berri'nin devrilmesinin ardından bağımsızlığını ilan eden kuzey Somali bölgesi Somaliland olarak ayrılmıştır. Bu ayrım resmen tanınmasa da ikili yapı günümüze kadar gelmektedir. Ülkenin güneyini sömüren İtalya, tarım ürünleri üretiminde toplumsal ihtiyaçtan ziyade İtalya ve Avrupa'nın ihtiyaçlarını öncelemiş buna göre tarımı yeniden organize etmiştir. Üretilen pamuk ve susam gibi ürünler Avrupa'ya taşınmıştır. Toprağa uymayan ürünlerin üretilmesinin doğal bir sonucu olarak ise toprak zamanla verimsizleşmiştir. Bu dönemde sanat ve zanaata bağlı meslek dalları bitme noktasına varmış ülkedeki alternatif iş dalları yok olmaya yüz tutmuştur.


Gene bu dönemeden geriye kalan başka bir miras ülkenin sınırlarıdır. İngiliz güçleri ülkeden çıkmalarına yakın bugün Cibuti olarak bilinen yeri hileli bir referandum ile Somali'den ayırmışlardır. Daha sonra Somali topraklarının bir bölümünü Etiyopya'ya bir bölümünü de Kenya'ya bırakmıştır. Somali bu toprakları geri almak için uzun mücadeleler vermesine karşın hiçbir şey elde edememiştir. Bu sınır sorunu Etiyopya-Somali, Kenya-Somali ve Cibuti-Somali çekişmesinin merkezinde yatmaktadır.


1884 Berlin Konferansına kadar tarih sahnesinde istikrarlı bir seyir izleyen Somali bu tarihten sonra istikrarsızlaşmıştır. Uzun bir süreç sonunda günümüzde bu istikrardan uzak hal devam etmektedir. Bu noktada birçok soru akla gelirken belki de sorulması en faydalı soru Somali halkına yardım noktasında neler yapılabileceğidir.


Şu an devam eden açlık krizinin çözümü için bölgeye gıda malzemesi gönderilmesi gerekmekte. Bunu farklı kanallardan, İHH gibi sivil toplum kuruluşları üzerinden yapmak mümkün. Krizin devamı noktasında gene yapılması gereken Somali'nin güney bölgelerinde su kuyusu açılmasını teşvik etmek, balıkçılık gibi alternatif iş kollarının geliştirilmesine yardımcı olmaktır. Afrika'nın en uzun sahillerine sahip ülkesi Somali'de sanat ve el becerilerine bağlı mesleki işlerin teşvik edilmesi de gerekmektedir. Uzun vadede ise Somali'nin bağımsızlığı ve dış güçlerden arındırılması için İslam ülkelerinin ortak girişimlerde bulunarak bu yönde çalışmaları gerekmektedir.






Cuma, Temmuz 22, 2011

KITLIK ve SOMALİ

KITLIK ve SOMALİ
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Temmuz 2011


1991 yılından beri iç savaşa sahne olan Somali son elli yılın en büyük açlık krizi ile karşı karşıya. Gelen haberlere göre insanlar yiyecek bulmak için günlerce aç susuz yürüyerek daha güvenli bölgelere sığınırken bölgede açlıktan ölümler yaşanmakta. Krizin boyutu giderek büyürken detayları ise insanı düşündürüyor.


Birleşmiş Milletler son açıklamasında Somali’nin güneyinde yer alan iki bölgede Bakool ve Aşağı Shabelle’de “Kıtlık(Famine)” olduğunu duyurdu. BM ayrıca krize müdahale edilmemesi halinde önümüzdeki iki ayda krizin Somali’nin sekiz eyaletinde daha başlayacağını duyurdu. Şu an Aşağı Shabelle, Bakool, Benadir, Gedo ve Hiran’da 310 bin dolayında çocuk açlıktan ölmek üzere. Somali’de 3 milyon insan acil gıda yardımı bekliyor. Ve insanlar kitleler halinde yer değiştirerek Mogadişu, Kenya ve Etiyopya’daki mülteci kamplarına sığınıyor.


Somali 1991 yılından beri iç savaşa sahne oluyor. Ülkede silahlı çatışmalar yaşanıyor. Ülkenin güney bölgeleri ve iç kesimleri Amerika’nın El-Kaide ile ilişkilendirdiği ve terörist listesine aldığı El Şebab’ın kontrolü altında. Bu yüzden Amerika Somali’ye ambargo uyguluyor ve Etiyopya’nın desteği ile El Şebab’ı tasfiye etmek istiyor. Ülkede resmi bir devletin olmaması bu tür insani krizleri daha da derinleştiriyor.


Bürokratların ve Sivil Toplum Kuruluşlarının F-word diye tanımladıkları kıtlık kavramını telaffuz etmeleri krizin en üst yani beşinci seviyede olduğuna işaret ediyor. Bu tanımın resmi ağızdan yapılabilmesi için belli bazı kriterlerin gerçekleşmesi gerek; yani belli sayıda insanın ve çocuğun ölmesini beklemek gerek.


Uzmanlar bu kelimenin çok güçlü olduğunu hatta hükümet devirebilecek güçte olduğu görüşünde. Kıtlığın bir önceki evresi ise “Yetersiz Beslenme (Starvation).” Yani bugün Somali’nin karşılaştığı kriz yetersiz beslenme sorunun kıtlığa dönüşmesi. BM’nin ya da diğer kurumların kıtlık alarmı vermesi için toplam nüfusun %20’sinin günlük 2.100 kaloriden daha az beslenmesi, toplam çocuk nüfusunun %30’unun yetersiz beslenme seviyesinde olması, her gün 10.000 kişide 2 ölümün ya da 10.000 çocukta 4 çocuğun beslenme yüzünden ölmesi gerekiyor.


Bu kriterler gerçekleştiğinde “KITLIK” alarmı veriliyor ve dünya kamuoyundan destek isteniyor. Genellikle hükümetler prestijleri açısından bu seviyeyi kolay kolay kabullenmiyorlar. Bu yüzden Somali’de devlet olmadığı için kıtlık alarmı vermek de BM’ye düştü. Somali’deki geçici hükümet yetkilileri sorunun kapasitelerini aştığını itiraf ederek yardım çağrısında bulundu. BM 1991-1992 yıllarından bu yana Somali’de ilk kez Kıtlık alarmı veriyor.


Bugün Afrika Boynuzunda yaşayan 10 küsur milyon insanın hayatı risk altında. Sorun sadece Somali ile sınırlı değil. Kenya ve Etiyopya gibi ülkelerde de yetersiz beslenme ve açlık sorunu var. Sorun zamanında çözülmezse açlıktan ölen insan sayısının daha da artması bekleniyor. Amerikan Yardım Ajansı(USAID) ülkelere göre gıda yardımı bekleyen insan sayısını şöyle sıralıyor:


Yardım bekleyen insan sayısı toplam: 10,27 milyon


Kenya: 3,5 milyon


Etiyopya: 3,2 milyon


Somali (Acil) : 2,85 milyon


Uganda: 600 bin


Cibuti: 120 bin


Kenya’daki Somalili mülteciler (Acil): 405,068


Etiyopya’daki Somalili mülteciler (Acil): 111,556


Somali’de yaşanan gıda krizine sebep ülkedeki iç savaş ve siyasi istikrarsızlığın yanında kuraklık ve gıda fiyatlarındaki %30’luk artış gerekçe gösteriliyor. Bunların hepsi farklı oranlarda sorunu etkileyen faktörlerdir.


Somali’deki gıda sorunu 2009 yılından beri devam etmekte. Son zamanlarda yeterli yağmur alamayan bölge kuraklığın pençesi altında. Ülkedeki geçici hükümet tarım planlaması yapmaktan çok uzak. Tarım arazileri verimli kullanılamazken ülkenin diğer kaynakları da askeri harcamalarla çarçur edilmekte.


Orta Doğu coğrafyasında yaşanan son gelişmeler ve petrol fiyatlarındaki artış tarımsal üretimi de etkilemektedir. Ulaşım giderlerindeki ve girdi fiyatlardaki bu artışlar temel gıda maddelerinin fiyatlarını da belirlemektedir. Gıda fiyatlarındaki bu artış gelişmemiş ülkelerdeki yoksul halkı etkilerken yoksulluğun kol gezdiği Güney Asya’daki bazı ülkelerin Afrika ülkelerinden pek de farkı yok aslında.


Somali’deki siyasi istikrarsızlığa gelince bu Amerika’nın o bölgedeki varlığı ile ilişkilendirilebilir. Daha geçtiğimiz hafta Amerika’nın Somali’deki Guantonamo tarzı gizli hapisleri gündeme geldi. Amerika askeri birimleri bu iddiayı reddetse de Amerika’nın bu bölgedeki silahlı operasyonları bilinmekte. Amerika, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu açıklarında gemilere düzenlenen korsan saldırıları durdurmak iddiasıyla bu bölgedeki askeri varlığını arttırmakta. Kızı Denizi en iyi kontrol eden stratejik konuma sahip Somali, Irak ve Afganistan ile aynı kaderi paylaşıyor; bu yüzden de yakın bir gelecekte istikrara kavuşması pek olası görünmüyor.


Ramazan ayının yaklaştığı şu günlerde Somali’de açlıktan ölümler yaşanıyor. Oruç tutacak Müslümanlar Somali’deki kardeşlerini durumunu daha iyi anlayacaktır. Umarız İslam ülkeleri ve özellikle Türkiye bonkör davranarak Somali’ye gereken desteği bir an önce verirler.





Pazartesi, Temmuz 04, 2011

Çin-Sudan İlişkilerinde Son Perde

Çin-Sudan İlişkilerinde Son Perde


Serhat Orakçı


Dünya Bülteni, Haziran 2011


Son yıllarda Afrika ülkeleri ile güçlü stratejik ilişkiler geliştiren Çin yönetimi 27-30 Haziran arasında Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’i ağırlıyor. Resmi görüşme için Ömer El Beşir’i davet ettiğini açıklayan Çin uluslarası baskılara rağmen bu davetinde ısrarcı.


Hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM) tarafından tutuklama kararı bulunan Ömer El Beşir’in yurtdışı ziyaretleri bugüne kadar hep sorunlu geçerken bu sefer durum başka gözüküyor. Obama yönetimi Çin-Sudan görüşmesine sıcak bakarken Çin’den Sudan üzerinde baskı kurmasını ve Güney Sudan meselesinin çözümünü istiyor. Son günlerde gelişen olaylar adeta bu ziyaretin sıradan bir görüşme olmayacağına işaret ediyor.
Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir, hakkında 2003 yılından beri çatışmaların sürdüğü Darfur’da soykırım yaptığı gerekçesi ile çıkartılan tutuklama kararı sonrasında Eritre, Mısır, Katar, Çad, Libya ve Kenya’yı ziyaret etti. Özellikle Kenya ziyareti yoğun tepki çekerken Sudan Devlet Başkanı birçok dış gezisini ise güvenlik gerekçeleri ve oluşan baskılar nedeniyle iptal etmek zorunda kaldı. Beşir’in daha önce yapmayı planladığı Türkiye ve Malezya ziyaretleri de benzer şekilde iptal edilmişti.


Afrika’nın yüzölçümü açısından en büyük ülkesi Sudan hatırlanacağı gibi geçtiğimiz Ocak ayında önemli bir halkoylamasını geride bıraktı. Bağımsızlık isteyen Güney Sudan bölgesi Ocak referandumu ile bu hakkı elde etti. Güney Sudan Temmuz ayında resmi olarak bağımsızlığını ilan edip bağımsızlık kazanmaya hazırlanırken öte tarafta Kuzey-Güney gerilimi bir türlü yatışmak bilmiyor.


Ocak referandumundan bu yana Güney Sudan istikrardan giderek uzaklaşırken Kuzey-Güney gerilimi arada kalan petrol bölgesi(Abyei) nedeniyle giderek tırmanıyor. Son aylarda askeri hareketlilik yaşanan bölge Sudan petrol rezervlerinin %80’ine sahip olması nedeniyle hem Kuzey için hem Güney için oldukça önemli.


Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir son açıklamasında Güney Sudan’a üç opsiyon verirken petrol sorununun çözülmemesi halinde Güney Sudan’dan Kızıl Deniz’deki Port Sudan limanına uzanan petrol boru hattını keseceklerini duyurdu. Bu senaryonun gerçekleşmesi ise gelirleri yüzde 98 oranında petrole dayalı Güney Sudan’ın krize sürüklenmesi anlamına geliyor. Altyapısı oldukça yetersiz Güney Sudan ise bugüne kadar tüm hesaplarını petrol gelirine endekslemiş durumda. Uluslarası küresel güçler tarafından Kenya veya Uganda üzerinden alteratif boru hattı yapılmasına ilişkin projeler gündeme gelse de yıllar süreceği için bu kısa vadede şimdilik mümkün görünmüyor.


Ömer El Beşir Güney Sudan’ın petrolden Kuzeye pay vermesini ya da boru hattından geçecek miktara göre varil başına fiyatlandırma yapılmasını talep ederken sorunun çözülmemesi halinde ise boru hattını kullanıma tamamen kapatmakla tehdit ediyor. Oysa Sudan petrollerinin en büyük alıcısı Çin için petrolün güvenle çıkarılması ve liman şehri Port Sudan’a taşınması büyük önem arzediyor. Bu sebeple Ömer El Beşir’in yapacağı Çin ziyareti bazı pazarlıkların yapılması için iyi bir fırsat. Bu sistemin işlemesi için Çin’in Sudan’ı ikna etmesi gerekiyor.


Ömer El Beşir Çin Haber Ajansı Xinhua’ya verdiği demeçte Sudan ile Çin’i siyasi, ekonomik ve kültürel alanda stratejik partner olarak tanımladı. Petrolün yanında birçok sektörde yatırım gerçekleştiren Çin için Afrika içinde Sudan önemli bir ticari partner. Sudan’da 15 bin civarında Çin yurttaşı yaşamakta ve Çin yatırımları ülkede hızla artmakta.


İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) gibi uluslararası örgütler Çin üzerinde şimdiden baskı kurmaya başladı. Darfur’da soykırım yaptığı gerekçesi ile yargılanan ve hakkında tutuklama kararı çıkartılan Ömer El Beşir’in Çin’e gidecek olması tepkiyle karşılanıyor. Çin’in insanlık suçu işleyen liderler tarafından ziyaret edilmesini istemeyen grupların yoğun baskılarına rağmen Çin Dışişleri Sözcüsü Hong Lei geçtiğimiz günlerde Çin’in yıllardır desteklediği Beşir’i davet etme hakkı olduğunu ve Çin’in UCM’ye taraf olmadığını savundu. Çin yönetimi bugüne kadar yaptığı açıklamalarda Darfur sorununu Sudan’ın iç sorunu olarak algılarken soruna mudahil olmamaya özen gösterdi.


Görünen o ki ekonomik çıkarlarını herşeyin üstünde tutan Çin yönetimi Ömer El Beşir’i ikna etmeye çalışacak. Petrol fiyatlarının tırmanışa geçtiği bir ortamda ekonomik büyümesini sürdürmek isteyen Çin için kritik bir görüşme. Çin yönetimi bugüne kadar yoğun alyapı yatırımı gerçekleştirdiği Sudan’da tarafları küstürmeden bir çözüm üretmenin peşinde. Güney Sudan’ın 9 Temmuzda bağımsızlığını ilan etmesinden önce gerçekleşecek bu görüşme Çin-Sudan ilişkilerinde adeta son perde.



Çarşamba, Mayıs 11, 2011

Darusselam Çocukları

Darusselam Çocukları

Serhat Orakçı


Dünya Bülteni, Mayıs 2011






Yaşadıkları yer şehirden pek uzak değil aslında. Libya Çarşının daha ilerisinde asfalt yolun bittiği yerde başlıyor evleri. Altın sarısı çöl kumu üzerine sıralanan yer yer toprak yer yer çalı çırpıdan kurulmuş evler insana başka bir çağa giriyormuş hissi veriyor. Evlerin çatılarında duvarlarında açık kalan boşluklar çaputla, plastik poşetlerle veya çarşaflarla kapatılmış. Etrafta çok çocuk var ama tek bir ağaç veya çocuk parkı yok.



Sudan'ın başkenti Hartum'un kenar semtlerinden birisi Darusselam. Çok sayıda yetim kalmış çocuk var burada. Onları görmek için semte uğradığımızda etrafımıza toplaşıyorlar hemencecik. Aynı şehirde yaşasak da uzaylı görmüş gibi merakla bakıyorlar yüzümüze. Kiminin annesi kiminin babası yok. Bu viran kalmış semtte tozun toprağın içinde oynuyorlar. Çoğunun oyuncağı kum ve toprak sadece. Bir lastik tekerin peşinde gün boyu ordan oraya koşturuyorlar.


Hayvan pazarından aldığımız hayvanı kesip parçalamak ve ailelere dağıtmak için acele eden gençler sorduğumuzda hava kararmadan işi bitirmek istediklerini söylüyorlar. Akşam olup hava karardığında semt karanlığa gömülüyor. El feneri bile burada yaşayanlar için büyük nimet.


Semtte elektrik yok. Jeneratörden elektrik çekmek teknik olarak mümkün ama bir ampulün günlüğü 50 kuruş, bir televizyon için günlük 1 Cüneyh. Jeneratör elektriğine çoğunun maddi durumu elvermiyor. Devletin bu semte elektrik getirmesi ise şimdilik zor iş. Sabretmekten başka çare yok. Gençler işlerini el lambalarının cılız ışığı altında sürdürdüler. Bize bu turda eşlik eden misafirimiz The Middle East Monitor yazarlarından Dr.Hanan Chehata da elektriğin değerini Sudan'da daha iyi anladığını söyledi.


Eşim evde topladığı plastik şişe ve bidonları yanına alınca şaşırmıştım başta. Meğer buralarda plastik şişe ve bidonlar çok kıymetliymiş. Hartum merkezden 20 dakika uzaklıktaki semtte elektrik olmadığı gibi su da yok. İnsanlar buldukları pet şişe ve bidonlarla uzaktan su taşıyorlar. Tüm pet şişe ve bidonlar otomatik olarak geri dönüşüme uğruyor. Verdiğimiz plastik pet şişeler bile insanları oldukça mutlu ediyor.


Davet üzere evlerden birine sokuluyoruz. Oldukça mütevazı bir yaşam. Duvara gelişi güzel asılmış Kuran levhalar ve üç yatak dışında kayda değer pek bir şey göremiyoruz. Evin üstü bir çuvalla kaplanmış. Dışarıda rüzgar estikçe çuval esneyerek haşır huşur sesler çıkartırken öğlen sıcağında içerisinin nasıl olacağını kafamda canlandırma çalışıyorum.


Yaşam için önemli diğer bir öğe de gölge. Sıcaklığın 40'lı derecelerde gezdiği Sudan'da gölge bu insanlar için büyük bir nimet. Yaşamlarını ve yataklarını gün içinde güneşin konumuna göre şekillendiriyorlar. Yatakların yeri gölgeyi takip ederek yer değiştiriyor. Görünen o ki yüksek bina ve ağaç olmaması gölge bulma işini de bir hayli zorlaştırıyor.


Dışardan göç etmiş aileler burada toplanmış. Göç nedenleri ise bir lokma ekmek, geçim derdi. Bazı evlerin erkekleri iş için daha uzak semtlere gitmiş. Evlerine iki üç haftada bir uğrayıp geri işe gidiyorlarmış. Çoğu evin bakıcısı ve koruyucusu kadınlar. Kadınlardan bazılarının bir araya gelerek bir dernek kurmaya çalıştığını öğreniyoruz. Amaçları mahallenin yetim çocuklarına bakmak, mahallelinin derdine derman olmak. Destek için her kapıyı çalma niyetindeler. Bu yokluk ortamında yapacak çok işleri var tabi umdukları desteği bulabilirseler.


Biz oradayken gelen taleplerden biri şöyle: Bir kadının 80 Cüneyhe ihtiyacı olduğunu söylüyor. Eşek arabasının tekerleri uzun zaman önce yıpranmış. İkinci el lastik alıp eşek arabasını yeniden kullanmak istediğini bildiriyor. Eşek arabaları yük taşımada ve su taşımada çok işe yaradığından kadın eşek arabası ile ekmeğini kazanmak istiyor. Yanlış anlaşılmasın burası bir köy değil 7 milyon nüfuslu bir şehrin garip kalmış köşesi. Bunun gibi nice mahalleler var. Biz yolumuz buraya düştüğü için burayı görüyoruz.


Okul aidatlarını ödeyemediği için okuldan atılmış çocuklar var. Her ne kadar ücret cüzi de olsa imkan elvermeyince çocuklar sınavlara girememiş. Okumak için gelecek seneyi bekliyorlar. Okuyanların da doğru dürüst defteri kitabı olduğunu söylemek zor.


İnsan düşünmeden edemiyor. Aynı dünyada yaşıyoruz aynı Allah'a inanıyoruz aynı havayı soluyoruz. Biz zenginl içinde yaşarken bir köşeye itilmiş bu insanlar bir plastik şişenin hesabını bir el fenerinin bir lastiğin hesabını yapıyor. Her türlü olumsuzluğa rağmen sonuçta senden benden daha mutlu görünüyor ve Darusselam (Selamet Diyarı) ismine yakışır biçimde yüzleri her daim gülümsüyor.


İnternet olmadan, elektrik ve su olmadan, TV olmadan kaç gün yaşabiliriz? Bu insanlar tüm bunlar olmadan yaşamlarını sürdürüyor hem de gülümseyerek ve şükrederek. Kaç gün dayanabiliriz isyan etmeden bu şartlar altında teknolojik aygıtların uzağında? Gerçekten yardıma ihtiyacı olan acaba kim biz miyiz Darusselam halkı mı?

Cumartesi, Nisan 09, 2011

Türk STK'lar ve Darfur Sorunu

Türkiye'nin Darfur Açılımı


Serhat Orakçı


Dünya Bülteni, Nisan 2010



Son günlerde gerek devlet desteği gerekse de Türk yardım kurumlarının Darfur'da gerçekleştirdiği projelerde artış görülmekte. Bu bağlamda Türkiye ile Darfur arasındaki Osmanlı döneminden kalan kaybolmaya yüz tutmuş bağlar insani yardım çalışmalarının etkisiyle yeniden dirilmekte. Her ne kadar Türk siyaset yapımcıları tarafından Darfur krizinin çözümü yönünde uluslar arası platformlarda şimdiye kadar etkin bir yaklaşım ortaya konmasa da Türkiye insani yardım çalışmaları vasıtasıyla Darfur krizinin yaralarını sarmaya çabalamakta.



Söze başlamadan önce Darfur ile ilgili Türkiye'de yanlış algılanan bazı noktalara değinmekte fayda var sanırım. Öncelikle Darfur bir şehir ismi olmayıp Sudan'ın batısında yer alan, Sahra çölünün doğu uzantısındaki geniş bir bölgeyi işaret etmektedir. Bu geniş bölge kendi içinde batı, güney ve kuzey olmak üzere üç eyalete ayrılmaktadır. Batı Darfur'un başkenti El Cenine, Güney Darfur'un başkenti Niyala ve son olarak Kuzey Darfur'un başkenti El Faşir şehirleridir. 6-7 milyon nüfusa sahip Darfur bölgesi Müslüman olup Hıristiyan nüfus bulunmamaktadır. Arapça'nın yaygın olduğu bölgede çok sayıda kabile yaşamakta olup yönetim eyalet valilikleri üzerinden Hartum'daki merkezi yönetimine bağlıdır. Bölgede ayrıca Birleşmiş Milletlere bağlı ve Afrika Birliğine bağlı barış gücü askerleri bulunmaktadır.



2003 yılından günümüze isyancı gruplar ile Sudan Ulusal Ordusu arasında silahlı çatışmaların devam ettiği Sudan'ın Darfur bölgesinde insanlar çaresizliğin pençesinde yaşam mücadelesi veriyor. Plastik bir pet şişenin bile değer kazandığı yoksul bölgede eğitimden sağlığa her alanda desteğe büyük ihtiyaç var. Darfur'daki insani krize seyirci kalmayan Türkiye'nin de gerek devlet eliyle gerekse de özel yardım kurumları aracılığıyla yaptığı yardımlar her geçen gün artmakta.



Dış kalkınma yardımların "Soft Power" olarak algılandığı ve küresel güçlerin özellikle de Amerika ve AB ülkelerinin dış yardım faaliyetlerini STK'lar üzerinden yönlendirdiği günümüzde STK yardımları giderek önem kazanıyor. Son yıllarda yaptığı dış kalkınma yardımlarında STK'lar ile daha çok işbirliğine giden Türkiye de benzer şekilde hareket ederek ulaşmak istediği bölgelere zaman zaman STK'lar üzerinden ulaşıyor. Bunun en güzel örneklerinden biri Darfur'da yürütülen çalışmalardır. Bu yüzden Darfur Sahra-altı Afrika içerisinde Türkiye'nin ve Türk STK'ların en etkili olduğu yerlerin başında geliyor.



Dünyanın farklı coğrafyalarından çok sayıda uluslar arası kuruluşun faaliyet gösterdiği Darfur aynı zamanda Türk Sivil Toplum Kuruluşlarının da ilgi odağı. Çok sayıda Türk STK bu bölgede projeler gerçekleştirerek Darfur krizinde yerinden yurdundan olmuş mağdur halka yardım ediyor. TİKA, IHH İnsani Yardım Vakfı, Türk Kızılayı, Kimse Yok mu Derneği, Yardımeli Derneği bunlardan bazıları.



2006 yılında Başbakan Tayip Erdoğan'ın bölgeye yaptığı ziyaret esnasında verdiği hastane sözünü hayata geçirmek için TİKA geçtiğimiz ay kolları sıvadı. Devlet Bakanı Faruk Çelik'in Güney Darfur'un başkenti Niyala'da temelini attığı 170 yataklı bölge hastanesinin yapımı başladı. Gene Niyala'da Türk Kızılayı'nın işlettiği sahra hastanesi bölge halkının yaralarını sarıyor. Yine aynı şehirde Kimse Yok mu Derneği Türk köyü inşa ederek Darfur halkına yardımcı oluyor. Buralara kadar gelen Türk sağlık çalışanları hasta taramaları, ameliyat ve ilaç tedarik ederek ihtiyaç sahiplerine yardımcı oluyorlar. Sağlık koşullarının kötü olduğu bölgede bazen çok basit hastalıklar yüzünden insanlar özellikle de bebek ve çocuklar hayatını kaybedebilmekte. Yokluğun hüküm sürdüğü bu gibi yerlerde Bazen basit bir ilacın dağıtılması bile hayat kurtarabiliyor.



Yüzün üzerinde STK'nın faaliyet gösterdiği Darfur'ın Niyala şehri kısmen istikrar ve güvene kavuşurken Darfur'un diğer iki eyaleti El Cenine ve El Faşir destek bekliyor. Özellikle sıcak çatışmalara sahne olan EL Cenine Sudan'ın en fakir bölgesi. Temel altyapı hizmetlerinin neredeyse hiç olmadığı şehirde mağduriyet her yere sinmiş vaziyette. Kendi kaderine terkedilmiş Çad sınırındaki El Cenine'de 750 bin civarında mülteci yaşıyor.



Ulaşım imkanlarının kısıtlı olduğu su ve elektrik sıkıntısı yaşanan El Cenine'de TİKA ve IHH İnsani Yardım Vakfı ortaklığıyla geçtiğimiz günlerde hayata geçirilen katarakt projesi kararan umutları yeşertmeyi amaçlıyor. Hastane rehabilitasyonu ve ücretsiz göz ameliyatı hizmeti vermeyi hedefleyen proje çok az STK'nın çalıştığı El Cenine için hayati öneme sahip. Hayata geçirilen proje ile El Cenine halkı ilk kez Türkiye ile tanışırken bölgede su ve eğitim şartlarını düzeltmek adına başka projelerin de derhal hayata geçirilmesi gerekiyor.



Birleşmiş Milletler çatısı altında çalışan UNICEF ve WFP dışında Kızıl Haç ve Help Age gibi kurumların çalıştığı El Cenine 2003'den beri devam eden Darfur krizinin etkilediği yerlerin başında geliyor. Benzer şekilde Darfur'un kuzeydeki El Faşir eyaleti de yardıma ihtiyaç duyan yerlerin başında geliyor.



İngilizleri karşılarına alma pahasına Osmanlı Devletine duydukları bağlılığı ve desteği gösteren Darfur'da siyasi konjonktüre angaje olmadan insani yardım çalışmaları yürüten STK'lar hiç şüphesiz önemli bir boşluğu dolduruyor. Köylerini kasabalarını terk edip mülteci kamplarına sığınmış milyonlarca insan bu tür dış yardımlarla hayatını sürdürüyor. Acil ihtiyaçların giderilmesinin yanında kalıcı projelerin hayata geçirilmesi bölgenin istikrara ve güvenliğe tekrar kavuşması açısından önemli.



Geçen yıl Mart ayında Darfur için Mısır'da toplanan İslam Konferansı Örgütü Darfur'un kalkınması için hedeflediği 2 milyar dolarlık yardımın ancak yarısını toplayabilmişti. Toplantı sonrasında Batı kamuoyunda bunu başarısızlık olarak ve İslam dünyasının Darfur'a ilgisiz kaldığı şeklinde yorumlayan çok sayıda haber yer aldı. Türkiye İKÖ üyesi ülkeler arasında Darfur'a sahip çıkan ülkelerin başında geliyor. Son günlerde Darfur'da başlatılan çalışmalar da bunun en önemli göstergesidir.




Perşembe, Mart 17, 2011

2011 Historic Year for Africa

2011 Historic Year for Africa

Serhat Orakçı

March, World Bulletin

It seems that 2011 will be a historic year of Africa with popular uprisings, referendums, presidential elections and a new-born state. In couple of month, the continent witnessed high level of evolution that certainly has huge social, economic and political impact on Africa in general. Besides ongoing massive youth demonstrations in North Africa and South Sudan`s separation from Sudan, in this year there are legislative, parliamentary and presidential elections scheduled in not fewer than 20 different states across the continent. Through these elections democratic level and understanding of democracy will be tested in Africa where dictators are still dominant factor in a lot of countries. It might be a year observing democratic improvement to some extent and perhaps suffering of dictatorial regimes to remain.

Semi-autonomous South Sudan has already obtained chance to announce its independency in July after the historic referendum result accepted officially by ruling National Congress Party(NCP) in Sudan. Youth of Tunisia and Egypt has demolished long-standing dictatorial regimes of their countries. Tunisian ex-president has fled to Saudi Arabia with tons of gold costing billions of dollars. Mubarak despotism has finally ended after huge demonstrations in the Liberation Square. In these days, Libya`s regime is under huge pressure of United Nations and international communities. Kaddafi regime is enjoying its last days in Libya. Chad has recently held parliamentary election while Uganda and Niger have held elections for presidency. Ivory Coast is still tense due to conflict between supporters of two rival presidential candidates after the recent election. We saw all these in two months time. I think, Africa will witness more than that during the rest of 2011. The continent will observe conflict between democracy believers and dictatorial regime supporters.

In this year, there are key elections in 27 various African countries on legislative, parliamentary and presidential levels. For presidency and national assembly, in April there will be crucial elections in Nigeria where tension still exists between Muslim and Christian communities. In the same month Djibouti will hold presidential election as well. While Benin will hold parliamentary election, Liberia will hold parliamentary, presidential elections and constitutional referendum in this year. Madagascar, Gambia, Chad, Cameroon, Cape Verde, Central Africa Republic, Rwanda, Seychelles, Zimbabwe, Democratic Republic of Congo, Tunisia and Egypt are also ahead of the polls in this year.

Political experts and analysts devote special attention to Africa in 2011 due to busy election season. It seems hopes and frustrations are mixed for expectations on the process of democracy. According to some analysts nothing will change after doubtful polls while for the others there is still hope. However, some central questions require to be answered. Will these elections be well-managed, credible, free and fair? Which mechanism will stop incumbent dictators from buying votes, bribery, intimidating on opposition groups during campaigns and using state media tools unequally?

It is not easy process to remove dictators from their post, especially in natural resources-rich states. Although they struggle, they will resist. In Libya, Kaddafi assures to remain and resist until his last blood like Mobarak did in Egypt. After controversial election in the last November, there are two presidents in Ivory Coast, one elected and one self-appointed. While the country faces civil war in these days, international community is already concerned by increase of death toll. Defeated ex-president`s supporters are killing any demonstrator on the streets to keep the former regime alive. Mainly because of fighting between rival groups, around 450.000 people were displaced in a short period and some fled to Liberia. In Zimbabwe more than fifty people were arrested by security forces in last month while they were watching footage of Egypt uprising video. Some other African dictators have given harsh speeches warning and threatening any street demonstration seekers.

However, it should be considered that perhaps millions of young African under the influence of recent youth movements in Egypt, Tunisia and Libya will go to polls for the first time in their life and elect their leaders and parliaments throughout 2011. They will vote for their future and the future of corrupt dictatorial regimes existing in Africa for decades. The youngest continent on earth will be changed by youth. There is hope and democratic election is the safest way to change political atmosphere that shaped by dictators in favor of their own self-interest. I think, North Africa uprisings will make positive effect on rest of the continent and opposition groups will be braver than ever during the election processes.

We will see how uprisings, democratic polls and separation of South Sudan will re-shape political landscape of the continent. We will also see whether expectations of youth for better future will be met or not and how leader profile will change at the end of the day. A historic battle has already taken place. We will wait and see who will be the winner: freedom believers or dictators?

Çarşamba, Şubat 23, 2011

İsyan Dalgası ve Afrika

İsyan Dalgası Sahra-altı Afrika’ya Yayılır mı?

Serhat Orakçı

Dünya Bülteni, Şubat 2011

Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan gelişmelerin siyasi ve pisikolojik etkileri Afrika kıtasının her köşesine sinmeye başladı. İlham perileri ezilmiş halklara cesaret fısıldarken koltuğunu korumaya çabalayan devlet başkanları oldukça tedirgin görünüyor. Afrika uzamanları Mısır ve Libya benzeri ayaklanmaların Afrika’nın genelinde başlayıp başlamayacağını anlamaya çalışıyor. Sorulan soru şu: Sıra kimde? Zimbabve mi Kamerun mu? Peki gelişmişlik düzeyi, internet kullanımı, okuma-yazma oranı, etnik ve dini yapı bakımından büyük farklılıklar arzeden Sahra-altı Afrika’da gerçekten halk protestoları ile iktidarların el değiştirmesi mümkün mü?

Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmeler Sahra-altı Afrika’da halk bazında yakından takip ediliyor. Özellikle Mısır’da Hüsnü Mubarek’in devrimesiyle diğer ülkelerde de ufak çaplı gösteri ve protestolar düzenlendi. Libya lideri Kaddafi’nin devrilmesi halinde ise etkilerinin Afrika’da daha geniş olacağı tahmin edilirken diğer ülkelerdeki halk gösterilerinin artması bekleniyor.

İşsizlik oranının %59’larda seyrettiği Cibuti’de geçen Cuma halk sokağa döküldü. Gösterilerin ikinci gününde iki kişi ölürken muhalif parti liderleri tutuklandı. Amerika’nın ve Fransa’nın askeri üstü bulunan ülkede internet kullanım oranı sadece %3. Halkın büyük sefalet içinde yaşadığı ülke 1999’dan beri İsmail Ömer Gülle tarafından yönetiliyor.

Rober Mugabe’nin baskı rejimi altında inleyen Zimbabve halkı bugünlerde cesaretini toplamaya çalışıyor. Muhalif gruplar ülkede isyanın başlaması için lobi yaparken hükümette boş durmuyor. Son olarak 53 kişi Mısır ayaklanmasının video kayıtlarını izlerken tutuklandı. Facebook’da açılan “Mugabe Must Go” tarzı grupların ise internet erişiminin %13 olduğu ülkede büyük destek gördüğünü söylemek zor. Uzmanlara göre ise böyle isyan hareketine polisin tepkisi sert ve kanlı olacak; bunu bilen halk cesaret edecek halde değil.

Geçen hafta Uganda’da yapılan başkanlık seçiminde iktidar el değiştirmezken seçimde hile olduğunu iddia eden ana muhalefet partisi halkı ayaklanmaya çağırdı. 25 yıldır ülkeyi yöneten Yoweri Musaveni %68 oy alırken Amerika seçim sonucunun Uganda halkının iradesini yansıttığı belirterek tebrik mesajını iletti.

Kamerun’da muhalif gruplar ve işçi birliklerinin bugün Devlet Başkanı Paul Biya’yı istifaya çağırmak için toplanması bekleniyor. Organizsyonun yeterince iyi yapılmadığını savunan görüşlere göre ise gösterilerin taraftar toplaması zor görünüyor. Ana muhalefet gruplarının bile açıktan protesto çağrısı yapmadığı ülkede Paul Biya yandaşları ülkenin istikrar ve gelişme yolunda olduğu tezini savunuyor.

Mısır’ın peşinden Sudan’da da ufak çaplı bazı öğrenci gösterileri oldu. Sayıları yüzü aşmayan göstericiler halk genelinden destek göremezken Devlet Başkanı Ömer El Beşir bir sonraki seçimde aday olmayacağını açıkladı. İktidardaki Ulusal Kongre Partisi kararın ülkede yaşanan reform süreciyle ilgili olduğunu Mısır ve Libya ile alakası olmadığını duyurdu.

Senegal, Gabon, Etiyopya ve Gana’da halk ayaklanmasının muhtemel göründüğü riskli ülkeler arasında.

Sahra-altı Afrika ülkelerinin Kuzey Afrika ile kıyaslandığında yapısal farkları olduğu muhakkak. Gelişmişlik düzeyi, internet kullanımı, okuma-yazma oranı, etnik ve dini yapı büyük farklılıklar arzediyor. Mısır isyanında büyük rol oynayan twitter ve facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin Sahra-altı Afrika’da bu tarz bir rol oynaması mümkün görünmüyor. İnternet kullanım oranın %10’ların altında seyrettiği ülkelerde internet üzerinden organizasyonlar yapılması ve destek çağrılarının yapılması mümkün görünmüyor. Benzer şekilde kimi ülkelerde şehirleşme oranı da oldukça düşük.

Kuzey Afrika’da yaşananlar diğer Afrika halkları için büyük bir ilham kaynağı oldu kesin. Kişisel görüşüm Tunus-Mısır-Libya tarzı halk ayaklanmalarının Sahra-altı Afrika ülkelerine halk geneline yayılmayacağı yönünde. Buna karşın muhalif kesimlerin seslerini artık daha gür duyurabileceğini düşünüyorum.

Ama şurası muhakkak ki son günlerde Kuzey Afrika’da yaşanan dönüşüm Afrika kıtasının geleceği için bir dönüm noktasıdır. Bu dönüşümün kıta geneline nasıl yayılacağını birlikte göreceğiz. Ezilmiş halklar, kişisel tavır ve davranışların politik areneda ne kadar etkili olabildiğini dahası birlik ruhunun baskıcı rejimleri nasıl zora soktuğunu bir kez gördüler.

Pazartesi, Şubat 07, 2011

Mısır Ayaklanması Sahra-altı Afrikayı Nasıl Etkiler?

Mısır’daki Ayaklanma Sahra-altı Afrika’yı Nasıl Etkiler?

Serhat Orakçı

Dünya Bülteni, Şubat 2011

Güney Sudan’da bağımsızlık oylamasının yapıldığı günlerde uluslararası kamuoyu acaba iç savaş tekrar patlak verir mi diye endişeyle Sudan’ı izlerken olaylar aniden Tunus’ta patlak verdi. Tunus lideri yüklendiği tonlarca altınla Suudi Arabistan’a kaçarken halk ayaklanması Libya’yı es geçerek Mısır’a sıçradı. Otuz küsür yıldır ülkeyi yöneten Mubarek rejiminin saltanatı bugünlerde sallanıyor. Tahrir meydanında günlerdir gösteri yapan halkın başarıya ulaşması başka coğrafyalarda ezilen halklara da ilham kaynağı olacak muhakkak.

Tunus ve Mısır’da yaşanan son gelişmeleri Arap eksenli okumamak gerekir sadece. Mısır bugün Afrika kıtasının liderliği için Güney Afrika, Nijerya ve Kenya ile yarışan önemli bir aktördür. Mısır’da yaşanan olaylar Afrika’nın da dönüşüm isteğinin göstergesidir aynı zamanda. Her ne kadar gözardı edilse de Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan siyasi değişim farklı boyutlarıyla en başta Afrika kıtasını ilgilendirmektedir. Bu coğrafyanın şekillenişi ve siyasi eğilimleri diğer Afrika ülkelerini de aynı yöne götürecektir. Gelir dağılımın Kuzey Afrika’da daha adil dağıtılması Sahra-altı ülkelerde de aynı etkiyi doğuracaktır ya da Kuzeyli ülkelerin demokratik tavır alması Sahra-altı ülkelerde de benzer sonuçlar doğuracaktır.

Konu ile paralel olarak geçen Haziran ayında yazdığım “Afrika’da Liderlik Sorunu” başlıklı yazıda değindiğim gibi bugün Afrika kıtasının en büyük açmazları iş başındaki liderlerden kaynaklanıyor. Koca kıta halktan gelen taleplere kulak tıkayan, kişisel servetleri ülkelerinin milli gelirini aşan diktatorlerle dolu. Mısır’da eğitimli gençler işsiz gezerken, halk yoksulluğa mahkum edilmişken Hüsnü Mubarek’in ve ailesinin Avrupa bankalarındaki servetinin 70 milyar dolarla Bill Gates’i solladığı ortaya çıkıyor. 1967 yılında başageçen Gabon Devlet Başkanı El-Hac Ömer Bongo Ondimba, 1969 yılında iktidarı devralan Libya lideri Muammer Kaddafi, 1987’den beri Zimbabve’nin başında bulunan Rober Mugabe ve 1982’de başa geçen Kamerun Devlet Başkanı M. Paul Biya örneklerden birkaçı sadece.

Liderler değiştikce Afrika halklarının makus talihi de değişecek hiç şüphesiz. Halkın taleplerine kulak veren, halkın rahatı için ülkenin kaynaklarını sefeber eden bir anlayış geliştikçe zengin kıtanın fakir halkları da refah seviyesine erişecektir. Bu aşamada Mısır’daki gelişmeler Arap dünyası ve İsrail için olduğu kadar diğer Afrika ülkeleri için de son derece önemli. Belki şimdi sorulması gereken soru Kuzey Afrika’da alevlenen halk gösterilerinin kıta iç derinliklerine yayılıp yayılmayacağı. Zimbabve halkının Robert Mugabe’yi değiştirmek için sokağa dökülüp dökülmeyeceğini önümüzdeki günler gösterecek.

Afrika ülkelerinin büyük bölümü benzer sorunlarla yüzleşse de Kuzey Afrika ile Sahra-altı Afrika arasında önemli yapısal farkların olduğunu unutmamak lazım. Kuzey Afrika ülkeleri Arap dünyasının ve İslam dünyasının önemli bir paçası iken Sahra-altı Afrika ülkerinde ise İslam kültürü dominant yapısını giderek yitirmekte. Ekvator altına inildikçe ise Müslümanlar azınlık statüsüne geçmekte. Mısır ve Tunus’ta yaşananlar her ne kadar İslami devrim olarak nitelendilmeyip halkın geçim derdi olarak algılansa da Müslümanların baskı altında tutulması bu iki ülkedeki halk ayaklanmasının büyümesinde önemli bir unsurdu.

Mısır ve Kuzey Afrika’da yaşanan siyasi gelişmeler diğer Afrika ülkelerine siyasi ve ekonomik alanlarda doğrudan ya da dolaylı olarak etki yapacaktır muhakkak. Kuzey Afrika ülkeleri ile Sahra-altı ülkeler arasındaki ilişkilerin daha olumlu gelişeceği kanaatindeyim. Özellikle Mübarek rejiminin yıkılması ile Mısır’ın Afrika ülkelerine uyguladığı dayatmacı tavır normalleşecektir. Her ortamda Arap kimliğini ve Mısır’ın çıkarlarını öne çıkaran siyaset toplamda Afrika’nın çıkarlarını gözetecek şekilde evrilme şansı bulacaktır. Bu minvalde özellikle son dönemde Mısır ve Doğu Afrika ülkeleri arasında yaşanan Nil suyunun kullanım haklarına ilişkin gerginlik çözüm bulabilir. Günümüzde 400 milyon Afrikalının beslendiği Nil Nehri Mısır’ın tekelinden çıkarak Nil’in kaynak ülkelerinin de nehir suyundan eşit oranda yararlanmasının önünü açabilir.

Bulunduğu coğrafya gereği Mısır’daki siyasi gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerin başında Sudan geliyor. Mısır’da yaşanan gelişmelerin hemen komşusu Sudan’a da sıçrayacağı başta akla gelmiş olsa da olaylar beklendiği gibi gelişmedi. Sudan’daki muhalif grupların protesto çağrıları halkın genelinde yankı bulmadı. Öğrenci grupları birkaç yüz kişiyi geçmeyen küçük gösteriler düzenledi. Halkı gösteriye çağıran muhalif liderler ironik biçimde dinazor olarak nitelendirildi. Muhakkak 2010 Nisan ayında ülke genelinde yapılan ilk demokratik seçimde Ömer El Beşir’in Ulusal Kongre Partisinin %65 dolaylarında oy alması Sudan için önemli bir göstergeydi. Geçtiğimiz Ocak referandumunda %99,57’lik oy oranıyla Güney Sudan bölgesinin ayrılması, 2003 yılından beri Darfur’da devam eden silahlı çatışmalar ve Uluslarası Ceza Mahkemesinin(UCM) Ömer El Beşir hakkındaki yargılama kararı ve kamuoyunun bu yöndeki baskılarına rağmen Sudan halkı liderine güven duyuyor.

Tekrar hatırlatmakta fayda var dünyanın en hızlı gelişen ve en genç kıtası Afrika önümüzdeki yıllara dünya siyasetinde önem kazanacağının sinyallerini veriyor. Afrika kıtası talihini değiştirmek, kendi geleceğini hazırlamak için değişim istiyor. Kuzey Afrika ülkelerinde bugün yaşananlar kıta genelinden bağımsız düşünülemez. Burada yaşanan siyasi gelişmeler tüm kıtayı olumlu yönde etkileyecektir şüphesiz.

Salı, Şubat 01, 2011

Güney Sudan Ayrılık Referandumu

Güney Sudan’da İslam Dünyası Toptan Kaybetti

Serhat Orakçı

Dünya Dülteni, Ocak 2011

Sudan önemli bir süreci geride bıraktı. Dünya basınının ilgisi geçen hafta Güney Sudan bölgesi için bağımsızlık oylaması yapılan ülkedeydi. 600’ün üzerinde uluslarası gözlemcinin izlediği referandum süreci Abyei bölgesindeki çatışmaları saymazsak olaysız geçti. Gelen ilk açıklamlar bölgede referanduma katılım oranının %90’ların üzerinde gerçekleştiğiydi. 2005 Kapsamlı Barış Anlaşmasında öngörülen %60 katılım şartı böylece sağlanmış oldu. Fiziki şartların ve okuma-yazma oranının vasatın çok altında olduğu Güney Sudan’da bu oranda bir katılımın gerçekleşmesi çok ilginç aslında. Bu sonuç bize bölgede ayrılık kampanyası yürüten iktidardaki Sudan Halk Kutuluş Hareketi(SPLM)’nin ve Batılı partnerlerinin güzel organize olduğunu gösterdi.

Referandum kesin sonuçlarının Referandum Komisyonu tarafından şubat ayının başında açıklanması bekleniyor. Yabancı merkezlerde sandıklar açıldı ve sayım işlemleri bitti. Londra, New York, Kahire, Addis Ababa ve Nairobi’de açılan sandıklarda açık farkla ayrılık oyları fazla çıktı. Disporadaki Güneylilerin çok büyük çoğunluğu ayrılık dedi. Güney Sudan’da henüz sonuçlar açıklanmazken bölgenin %90’ın üzerinde ayrılık için oyladığı tahmin ediliyor. Associated Press geçen hafta Güney Sudan’ın başkenti Juba’da 30.000 kişi ile yaptığı görüşmeye dayanarak ayrılık oylarının %96 civarlarında çıkacağını iddia etti.

Güney Sudan referandumu öncesi sandıktan ayrılık çıkacağı zaten tahmin ediliyordu. Bazı gazeteler “sonucu belli referandum” şeklinde başlıklar kullandılar. Ancak ayrılık oylarının %90’ın üzerinde çıkacak olması gerçekten düşündürücü. Bölgede yaşayan %10 civarındaki Müslüman Güneylinin de ayrılık için oyladığı anlaşılıyor. Bölge nüfusunun bu oranda ayrılık istemesi kuzey-güney ilişkilerinin ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu manzaradan gerekli derslerin çıkartılıp çıkaltılmayacağını önümüzdeki günlerdeki gelişmeler gösterecek elbette.

Önümüzdeki takvime göre Güney Sudan’ın 9 Temmuz’da tam bağımsızlığını ilan etmesi bekleniyor. Böylece ekonomik ilişkileri devam etse bile Güney Sudan, Sudan’dan resmi anlamda ayrılacak ve Arap dünyasından kopacak. Bölge her ne kadar Arap olmasa da günümüzde Arap ve İslam dünyası içinde yer alıyor. Bu değişim ile sadece Sudan’ın değil Arap dünyasının ve dolayısıyla da İslam dünyasının haritası değişmiş olacak. 10 milyon nüfus ve 600 bin km.’nin üzerinde bir toprak parçası İslam dünyasından kopacak ve İslam dünyasının sınırlarında kuzeye doğru gerileme yaşanacak.

İslam dünyasının Güney Sudan’ı kazanmak için bugüne kadar ciddi bir girişimi gerçekleşmedi. Politik areneda kuzey-güney çekişmesi hep Sudan’ın iç meselesi olarak algılandı ve insiyatif kullanılmadı. İzlenen politika iç savaş yıllarında Amerika’nın desteklediği güneye karşın kuzeyi desteklemenin ilerisine geçmedi. 2005 yılında kuzey-güney arasında imzalanan barıştan sonra da bölge toptan ihmal edildi. Referanduma birkaç aya kala Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın bölgeyi alelacele ziyareti dışında İslam dünyasından hiçbir lider buraya ayak basmadı. Avrupa Birliği, Amerika hatta Çin bile referandum için gözlemciler gönderirken İslam dünyası buna bile gerek görmedi. Aynı ilgisizlik Sivil Toplum Kuruluşları için de geçerliydi. Batılı misyoner STK’lar bölgede harıl harıl çalışırken İslam ülkelerinden STK’lar politik ve reklam getirisi şüphesiz daha çok olan Darfur’a hücum ettiler; fiziki şartları hiç de Darfur’dan iyi olmayan Güney Sudan’a ayak basan olmadı. Oysa yirmi iki yıl iç savaşa sahne olan bölge her açıdan yardıma ihtiyaç duymaktaydı. IHH İnsani Yardım Vakfı’nın ve TİKA’nın 2008-2010 döneminde Güney Sudan’daki bazı çalışmalarını saymazsak 2005’den beri Afrika’ya özel ilgili gösteren Türkiye bile bu bölgeye ilgisiz kaldı.

Referandum sürecinde Arap basını ateş püsküren yazılar kaleme aldı. Artık iyice aşikar olan Amerika ve İsrail ittifakının Sudan’ı böldüğünü yazdılar. Bilinen bu kof analizin dışına çıkamayan Arap basını psikolojik rahatlamanın dışında ileri gidemedi. Amerika-İsrail ittifakı ülkeyi bölmek için çalışırken biz bunu engellemek için ne yaptık diye soran çıkmadı. Bölge hep son yıllarda çıkmaya başlayan petrole paralel ekonomik çıkarlar ile gündeme geldi.

Güney Sudan’da kaybeden Sudan hükümeti ve Ömer El Beşir yönetimi değildir. İslam dünyası toptan kaybetmiştir. Güney Sudan İslam dünyasının harita üzerinde üvey evladıydı bugüne kadar. Bugün üvey evlat kararını verdi ve gidiyor. Umarız İslam dünyası Güney Sudan bölünmesinden gerekli dersleri çıkartır.