Pazartesi, Ekim 09, 2006

Nelson Mandela


MUCİZE ADAM: MANDELA
18, 15 Haziran 1999
Yazan: Immanuel Wallerstein

Tarihçiler elli yıl sonra dönüp 20. yüzyıla baktıklarında, Nelson Mandela’nın nasıl olup da sağın ve solun, doğunun ve batının, kuzeyin ve güneyin aynı anda hayran olduğu evrensel bir kahraman haline geldiğini açıklamak isteyeceklerdir. Başka hiç kimse bu kadar evrensel bir beğeniye mazhar olmamıştı. Belki bir tek Mahatma Gandhi, ama o yarı-dinsel bir figürdü, oysa Mandela bütünüyle seküler, dünyevi bir figür.

Bu hep böyle değildi. 20 yıl önce Mandela müebbete mahkum bir terörist lider olarak hapisteydi. Hem bizzat kendisine hem de hareketi ANC’ye (Afrika Ulusal Kongresi) dair fikirler muhtelifti. Irkçı hükümet ve onun yandaşları tarafından “komünistler” olarak suçlanıyorlardı; ABD ve birçok batı ülkesi için şüpheli kişilerdi. Dahası, ANC’nin en ateşli yandaşları dahi (ahlaki açıdan haklı, ama) askeri bakımdan güçsüz olduklarını kabul ediyor, Güney Afrika’da iktidara gelmelerinin son derece güç olduğunu düşünüyorlardı. Dahası, ANC’nin kendisi de başka yerlerdeki yandaşları da ırkçılığa son vermenin tek yolunun şiddete dayalı bir silahlı mücadele olduğundan emindiler.

Fakat, mucizeymiş gibi görülen şey gerçekleşti. 1980’lerin sonlarından itibaren, ırkçı hükümet iktidarı ANC’ye devretmek için görüşmelere başladı. Görüşmeler 90’ların başında somutluk kazandı ve bugünden bakıldığında rahatça söylenebileceği gibi, epeyce de hızlı ilerledi. Yasadışı ilan edilen partiler ırkçı hükümet tarafından yeniden yasallaştırıldı, ırkçı yasalar kaldırıldı ve (hala eski ırkçı liderlerin elinde olan) hükümet, 1994’te genel oy hakkı esasına dayalı seçimlerin yapılmasına izin verdi. ANC seçimleri hiç zorlanmadan kazandı ve Nelson Mandela Güney Afrika Devlet Başkanı seçildi. Yeni bir anayasa hazırlandı, köklü bir politik dönüşüm başarıldı.

Nasıl oldu da, devlet aygıtı üstünde bu denli güçlü bir nüfuz sahibi ve inançlarında bu kadar bağnaz olan ırkçı yönetim yanlıları, bina ettikleri her şeyin bütünüyle yok olmasına, savundukları temsil ettikleri her şeyin yerle bir edilmesine izin verdiler? Bunda hiç şüphesiz çeşitli faktörler rol oynadı. ANC, 30-40 yıldan uzun bir dönem boyunca, Güney Afrika halkının büyük çoğunluğunun örgüte bağlılığını, bunu sağlayacak sürekli ve güçlü bir nüfuza sahip olduğunu kanıtladı. Sivil toplum içinde sahip olduğu desteği, askeri güce tahvil edemediyse de, hükümet ve dünyaya defalarca gösterdi. Yürüttüğü uluslararası diplomasi sayesinde ANC, Güney Afrika ırkçı hükümetinin yıllar geçtikçe gitgide yoğunlaşan bir ekonomik ve politik tecrite uğramasını sağladı. Bu durum, tecritten kurtulmak isteyen ve ANC idaresindeki ve genel oy hakkını tanımış bir Güney Afrika’da da pekala oldukça iyi yaşayabileceğini düşünen büyük iş çevreleri için özellikle rahatsız ediciydi. Soğuk Savaş’ın bitmesi ise, çok eskiden beri G. Afrika Komünist Partisi’nin ANC’nin yakın müttefiği olduğu gerçeğinin, artık Batı dünyası tarafından daha az ürkütücü bulunacağı anlamına geliyordu.

Yine de tüm bunlar, iktidarın barışçıl bir biçimde devredilmesi için yeterli değildi. ANC’nin iki anlaşma yapması gerekiyordu: Birincisi büyük iş çevreleriyle, ikincisi ırkçı hükümetle. İlk anlaşma, ANC’nin sosyalizme olan tarihsel taahhütünden vazgeçerek günümüz dünyasındaki birçok “sosyal-demokrat” hükümetinkine benzer politikalar izlemesini gerektiriyordu: kamulaştırma olmayacak, toplumsal refahı sağlamaya dönük bazı önlemlerle beraber, ülke dünya pazarına açılacak.

İkinci anlaşma ise, ırkçı yönetim dönemindeki bütün o korkunç eylemlerin -cinayet, işkence ve infazların- hesabının sorulacağı korkusunu yatıştırmak amacıyla, ırkçı hükümet ve destekçileri özellikle de güvenlik güçleriyle yapıldı. Anlaşma oldukça basitti. ANC, Nobel Barış Ödülü sahibi Rahip Desmond Tutu’nun başkanlığında bir Gerçek ve Uzlaşma Komisyonu kuracaktı. Canice edimlerin faillerini, tüm yapılanları eksiksiz itiraf etmeleri koşuluyla ve eğer istiyorlarsa affetme yetkisine sahip olan Komisyon, ifade ve tanıklıklara dayanarak ırkçı yönetim yıllarında olan bitene dair “gerçeği” araştırıp açığa çıkaracaktı.

Böylece, bu dönüşümün, ANC’nin siyasal denetimi altında bulunan ırkçı olmayan bir hükümetin kurulmasının ardından Mandela beş yıldır (1994-99) başkan koltuğunda. Hükümetin ekonomi politikaları, dünya siyasal yelpazesinin en sol ucunda ama yine de kapitalist dünya-sistemin sınırları içinde yer alıyordu. Uzlaşma yoluyla, ama ille de adaletle değil, gerçeğin peşinde olan bir hükümetti. İzlenen politikalar ANC’ye ait olan ve hareketin tarihi karakterini aksettiren politikalardı, ama bu zor program, şüphesiz Nelson Mandela’nın olağanüstü kişiliği sayesinde, problem çıkmadan uygulanabildi. Mandela, eski rakiplerine ve Güney Afrika’nın tüm beyaz nüfusuna uzanan dostluk eli ile, Güney Afrikalı çoğunluğun hakları uğruna bitmez tükenmez bir mücadeleciliği -ve bu mücadele için katlandığı kişisel bedeli- birarada yaşatabildi; ve böylece, neredeyse herkesin basiret, dirayet ve güvenilirliğine inanmasını sağladı.

Belki de, eski sistem karşıtı hareketlerin arkalarında yaygın bir hayal kırıklığı bıraktığı bu çağda dünyanın bir kahramana ihtiyacı vardı. Dünya Mandela’yı gerçekten benimsedi. O en kinikleri bile ayartan akıl almaz bir umudun sembolü olarak görülüyordu. Sabırsız yandaşlarını yatıştırdı. Irkçılığa karşı uzun ve zorlu mücadeledeki sadık müttefikleri Fidel Castro ve Muammer Kaddafi’yi kucaklarken bile ABD hükümetini memnun etmeyi bildi. Dünyanın bir ucundan diğerine, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da büyük rağbet gördü.

Görev süresi sona erdi ama, Güney Afrika’nın problemleri henüz ortada duruyor. ANC’nin büyük iş çevreleriyle yaptığı anlaşma ANC’nin sol kanadı için de, resmi müttefikleri Güney Afrika Komünist Partisi ve işçilerin sendikal örgütü COSATU için de kolay yutulur bir lokma değildi. Güvenlik güçleriyle varılan anlaşma ise, yakınları ırkçı hükümet tarafından öldürülen ve işkence gören aileler için yutulması zor bir lokmaydı. Mandela’nın başkanlık döneminin başarıları politikti: İktidar barışcıl bir biçimde devralınabildi. Ekonomik açıdan, bu kadar parlak bir tablo yok. Evet, hükümet kasabalar ve kırsal bölgeler için daha çok su imkanı sağladı ve evet, bir takım yeni iskan alanları inşa etti. Büyük iş çevreleri ülkeden kaçmadı ve ekonomi hala işliyor. Ancak, siyah çoğunluğun ihtiyaçları bakımından kaydedilen ilerleme, denizde damla kadardı.

Gerçek politika şimdi, yeni başkan Thabo Mbeki ile başlıyor. ANC 1999’da yeniden iktidara gelirken 1994’tekinden de büyük bir çoğunluğun oyunu aldı -bu halkın ANC’ye güven oyu verdiği anlamına geliyor. Ancak önümüzdeki beş yılda ekonomik anlamda da sonuçlar elde edilemezse, ANC bir daha bu kadar başarılı olamayabilir. Temelde yatan toplumsal yarık ve çatlaklar hiç mi hiç tedavi edilmiş durumda değil. Hoşnutsuzları yatıştırmaya koşacak bir mucize adam Nelson yok artık. Siyah çoğunluğun yaşam standardını ülkenin geri kalan beyaz nüfusunun yaşam standardına yakın bir yerlere yaklaştıracak hiçbir kolay yol da yok.


(© Immanuel Wallerstein. Bütün hakları saklıdır. Bu yazı, değiştirilmemek, yayın haklarına ilişkin çıkma korunmak koşuluyla bilgisayarlara yüklenebilir, elektronik ortamda iletilebilir ya da başkalarına postalanabilir, bilişim ağı üzerindeki ticari olmayan kamusal alanlarda yayımlanabilir. Bu metni çevirmek, bilişim ağı üzerindeki ticari alanlar ile alıntıları da kapsamak üzere basılı olarak ya da başka biçimlerde yayımlamak için yazarına başvurunuz: immanuel.wallerstein@yale.edu; faks: 1-607-777-4315.

Güney Afrika

İlk İzlenimler


Yazan: Serhat ORAKÇI
Bilim ve Sanat Vakfı, Bülten, 57, 2005

Eger Avrupa`ya gidiyor olsaydim insanlar farkli dusuneceklerdi ve eminim ailem benim icin kaygilanmayacakti. Eger Amerika`ya gidiyor olsaydim insanlar adima sevineceklerdi...

Afrika karanligin hakim oldugu toprak parcasi gozumuzde. Birkac ufku genis tanidigin disinda cesaret veren az olmustu hatirladigim kadariyla.

Guney Afrika`ya gelmek benim cocukken kurdugum hayallerde hic yer almadi. Izledigim bir kac belgeselin disinda bilgim ve ozgurluk savascilarinin onderi Nelson Mandela disinda tanidigim da yoktu. Lisedeki tarih dersleri Avrupalilarin Umitburnu`nu kesfini ogretmisti ama onemi uzerinde fazla durmamisti. Afrika`ya gidiyor olmak Amerika`ya gidiyor olmaya hic benzemiyordu. Insanin neyle karsilasacagini bilemedigi durumlarda yasadigi tuhaf, tarifi zor duygularla yuklu oldugumu hatirliyorum. Belirsizlik vardi. Herseye ragmen hayatimda gercekten ilginc birseyler yapacagima olan inancim sonsuzdu.

Karli bir kis gunu Istanbul`dan ayrilmistim. On iki saat surecek uzun ucak yolculugumuzun ilk duragi Dubai`ydi. Aradan gecen uc seneye ragmen o geceye dair hatirladigim en ilginc sey: ucagimiz Iran uzerinde yol alirken asagi baktigimda Tebriz sehrinin bana bir sazi animsatan isiklariydi. Bir merkezde toplanan sarimtirak isiklar sonra ince uzun bir hat halinde uzaniyordu. Bu ise binlerce metre yuksekten bakildiginda isil isil parlayan bir sazi andiriyordu.

Sikici ucak yolculugum esnasinda ayaklarim uyusmus haldeyken Umitburnu`nu kesfeden Avrupali seruvencileri dusundum durdum. Onlar yuzlerce yil once gemilerini Cape Town`a demileyip issiz bir karaya ayak bastiklarinda, varligindan bile habersiz olduklari bu bilinmeyen toprak parcasina geldiklerinde neler hissetmislerdi acaba? Yorgunluktan bitap dusmus, elinde parlayan kiliciyla onde yuruyen bir kaptan ve pesi sira onu takip eden bir grup yorgun asker canlandi zihnimde. Agaclari kendisine siper etmis, bir grup medeniyetten habersiz sozde yamyam korku icerisinde gordukleri esrarengiz ziyaretcileri endise icerisinde beklemede. Ellerinde mizraklari, yuzleri rengarenk boyalarla boyanmis, ciplak yasayan bu siyah adamlarin kafasi oldukca karisik. Gelenler Tanri ve cocuklari olmali. Tarih kitaplarindan aklimda kalan bir sahne. Ayni sahne daha sonralari Amerika`nin kesfinde de kullanilacakti.

Bir donem gelmisti hayatimda herseyden uzaklasmak ve baska diyarlara gitmeyi cok istemistim. Belki de yeni bir baslangic yapmayi... Iste o zaman onume atlasi cekip dunya haritasina ilk defa bir arayis icerisinde bakmistim. Hep sinirlarda gezinen gozlerim Afrika kitasinin en uc noktasina takilmisti sanirim. Sonra hayaller pesi sira gelmisti. Nasil bir yer orasi diye uzun uzun dusunmustum. Yuksekce bir kayaliktan hircin okyanus dalgalarini hayal etmistim. Sonra bu hayalde digerleri gibi yok olup gitmisti zihnimden. Ve bir gun hayalini kurdugum bu yere gidecegimi hic aklimdan bile gecirmemistim. Zaten Guney Afrika yolculugumu da benim nazarimda anlamli kilan bir zamanlar boyle duslerle vakit gecirmis olmamdi sanirim.

Cok da uzun bir sure gecmemisti ki Guney Afrika seyahati nasip oldu. Yok olup gittigini sandigim dusleri tekrar gormeye basladim. Ne olursa olsun Umitburnu`na gidecektim. Bir zamanlar kisisel tarihimde yer etmis hayalleri gerceklestirecektim. Uzunca bir yolculuk hayallerle, umitlerle, korkularla cabucak geciverdi sonra.

‘Johannesburg International Airport’ yazili tabelanin onune geldigimde artik Turkiye`de olmadigimi; bambaska bir ulkenin topraklarina ayak bastigimi hissettim. Memleketimi, sevdiklerimi geride birakmanin verdigi huzun ile yeni tecrubeler edinecek olmanin verdigi heyecan arasinda bocaliyordum. Etrafimdaki hicte asina olmadigim suratlara bakarken yer yer diger yolcularla gozgoze geldikce kendi kenime nerede oldugumu hatirlamaya calisiyordum. Yillarca kullanilmis havalaninin kararmaya yuz tutmus duvarlari insanin icini bir kat daha daraltiyordu. Ve alisik olmadigim bir insan kokusu kendimi daha da kotu hissetmeme sebep olmustu. Neyse ki pasaport islemlerimiz kisa surmus ve cabucak disari cikip derin bir soluk almistim.

Yabancilarin Johannesburg, beyaz Guney Afrika`lilarin Joburg ve siyahlarin ise Jozi dedigi sehir onumuzde uzaniyordu. Buyuk bir hevesle arabanin camindan sehri izlerken gordugum yuksek goktelenlere akil sir erdirememistim. Oysa benim hayalimdeki Afrika bambaskaydi. Itiraf etmeliyim ki bekledigim Afrika ilkel ve vahsiydi. Ama onumde uzanan sehir hicte ilkel ve vahsi bir hayati barindirmiyordu; tam aksine oldukca modern gorunumdeydi.

Istanbul`da kisi gerimizde birakmistik ama Johannesburg`da insanlar hala yazin keyfini cikariyorlardi. Yorucu ucak yolculugu dolayisiyla ilk birkac gunu dinlenerek gecirdim. Ani iklim degisikli nedeniyle hastalanip yataklara dusmekten cok korkmustum ama bunun bekledigim gibi cok buyuk bir etkisi olmadi.

İlk İzlenimler

Hava tertemiz, bulutlar yere yakin, toprak sari, ayin sekli degisik, suc orani yuksek, evler tel orgulerle kapli, alt yapi mukemmel, paralarin uzerinde vahsi hayvan resimleri var, hintlisi, malayi, beyazi ve siyahiyla renkli bir insan cografyasi ve bunu getirdigi renkli bir kultur cografyasi hemen goze carpmakta. Muslumanlar azinlik ama zengin, yeteri kadar cami var sehrin degisik semtlerinde. Beyazlar ile siyahlar arasinda gelir dagiliminda ciddi ucurumlar var. Hayat kosusturmacadan uzak; yavas bir seyirde akmakta. Is yerleri dortte kapanmakta. Yoksul sayisi fazla. AIDS orani yuksek. On bir resmi dil, uc tane baskent var. Ingizce hemen hemen herkesin bildigi ortak dil. Kabile dilleri hala konusulmakta. Ve issizlik orani yuksek...

Insanlar dunyadan habersiz degiller... Ayak ustu sohbetlerimizde eger son dunya kupasini izlemislerse hemen “Hasan Sas, Hakan Sukur...” siralamaya basliyorlardi. Muzikten haberdar olanlari “Tarkan, Candan...” Ya da film duskunleri Cannes`ten odullu “Uzak” filminden bahsediyorlardi. Ahmet Davutoglu`nun, Halil Inalcik`in calismalarini takip eden universite ogrencileri vardi. Hatta Orhan Pamuk`un romanlarinin ingilizce cevirilerini okuyanlarla bile karsilastim. Guney Afrika muslumanlari ozellikle Osmanli hayrani. Osmanli devletinin gonderdigi alimleri, para yardimlarini, hediyeleri hala unutmus degiller. Butun bunlar karsisinda Turkiye`de insanlarin Afrika`yi ne kadar tanidigini sik sik dusundum. Biz Afrika denilince-bunda Turk televizyon kanallarinin da onemli etkisi var- dinledigimiz yamyam hikayelerini ya da izledigimiz yamyam filmlerini animsiyoruz sadece. En basitinden Afrika`da duzenlenen film festivallerini, basilan edebi eserleri, akademik calismalari ya da cikan albumleri takip eden kac kisi gosterebiliriz?

Gunler gectikce ulkeyi daha yakindan tanimak gerektigini anladim. Boylece sagdan soldan ismini duydugumuz yazarlarin kitaplarini okumaya basladim. Iclerinde Alan Paton ve J.Coetzee`nin eserleri buyuk kazanimlardi benim icin. Afrika edebiyati, Afrika`da muzik, Afrika sinemalari derken daha once varoldugunu hic bilmedigim zengin bir hazinenin basinda buluverdim kendimi. Her alanda verilmis cileli ve buyuk eserlerden olusan gizemli bir hazineydi bu. Kolelik, bagimsizlik mucadeleleri, savaslar, kabilesel inanclar, efsaneler, yoksulluk, AIDS, ask... Elbette butun bu malzemeyi hunerle yoguran, ismi az bilinen Afrika`li bilgeler vardi.

Sabirsizlikla bekledigim an geldi sonunda. Cape Town gezisi esnasinda Umitburnun`da gecirdigim bir gun unutulmazdi benim icin. Sert ve yuksek kayaliklar, hircin okyanus dalgalari, olanca hiziyla esen adini bilmedigim bir ruzgar... Issizligindan hic suphe etmedigim Umitburnu dunyanin dort bir yanindan gelmis turistlerle doluydu. Biraz hayal kirikligi yasadim ama uzun surmedi. Vakit gectikce, gunes Atlas okyanusuna battikca kalabalik dagildi ve aradigim sukuneti buldum sonunda.

Kisa bir sure sonra kendimi Guney Afrika`daki hayata alismis buldum. Alismakta en cok zorlandigim trafik kurallari olmustu. Eski Ingiltere somurgelerinden olan Guney Afrika`da da trafik Ingiltere`de oldugu gibi soldan isliyor. Buna ancak bir kac ciddi kazadan kil payi kurtulunca alisabildim. Bir kez alistiktan sonra onceden enterasan gorunen seyler artik gorunmez oldu. Gorduklerime, duyduklarima sasirmaz oldum. Dostlar, arkadaslar edinmeye basladim. Sokaktaki insanlara karismaya basladim. Kirik ingilizcemden oturu onceleri agzimi acar acmaz nereli oldugumu sorarlardi sonradan onu da sormaz oldular. Sanirim sadece ben degil Afrika`da bana alisti zamanla.

Melville, 2005

AFRİKA'DA MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

AFRİKA’DA MİSYONERLİK
Yazan: Mustafa EFE

Afrika’da misyonerligin temel kodlarini elde etmek, somurgeciligi ve uygarlastirmayi anlayabilmek icin hepsini birlikte degerlendirmeliyiz. Cografi kesifler diye adlandirilan tarihin en kanli hareketlerinin baslamasinin altindaki dini temelleri, bu cografi kesiflerin neticesi olan somurgeciligin insanlar uzerindeki fikri ve duygusal etkilerini nasil etkiledigini iyi okumamiz gerekmektedir. Bunun sebebi ise bugun Turkiye’de yuzyuze kaldigimiz misyonerlik hareketlerine karsi nasil bir tavir takinacagimiz ve misyonerligin sadece misyonerlik olup olmadigidir. Misyonerligin kara kitada elde ettigi neticelerin bu hareketi daha iyi anlamamiz icin bir ipucu olabilecegi kanaatindeyim.

Misyonerler girdikleri yerlerde halka yonelik mesruiyetlerini o bolgenin halkindan ileri gelenler eliyle yapmaktadirlar. Misyonerlerin getirdiklerine karsi kendi yerel dinleri ile direnemeyen Afrikali yerliler ya da melezler ya hristiyanlasmislar ya da bu misyoner kiliselerinden ayri kiliseler kurmakta bulmuslar. Siyah beyaz ayrimciligi yok falan deseler de bugun hala siyahlarla beyazlarin kiliseleri -sozde ayri degil ama- ayridir. Misyonerler iki seyi cok iyi gozlemisler ve uygulamislar. Birincisi Afrika’nin yerli insani muzikten hoslaniyor, onlar da kilisede onlarin sevdigi tuden muziklerin ritimlerinden ilahiler caliyorlar. Ikincisi ulkenin kultur ve sosyal yapisini cozumleyen calismalara gore hareket tarzi belirlemisler. Bunun icin de sosyoloji, antropoloji ve arkeoloji gibi modern zamanlarin kutsallari eliyle yapmislar. Mesela Papa 1920’de Afrika’daki misyonerlik calismalarinda kullanilmak uzere yer haritasinin cikarilmasi icin bir etnografi gorevlendirmistir.

Afrika’da kilise tarihinin ilk zamanlarindan itibaren misyonerlik ilkeleri ‘’esitsizlik’’ soylemini yerlestirerek gelistirildi. 1920’lerde bu esitsizlik kavrami Alman misyonerlik otoritelerinin gorusleri tarafindan guclendirildi. Iste Afrika son besyuz yilini bu tecrubeyi yasayarak gecirmistir.

İşbirliği
Cok onemli bir nokta da misyonerlik konusunda butun kiliselerin misyonerlik hareketleri var fakat birbirleriyle bu konuda bir cekisme ya da tartismaya girmiyor. Dahasi hristiyanlik konusunda ayrildiklari noktalari bile one surseniz hemen gecistiriyorlar. Ve her kilise gitmis kendi misyoner teskilatini ve kilisesini kurmus. Gordugunuz misyoner okulunun biri presbiteryanlara bagliysa digeri Roma Katolik Kilisesi’ne digeri de Tanrinin Kralliginin Evrensel Kilisesine veya Iskoc kilisesine baglidir. Isin dikkate deger diger tarafi ise ikiyuz yil evvel kurulan sinodlari bugun hala ayni kilise veya bolge desteklemeye calismalari finance etmeye devam etmektedir. Misyonerlerin sosyo-ekonomik aktiviteleri insanlari kilisenin bir uyesi yapmada buyuk bir rol oynadi. Siyasi guc Afrika’da dinlerin yayilmasi icin onemli bir faktordur. Somurge oncesi Afrika ulkelerinde monarsi ya da kabile yonetimleri vardi ve insanlar da kabilenin efendisinin dinine tabi oluyorlardi. Somurge yonetimleri kurulduktan sonra genelde oncelikle kabile sefleri onlara makamlari birakilacagi vaadi ve maddi cikarlar yoluyla hristiyanlastirildigi icin ya da kolelestirilenlerin beyaz efendileri hristiyan olduklari icin efendilerinin dinlerine tabi oldular yani hristiyanlastilar. Somurge yonetimleri, universite yonetimleri ve misyonerler tarihin en buyuk isbirliklerinden birini yaparak kara kitanin en ucra kosesine bile ulasmislardir. Universitelerin hazirladiklari sosyolojik, arkeolojik ve antropolojik calismalarin sonuclarini kullanan misyonerler ulkeye nufuz etmis somurge yonetimlerini mesrulastirmislar onlar da koskoca bir kitanin kaynaklarini beyaz adamin ulkesine tasimislardir ve tasimaya devam etmektedirler. Misyonerler her zaman onlari destekleyen kurumlara rapor gondermek zorundaydilar. Bu onlarin hizmetinin cok dogal bir tarziydi. Ve bunu da ozel ifadelerle hile ve tuzak ornekleriyle uygun bir sekilde sagliyorlardi. Onlarin misyonu asla farkliliklari kesfetmek degildi. Fakat kendilerinin dogru olarak kabul ettikleri gercegin tabiatinin daha onceden varolan zanlarini gecerli diye teyit etmekti. (Civilizing Barbarians, Leon De Kock, Witwatersrand University Press, 2001, Johannesburg, sayfa 82)

Müslümanlar ve Misyonerlik
Eskiden eger birisi Musluman ise onu Hristiyanlastirmak mumkun degildir o kisi aklini kaybetmedikce derdik. Fakat misyonerlerin Afrika’da elde ettigi neticelere baktigimiz zaman maalesef isin oyle olmadigini goruyoruz. Artik ilahiyatcilarimiz once ''hangi Musluman hristiyanlasmaz'' sorusunun cevabini verip daha sonra da calismaya baslamalilar. Bir zamanlar Musluman nufus yuzde altmisin uzerinde olan Mozambik’te bugun Musluman nufus yuzde yirmilerde. Bir zamanlar yuzde yetmislerin uzerinde Musluman nufus olan Malawi’de bugun resmi olarak yuzde yirmi gayri resmi olarak da yuzde kirklarda Musluman var. Peki aradaki nufus nereye gitti derseniz cevabi asagidaki resimde gordugunuz direk Papalik tarafindan idare edilen Katolik Yuksek Egitim Merkezi'nde. Burada sadece 50 tane ogrenci var ve bunlar yerli halktan secilip getiriliyor ve onlarin kendi dillerinde onlara hitabeden papazlar olarak yetistiriliyor. Burada enteresan olan ise Papalik'in direk olarak bu sekilde nokta calismalarini kendisinin organize etmesi. Zaten II. Vatikan Konsili'nden cikan kararlara bakilirsa daha iyi anlasilir. Bu noktadan bakildigi zaman diyalog calismalari vs konusunda yeniden dusunmemiz gerekmektedir.

Dahasi misyonerler hristiyanligi kabul ettiremeyeceklerini akillari kestikleri kimi yerlerde de hem hristiyan figurlerinin hem de Islami rituellerin bulundugu ibadethaneler insa ediyorlar. Ruanda’da kapinin girisinde hem hilal hem de hac bulunan bir yer, disariya mikrofondan ezana benzer bir seyler, iceride hem kilise siralari var aralarinda da alkisli vsli bir namaza benzer hareketler yapan insanlar gittikce artmaktadir. Bunu ise Ismaili, Kadiyani ve Bahai gruplar eliyle yapmaktadirlar. Bu gruplardan kimileri icin ingiltere’de ibadethaneler bile kurmuslardir. Afrika’da gitiginiz bircok yerde Aga han universiteleri, hastaneleri gorursunuz. En tehlikeli olani da kimi yerlerde Islami kavramlari kulaniyorlar.
Misyonerler genelde cocuk egitimi, (cunku mezar taslariyla pek isleri yok) dil ogretimi, ciftcilik teknikleri ya da tibbi yardim-klinik acmak vasitasiyla yapiyorlar. Afrika’da II. Vatikan Konsilinden bu yana hristiyan oraniyuzde dortyuz artti. Son iki yilda ise 300 bin Musluman hristiyan oldu.

Sarkiyat calismalarinda da misyonerlerin epey calismalari var. Kur’an-i Kerim’in Swahilice’ye ilk tam cevirisi olan ‘Tafsiri ya Kuraniya Kiarabukwa lugha ya Kiswahili’ bir misyoner olan Canon Godfrey Dale tarafindan yapilmistir. Ki O Zanzibar’daki Orta Afrika Misyonerlik teskilatinda 1889’dan 1925’e kadar calisti ve misyonerlerin Islam uzerinde calisan en buyuk alimi oldu. African Islam and Islam in Africa 96) Bir Musluman tarafindan Swahiliceye ilk Kur’an tercumesi ise 30 yil sonra 1953 yilinda M. A. Ahmedi tarafindan yapilmistir.

Misyonerlik ve Apartheid(Irkçılık/Ayrımcılık) Rejimi
Apartheid pratik ve tarihi zeminde 1935’teki misyonerlik politikasinda hakli bir zemine oturtulmus olmasina ragmen ayni zamanda teolojik temellerinin saglanmasi gerekiyordu. Yeni-Kalvinist dusunce Apartheid’i hakli cikaracak teolojik temelleri sagladi. Avrupali beyazlarin Guney Afrika’ya geldikleri ilk iki yuzyilda Kalvinist olduklari hatirlatildi. Kalvinist ideolojiyi Boer (Guney Afrika’daki Hollandali ciftciler)lere atfeden ilk kisi David Livingstone Afrika misyonerliginin onculerindendir ve Afrika'nin kalbiniAvrupa'ya acan kisi olarak kabul edilmektedir. 1939’da Rev. J. G. Strydom tarafindan kaleme alinan makale nasil mesrulastirildiginin sadece bir tane ornegidir. ‘’Apartheid Inanc Meselesi’’ basligi altinda sunlari yazmaktadir. ‘’Bizim Kalvinist inancimiz ayrica bu Apartheid’le de ilgilenir. Kimileri Kitabi Mukaddes zemini uzerinde surdurulen Apartheid’i hatali diyorlar. Halbuki biz inaniyoruz ki bu Tanri’nin Sozu’nun temelleri uzerinde. Cunku o milletlerin ayrilmasini istedi.’’ (The Apartheid Bible, J.A. Loubser, Maskew Miller Longman, s 53) 1942’de Guney Afrika Cumhuriyeti’nde Apartheid kanunlarini hazirlayan komisyonu adi Federal Misyonerlik Konsili olan bir misyonerler birligi teskilati idi. (Apart 52) Ve bu nihayetinde Guney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948’de beyaz irkciligina dayanan 46 yillik Apartheid (ayrimcilik) rejiminin teolojik temelerini hazirladi. ( The Apartheid Bible, s 56)

Misyonerlik ve Medenileştirme(!)
Misyonerlikle aydinlanma ve medenilesme hep birlikte kullanilmistir. Uc C olarak kodlanan (Christianity, Civilization, Commerce) Hristiyanlik, medeniyet, ticaret Afrika’nin modern zamanlardaki tarihinde birlikte anilmak zorundadir. (Bosch, Davids J. 1991. Transforming Mission: Paradigm Shifts in Theology of Mission. New York. Sayfa 305)

Madagaskar krali Radama Manjaka’nin ingiliz kralina yazdigi mektupta oldugu gibi. O, halkina incili ulastirarak aydinlatacak, mutlu olmanin manasini ve -zorla degil tam tersine misyonerlerin anlayisinin isiginda- hristiyanligi ogretecek misyonerleri davet ediyordu. (Splintered Crucufix, Bee Jordan 1969, Cape Town, s 43-44) Bu, Papa’nin da dikkatini cekmis ve ‘’hakiki imani Malagasilere ogretmeleri icin Roman Katolik Misyonerlerine izin verdigi icin kutsal tesekkurlerini bildiren bir mektup gondermisti. (Splintere 225) Misyonerlik en uygun sekilde kulturel etki ve degisimin amiliydi. Yonetici, tuccar, ciftci ve meskun sahislar gibi diger somurge amilleri somurgecilikle ilgili calismalarin maddi tarafina katildilar fakat misyonerler medeniyetin irfani(!) icinde somurgelestirme ozel gayesine yoneldiler. (Civilizing Barbarians, Leon De Kock, Witwatersrand University Press, 2001, Johannesburg, sayfa 22)

Medenilestirme kavrami bu donemde oldugu gibi o donemde de put kavramlardan biriydi. Bu yuzden misyonerler ingiliz imparatorlugunu medeniyetin yayilmasi icin ilahi olarak atanmis bir imparatorluk olarak goruyorlardi. ( Ashley, M.J. 1982. Features of Modernity: Missionaries and Education in South Africa (1850-1900). Journal of Theology for Southern Africa 38) Marks da ingilizlerin hindistani isgalini medenilestirme gerekcesi ile mesru gormuyormuydu. Goruldugu uzre bunlarin dinlisiyle dinsizi arasinda hicbir fark yok. Ya Turkiye'de Avrupa Birligi'ni uygarlasma projesi olarak goren yonetici zevata ne demeli. Afrikali yerliler direnmislerdi bizimkiler gonullu olarak istiyorlar.

Son yuzyildaki hristiyan nufus oranlarina baktigimiz zaman Misyonerlik calismalarinin neticelerini gorebiliyoruz. Afrika'da 1900'de nufusun yuzde 7'si Hristiyanken bugun yuzde ellinin uzerinde oldugunu iddia etmektedirler. Papua Yeni Gine'de 1950'de yuzde 1 2003'te yuzde doksanyedidir. Amerika her yil misyonerlik calismalari icin 145 milyar dolar harciyor. her yil Afrikalilarin yuzde3.5'i hristiyanliga geciyor. Bir tane Musluman alim Afrika'yi ziyaret etmeyi dusunmezken Papa yedi defa Afrika'ya geldi ve Hz. Meryem'i Afrika'nin Kralicesi olarak ilan etti. Su anda Afrika'da en hizli gelisen kilise Roma Katolik Kilisesi direk Roma'ya bagli. Hristiyanlikta izin olmayan cok evlilige Afrika icin izin verdiler. Afrika'da bir katolik papazin kirk esi var mesela. Mali'de sadece bir papaz 200 kilise, 20 hastane, 50 okul ve 600 kuyu insa etmis.

Taktikler
Misyonerlerin en onemli ozelliklerinden biri de sadece bir toplulukla ya da sembolik rituel seylerle mucadeleye girmediler. Misyonerlerin cogunlukla girdikleri bolgelerde zaten dini ya da yonetenle yonetilen arasidna bir catisma vardir. Bu catismalarin oldugu bolgelerdeki taraflar kavramsal mucadelede digerini maglup edebilmek icin misyonerleri kullanmislardir. Ngoni seflerinin Chewa (bunlar simdi buyuk kismi Malawide olmak uzere Zambia, Zimbabwe bolgesindeler) kulturune saldirilarinda misyonerleri muttefikleri olarak kullanmislardir. (Christianity and Central African Religions, Edited by T.O. Ranger and John Weller, London Heinemann 1975, s 10) Somurge yonetiminde hristiyanligi secmenin manasi somurgeciligin sosyal ve ekonomik gercekliginde hayatta kalmak ve basarili olmak demekti. (Christianity and Central African Religions, Edited by T.O. Ranger and John Weller, London Heinemann 1975, s 86) Emperyalizmin teolojisini misyonerler olusturmuslardir.

Simdi Afrikali yerliler, misyonerlerin ‘Tanri’nin Inayeti’ altinda medeni gucu kotuye kullandiklarini ve gunah islediklerini kabul etmeye cagirmaktadirlar. (Tradition and Change in Africa, The Essays of J. F. Ade. Ajayi. Edited by Toyin Folola. Africa World Press. S 102) Dahasi Afrika’daki bir cok hastalik, problemler ve ugursuzluklarin kaynagi olarak da misyonerler goruluyor. Ve soruyorlar ''Avrupali Tanri felaketi Afrika’ya nasil getirdi?''

Afrika'da Irkçılığın İzleri


SADECE BEYAZLAR (WHITES ONLY)
Yazan: Serhat ORAKÇI


Gold Reef City civarında yeni inşa edilmiş Apartheid Müzesindeydim geçenlerde. Apartheid, beyaz azınlığın 1948’de Güney Afrika’da kurduğu ırkçı rejimin adı. Bu rejim Mandela’nın yirmi yedi yıl sonra hapisten çıkıp, 1994’te yapılan ilk demokratik seçimleri kazanmasıyla sona erdi. Apartheid demek Güney Afrika’da ezilen siyahi halk demek. Daha müzeye varmadan uzaktan kolaylıkla fark edilen yedi ince, uzun sütun vardı bahçede. Sütunların herbirinde büyük puntolarla, bu ülke için faturası hayli kabarık olan bir kavram yazlıydı. Yedi sütun yedi kavram: “Özgürlük”, “Saygı”, “Eşitlik”, “Farklılık”, “Demokrasi”, “Sorumluluk” ve “Uzlaşma”

Görevlinin elime uzattığı giriş kartını alarak müzenin bahçesinden içeri girdim. Öncelikle küçük bir havuz karşıma çıktı. Havuzun bir kenarını çevreleyen genişçe duvarda Mandela’nın şu sözleri yazılıydı: “Özgür olmak, sadece birisinin zincirlerini kırması değildir, ancak başkalarının özgürlüğünü yükselten ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak biçimde yaşamaktır.”

Bahçede, müzenin giriş kapısına doğru taşlı yolda yürürken sol tarafımda duran boş oturma bankını fark ettim. Yeşil bankın üzerinde beyaz putolarla “Europeans Only” yazılıydı. Zihnim yazıda takılı ilerledim. Üç beş adım sonra müzenin giriş kapısındaydım. Yanyana iki giriş kapısından sağdakine yöneldim. Kapının önünde duran otomatik kart okuyucuya giriş kartımı yerleştirdim. İşlerin yolunda gitmediğini bildiren iç gıcıklayıcı bir ses yükseldi kart okuyucudan. Ve kartımı reddetti. Tekrar denedim ama yine önünde durduğum demir kapı açılmadı. Basit bir kapıdan geçmeyi beceremediğimi gören görevli bayan yanıma geldi. Kartımı alarak bir gözattı. Kartın üzerinde yazan, benim fark etmediğim, “WHITES” yazısını göstererek yandaki öbür kapıdan geçmemi soyledi. Elimde tuttuğum kartı incelemeye başladım. Siyah zemin üzerinde beyaz renkle “WHITES” yazıyordu gerçekten. Bu yazının hemen altında da “BLANKES” yazıyordu Afrikansça. Diğer kapıya doğru yöneldiğimde her iki kapının üzerinde yazan yazıları fark ettim. Benim giremediğim kapının üzerinde “Non-Whites” yani beyaz olmayanlar, önünde durduğum kapının üzerinde de “Whites” yani beyazlar yazan birer tabela vardı. Şaşırmış vaziyette ikinci kapıya yanaşarak kartı makineye taktım. Demir kapı açıldı. Ve müzeden içeri girdim. O esnada, ben hangi rengin mensubuyum acaba, diye düşünmeye başladım.



Yürüdüğüm dar koridorda demir kafesler tavana kadar uzanıyordu. “Europeans Only” yazılıydı kafeslerin arasındaki boşluktan sarkan kara levhalarda. Ve kafeslerin gerisinde, yani içinde, Apartheid döneminde insanları renklerine göre ayıran onlarca kez büyütülmüş kimlik kartları asılıydı. Her kimlik kartının üzerinde vesikalık bir resim, isim, soyadı ve ırk göstergesi bir ibare vardı: Malay, Indian, Chineese, Cape Coloured, White Person... Bu bölümde kimlik kartlarının haricinde o dönemden kalma silahlar ve kurşunlar da sergileniyordu.



Sonraki bölüm kısa bir Afrika tarihini içeriyordu. Küçük odalar ve herbir odada mağara resimleri, ilkel araç-gereçler vardı.

Müzenin asıl belkemiğini oluşturan ikinci bölümün hemen girişinde altın ve elmas madenlerinde kullanılmış bazı aletler, hatıra defterlerinden sayfalar sergileniyordu. Bu bölümde Ganhi’nin Güney Afrika’da iken tuttuğu günlüklerden sayfalar da vardı. Ben bu sayfalarda yazılanları okumaya çabalarken görevli bir bayan, bir, iki dakika içerisinde sinema gösterimin başlayacağını sinema salonunda yerimizi almamız gerekteğini bildirdi.

İzlediğimiz Güney Afrika tarihini anlatan bir belgeseldi. Müzik eşliğinde bölgenin ilk yerleşimcilerinden kalma mağara resimlerini izlemeye başladık. Sonra sırasıyla 16. yy’da Avrupalıların Afrika kıtasına gelişini, önce Hollandalıların Güney Afrika’yı ele geçirişini sonra İngilizlerin ele geçirme mücadelesini, altın ve elmas madenlerinin bulunuşuyla başlayan altına hücum yıllarını, siyah halkın köle haline gelişini ve Apartheid rejimin kurulmasına kadarlık olan, yani 1948’e kadarlık tarihi olayları izledik. Belgeselin 1948 yılında yani Apartheid rejiminin iş başına geldiği tarihte bitmesi beni oldukça hüsrana uğrattı. Sinema salonundan çıkar çıkmaz rastladığım ilk görevliye: Filmin erken bittiğini aslında devam etmesi gerektiğini söyledim. Görevli bayan gülümseyerek Apartheid dönemine kadarlık kısmı filmden izlediğimizi, şimdi müzenin geri kalan kısmında 1948’den sonraki tarihi olayları kare kare izleyeceğimizi söyledi ve yolu gösterdi.
Müzenin bu kısmı siyah-beyaz fotoğraf kareleri ve televizyon görüntülerinden oluşuyordu. Sırasıra dizilmiş fotoğraf kareleri ve televizyon görüntüleri... Televizyonlarda değişik görüntüler durmadan tekrarlanıyordu. Birinde Apartheid rejiminin mimarı H.F Verwoerd’in şu sözleri: “Bizler farklıyız, farklı yaşamalıyız...” yükselirken bir diğer televizyonda 1961 yılında Mandela’yla yapilan ilk TV röportajı yayınlanıyordu. Bunların haricinde işkence odaları, kurşunlanmış zırhlı bir araç, yüzlerce kişiyi asmaya yetecek temsili ipler ve o dönemde siyasi suçtan asılan yüzlercesinin isminin yazıldığı liste, asılan bazılarının fotoğrafları.

1948’de Apartheid rejiminin iş başına gelişinden 1994’de Mandela’nın partisi ANC’nin seçimleri büyük farkla kazanmasına kadarki dönemde yaşananları izleme fırsatı sunuyordu müze. Giriş kapısında uyguladığı ırkçı giriş sistemiyle, içeride durmadan tekrarlanan televizyon görüntüleriyle o kara günleri canlı tutuyordu âdeta. Binlerce kareden aklımda kalan bazıları:

Üzerinde “Whites Only” yazan üst geçit.
Sırtında beyaz bir çocuğu taşıyan, bakıcı siyah kadın.
Plajda yürüyen beyaz adam, hemen arkasında eşyaları taşıyan siyah hizmetçi adam.
Yanan barakasına kovayla su döken siyah kadın.
Evinin havuzunun kenarında güneşlenen çıplak, beyaz kadın ve onun hemen arkasında yerleri süpüren siyah kadın hizmetçi.
Genişçe bir meydanda yere yığılmış, onlarca siyah ölü beden.
Mandela’nın Apartheid rejimine ait kimlik kartını yaktığı an.
Önüne gelen siyaha kimlik soran beyaz polisler.
Eylem yapan binlerce siyah.
Eylemcileri tekmeleyen, joplayan beyaz polisler.
Oy vermek icin uzun bir kuyruk oluşturmuş siyah halk.
Ve Mandela’nin sağ yumruğu havadayken gülümseyen fotoğrafı...

22/12/2002
Joburg

SOUTH AFRICA

South Africa Today: State Order Versus Social Instability
Writer: Mehmet ÖZKAN

When Nelson Mandela walked out as a freeman on 11 February 1990 after serving 27 years in prison, most of the people were in the sense of expectation that a civil war would broke out. It did not happen, but until 1994 when real political power transformation took place from white minority to black majority, the small versions of such clashes did happen. So-called civil war, by contrast to expectations, mostly took place among blacks, namely historically Zulus’ party Inkatha Freedom Party (IFP) and African National Congress (ANC), not between whites and blacks. The period of transformation – 1990/1994- witnessed not only contradictions and rumours, but also miracles. Contradictions was the fight among blacks, the rumours were the support of white minority group to IFP to trigger the peaceful transformation. The miracle was of course the leadership that has been shown by Mandela and other ANC leaders. Today’s South Africa is still facing the dilemma of miracle, rumours and contradiction. The only difference is the players.

The term ‘apartheid’ in political literature means more than ‘separation’. Thanks to South African history, apartheid entered the political philosophy as a political system like democracy, totalitarism or fascism. After apartheid ended in 1994, last 12 years of transformation in South Africa had brought little in economic conditions of poor, and service delivery to townships. Government with all his good intention are still lacking behind the expectation. As is well-known, political transformations does not mean automatically economic and psychological transformation. Political power is important but a slippery one. It initiates projects but none can guarantee that it will see the end. After 12 years, South Africa has been figuring out its place in global politics, role in Africa and possible contribution to. South African society psychologically due to historical legacy is quite disoriented. Racism (positively or negatively) is still the most single defining factor in many ways. Different groups (Indians, blacks, whites, coloureds, etc) do still live in their own ghettoes that was created during apartheid era. Social barriers are still quite strong. Cross-racial marriage or interactions are still limited to working environment.

Corruption, HIV/AIDS pandemic and unemployment could be defined as main problems that South Africa is dealing with today. Unemployment rate ranges between %26 and %40 depending on which statistic you choose to rely. The number of people who live with HIV/AIDS is officially five million, unofficially ten million out of 43 million total populations. With this number, South Africa has the biggest AIDS population in Africa, globally only competing with India. Corruption is like a political tradition in African politics. Especially after independence, African countries have raced in two things: getting aid from global donors and corrupting it. This was especially the case for first generation leaders who took their countries to independence. The second-generation leaders seem more careful in using public money and serving the society. Though such leaders are small in number, they are more influential in international and local political context. Old generation leaders and ‘those old in heart and mind’ have thought that politics is a business, and being politician is seemed as merely an employment for that matter.

The corruption-HIV/AIDS context, South Africa has had its most high-profiled judgment recently. President Thabo Mbeki fired Former Deputy President Jacob Zuma in 2005, because the latter having found a ‘generally corrupt relations’ with his ex-financial adviser by the Durban High Court. While this high profile corruption case is waiting to take its course in June-July, the nation has shocked by another incident that linked to the same person, Jacob Zuma. An old friend’s daughter who has HIV issued a rape case against Zuma. Even though the court concluded that Zuma is found ‘not guilty’ on 9 May 2006, during the court proceedings the largely white-dominated media has cartoonized a high-profiled Zuma basing their arguments on rape and HIV.

Psychological and mental imprint of apartheid history on South African society are quite vivid. As is the case in all colonial societies, South Africa’s psychological and mental liberation are still on the way. Far from having new, indigenous and local intellectuals, the society is battling to find solutions for deep-seated problems. Although, there is an increasing group of intelligentsia who are ready to re-define South Africa from many perspectives, the number of them and most importantly the influential ones are few. This nascent group is different from those who become influential after the independence in colonial countries in Africa. The group are, to a large extent, more preoccupied with Africa than South Africa. They deeply believe in African Renaissance- the rhetoric that has been favoured by Thabo Mbeki of South Africa. In that field of transformation, there can bee seen huge hope for future, which might re-define Africa’s role in global politics in coming years in general.

While South Africa consolidated internal politics during Mandela presidency (1994-1999), after Mbeki elected it developed and implemented more rational and long-term oriented policies internally and externally. Internally government engaged a huge redistribution of wealth process between historically advantaged whites and historically disadvantaged blacks. Black Economic Empowerment and Affirmative Action have been the pioneering plans in this regard. It is not necessary to go into details but it is fair to say that there is many controversies related to these a plans. Highly respected people in the society such as Desmond Tutu, who won also Nobel Peace Prize, are very critical and saying it serves only a small group of people rather than entire society. South African president Thabo Mbeki’s brother Moeletsi Mbeki has become more critical by saying South African state is ‘a distributing state rather than productive one’.

Overall South African society and government have been dealing with to transform society. ‘Transition’ took place in 1994, but ‘transformation’ is still taking time, it seems it will take more. Economical, mental and social injustices are the words to define South African society. On the one hand, there is a strong government with a strong economy, on the other, a weak society and social economy in terms of social conditions prevails. One is a timely-bomb; the other is the engine of Africa. The imbalances between state and society is something to watch carefully in South Africa, because unless a balance is created, South Africa will be living on the verge of crisis and social disorder.

SOUTH AFRICA, TSOTSİ and OSCAR

South Africa, Tsotsi and Oscar: A Long Term Perspective
Writer: Mehmet ÖZKAN

The 2006 the Best Foreign Language Film Oscar Academy Award went to South Africa, and Africa at large. Based on a novel, Tsotsi is story of a township gangster in South Africa. At large, the award was not a surprise for South Africans, because last year (2005) a South African movie, Yesterday, was also being nominated for Oscar, however was unsuccessful.

Africa at large and South Africa in particular have been suffering a rate of violence crime that has been increasing, not least last five years. Put simply, this ranges from hijacking cars, breaking houses and robbery. Government is trying to prevent crime but its efforts are, in best term, worthless. Police forces enjoy no legitimacy in the eyes of public. Society does not trust them, but as they do private security companies. It is normal to see everyday a security company existing. If not solved, with a worsening and complicating situation, South Africa is heading toward a cul-de-sac.

South African society has inherited a complex social (in)security from apartheid era. Until a decade ago, society was defined in accordance with people’s race. The role of people in society was defined on the base of, not what they could achieve or could not, but what their ‘skin’ colour was. Apartheid era, which represents a period of huge human rights abuses, left an undeniable imprint on South African society, whites and blacks alike.

South Africa has deep problems. Rape and crime is the never-changing headlines of the newspapers and prime-time TV news. Society read and listen crime stories everyday; children grow by listening hijack stories of their 'brothers'; and people afraid of walking on the street because of crime; all of which do not exaggerate the main problem of South Africa, but tell the truth honestly.

Against this background, Tsotsi represents the real face of South Africa. It is the very normal story for an ordinary South African. To some, even this movie do not show the worse.

Politicians and society leaders together with the public have enthuasticaly welcomed Tsotsi’s bringing Oscar to South Africa without questioning, let alone doubting, it. Newspapers and TV commentators emphasised the role that Tsotsi could play globally: to advertise the country. However, one point is always missed. The movie, yes, advertises the country but in a bad way. If anyone sees this movie will re-think to come to South Africa for tourism purposes, where tourism is one of the fastest growing sectors and South African government pay too much attention to develop it. People must remember the influence of the Midnight Express, a movie that portrays Turkey in a very negative way. Although the movie was made in 1978, it is very interesting to see that people, mostly those who have never been to Turkey, still ask about this movie today. Even in South Africa I came across personally that people know Turkey the way it is shown in the Midnight Express. In that regard, Tsotsi’s long-term influence would be negative on South Africa. In general, Africa as a continent has been already equated with negative perceptions (AIDS, poverty, malaria etc.) for global society and ordinary people in the East and East alike; and after Tsotsi’s wide-screening globally, it would just contribute (or even support) to this existing negative image of Africa at large and South Africa in particular, I am afraid. Especially in the ahead of World Cup 2010 which will be hosted by South Africa, one needs to ask how many people might change their minds to come South Africa. In Tsotsi, there are some scenes that are really threatening. At the beginning of the movie, the scene where Tsotsi and his friends kill a man in a train is really perplexing. To add salt to the injury, the indifference of people in the train is worse. If we take into account the fact that during the World Cup, most of the visitors would be relying on train for transportation, this movie is unlikely to contribute positively on South African tourism.

The other interesting (perhaps contradicting) point is that South Africa itself has trying to create a positive image of Africa for last a couple of years, through the NEPAD project, re-awakening of the African Union (AU), and G-8 meetings. In today's world, no one can underestimate the influence of media on the people's perception, positively or negatively. It would be interesting, I guess, to wait and see the clash between a self-made Midnight Express of South Africa (Tsotsi) and a self-picked up role to depict Africa positively in South African foreign policy discourse.astly but not least, winning Oscar is good and attractive, but in the long run the movies that portrays any country negatively might be an obstacle rather than part of solution, as Turkey experienced by the Midnight Express for more than two decades.

SOUTH AFRICA-THE DECADE


SOUTH AFRICA – THE DECADE
Writer: Edward Phatudi

The first decade has gone by; South Africa a country which marveled the rest of the world by the historical transition it undertook to achieve a democratic regime. A country (South Africa) which has been under Dutch east Indian company colonial rule, British colonial rule and apartheid regime close to three centuries. In all that period the majority of the people have been pacified, grossly robed of their self esteem, psychological and cultural identity as African people.

The developments that led to the transition to end injustice, inequities and captivity from a crippling system were made possible by a political will from both the leadership of the African National Congress and National Party in the early 1990’s. The Negotiation process named CODESA facilitated by the National Party government went underway and were ‘frank but cordial’, which led to the first democratic elections in the country. On the 10th of May 1994 Nelson Mandela was sworn as the first democratically elected President of South Africa..

President Nelson Mandela’s term was used to put in place the Policies of reconstruction and development and the introduction of the Truth and reconciliation commission to facilitate the confessions and exposure of politically motivated crimes and their pardons, With the intention of promoting reconciliation. However critics say that the commission discouraged rather than encouraged reconciliation because it was seen as being lenient towards the ANC leaders, the process none the less was hailed as a success both in South Africa and in the international community.

In 2004 the country went to the polls the for the third time to elect Thabo Mbeki (Nelson Mandela’s successor) as the president of South Africa, who will be serving his second and last term.

It is with this background that one will be able to contextually fully comprehend and understand the significance of the country’s achievements thus far in only ten years and challenges that are facing the country.

The ‘New South Africa’ is currently undergoing a historical restructuring process both internally and in relation to the African continent and the rest of the world.
Over the past ten years policies and measures were specifically put in place to address the imbalances caused by colonial and apartheid legacy. The existence of what is loosely coined the two economy (one poor the other rich), the attempt was to decrease the gap between the poor mainly the majority and the rich predominantly the minority.

One of the profound challenges facing the country is the stringent capacity to deliver efficiently and timely to its people and often used by critics and the opposition as failure of the ruling party to deliver. This is an unfortunate reality which must be addressed by both government in creating an enabling environment and the private sector in expanding the technical skills and personal capability.
Since 1994 South Africa went through a wave of an escalating reported crime largely coursed by lack of capacity and insufficiently trained police staff .According to statistics South Africa(mid year estimates 2004) there is nationally one police officer for every 415 citizen. It will take the efforts of government in improving the conditions, increasing the police force and a reasonable remuneration, civil society in assisting the police force to detect and arrest the suspects and an efficient court system in trialing and prosecuting them.

In recent years South Africa’s disturbing and a concerning scourge of HIV/AIDS epidemic, the scourge has led it to be both a political and a human issue. The government has rolled out AZT or Nevirapine to pragnent woman and infants. The former President Nelson Mandela has been an influential patron in making the public aware of the epidemic and endeavoring to remove the stigma of shame associated with the infection. His most recent display of his preaching was when he declared to the South African Public and the rest of the world that his only surviving son Makgatho Mandela died from an AIDS related illness.

When the country opened itself to the rest of the world, the country’s fiscal condition was in a bad shape. South Africa had a huge budget deficit, huge inequalities between the rich and the poor high level of unemployment.
Today South Africa as a strong middle power and an influential emerging economy enjoy low inflation rate of 3.6%,though what is seemingly relatively high interest rates at 11%, they have been falling from high levels of 17% a couple of years ago ,the country’s deficit leveling at around 3% and a Rand/Dollar exchange rate at around R5.84 to 1 dollar and a relatively stable foreign reserve account. The above achievements are attributable to the country’s economic fundamentals and the governments macroeconomic strategy labeled GEAR(Growth Equity And Redistribution) a stable political environment, a policy introduction of employment equity(its aim being to ensure proportional representivity in the work place),the facilitation of the introduction of black economic empowerment charters which its objective is often misunderstood, its aims are to redress the imbalances in the economy which in the past and to an extend today, the white minority have been dominating the economy (the details of the black economic empowerment will not be elaborated satisfactionately as it falls out of the scope and objective of the article) and of course favorable global economic conditions particularly in the emerging economies.
The critics of the government’s GEAR Policy have cited the shortcomings of the policy in reducing high levels of unemployment, reducing poverty and stringent labour laws which are seen as hampering the economic growth and employment.

South Africa’s relation with the rest of the world post apartheid regime and the beginning of the democratic era was somewhat ambiguous and almost undefined. The Ruling party’s close relation with the so called the ‘pariahs’ or ‘threats’ of the world like Cuba, Iran and Libya even concerned western powers to intervene and try direct the country’s diplomatic relations. The attempt by the United States to influence South Africa to distance itself from Libya failed dismally, the country asserted itself on the direction of its diplomatic relations. The assertion was mainly informed by the moral principle of maintaining a friendship dating back during the years of the struggle and the hospitality which the countries have given to the ruling party.
This however was not achieved without criticism both locally and internationally. They maintained that South Africa should not be associated with such countries as they will be alienated (both politically and economically) by pivotal critical western countries. The Lockerbie issue vindicated South Africa’s diplomatic relation with Libya, as it served as the catalyst to broker a deal of handing over the suspects to the United Nations.

South Africa’s foreign policy has been constructed from the premise of rebuilding relations with the Fellow African States and building new strategic partnerships in critical regions in the world.
President Thabo Mbeki’s administration foreign policy on the African continent is somewhat prudent and cautious. South Africa’s hegemonic position on the sub regional level and she being Africa’s wealthiest and well resourced country, she is cautious of being overbearing and dominating. At the same time endeavoring being a facilitator of solving conflicts on the continent and uniting the continent in order for it to speak with one voice, this is seen with south Africa’s presence in Democratic Republic of Congo Burundi Togo and Cote d’Ivoire, that may seem ambitious and idealistic but it’s a course to be pursuit by generations to come till its achieved.

South Africa’s relationship with its neighboring state Zimbabwe has sparked criticism towards Mbeki’s approach of quite diplomacy when dealing with the Zimbabwean issue. The proximity of the country, the close relationship between the ANC and ZANU-PF and President Robert Mugabe’s stature through the African continent makes the approach a complex diplomatic issue for South Africa to deal with. The Last thing South Africa needs is to publicly condemn and polarize Robert Mugabe and risk to loose the moral currency which the country so needs to obtain co operation with critical regions on the continent in order for it to push the African Union’ Agenda of reconstructing and rebuilding the continent.

South Africa is strategically using regional and global structures such as SADC (Southern African Developing Countries), UN and AU to pursue its diplomatic objective. It has opted to use the SADC in dealing with the Zimbabwean issue. It has formed strategic partnership with Brazil and India in creating strong lobby group to put forward the agenda of the poor developing countries on the western countries discussion tables.

South Africa, a decade has gone by; challenges are laying ahead, the country with enormous potential, a country full of opportunities. History will be the judge of today’s sociological and political events.


AFRİKA'DA DİN


AFRIKA’DA DİN
Yazan: Münir İKBAL

GELENEKSEL AFRİKA DİNLERİ

Batili Avrupali gucler tarafindan gecmiste Afrika’nin mikaddesatina karsi saygisizlik yerli Afrika insaninin geleneksel kulturlerini ciddi sekilde etkiledi ve bir cok geleneksel inanclar, sosyal degerler, gelenekler ve ritueller gormezlikten gelindi ya da yokedildi. Avrupali hristiyanligin ve degerlerin girisiyle Afrikali yerli insanlar geleneksel antik ruhi koklerinden koparildi.

Hepsi olmamakla birlikte Geleneksel Afrika dini tek Hakim Yuce Tanri’nin varligini merkeze alir. Bundan dolayi O yerdeki ve gokteki herseyin yaraticisi olarak onlarin kaynaklari da yalnizca O’na aittir. O hasmet ve celalinde mukayese edilemeyecek kadar krallarin uzerinde buyuk bir kraldir. O heryerdedir. O herseye gucu yetendir. O mutlak sonsuz, herseyi goren bilendir. Geleneksel Afrika dininin tanrisi ritual ve etik olarak da Kutsal Tanridir.

Dini inanclarda gunluk hayatta kutsal ve sekuler diye bir ayrim yoktur. Kutsal ve sekuler dunya ayrilmadigi icin hayatta ayrilmamisti. Bu yuzden ibadet etmek icin belirli bir zaman yoktur. Her gun her an ibadet edilebilir. Yazili hicbir inanc yoktu cunku butun inanclar yaslilarin gelenegi vasitasiyla sahislarin kalplerinde sonraki nesillere ulasmisti. Inanc dogmatizm uzerine kurulmustu.

Bir diger onemli unsur da ruhlardir. Ruhlar heryerdedir, agaclarda, nehirlerde, kayalarda. Bu ruhlar Afrika toplumunun ahlaki sahipleri olarak hareket ederler. Onlar suclardan igrenirler. Bu ruhlar geleneksel din adamlari vasitasiyla isteklerini topluma iletirler. Geleneksel din adamlari da dinsel torenler vasitasiyla onlari memnun ederler. Bu dinsel torenler dans, muzik, sanat veya tanriya sarap sunmakla yerine getirilir. Afrikali ruhlar guclerini, ilhamlarini ve hikmeti Tanri’dan alirlar. Semboller de cok onemlidir. Cunku semboller gorunmeyen ruhlarla yasam arasindaki bagi kurarlar. ( African Traditional Religions: A Definition, Idowu E.B., London: SCM Press 1980 s 103 vd)

Tanri icinse Afrikalilar kendi dillerinde cesitli isimler verdiler. Burada birkac ornek verecegiz. Mulungu Kenya-Akamba, Makumba Zambia-Aushi, Si Kamerun-Bamileke, Imana Ruanda-Banyarwonda, Mulungu Malawi-Chewa, Kalunga Angola-Chokwe, Unkulunkulu Guney Afrika Cumhuriyeti- Ndebele ve Zulu. Afrika dinleri hakkinda simdiye kadar kullandigimiz kavramlari batililarin kullandiklari kavramlardan aldigimiz icin biz de onlarin dinlerini ilkel, putperest, fetisist, animist, atalara ibadet edenler, totemistler, tabiata tapanlar gibi kavramlar kullandik. Fakat bunlarin hepsi geleneksel Afrika dininin alimleri tarafindan reddedilmektedir. Kullandiklari kimi kavramlar ve unsurlar Tanrinin yuceligine isaret diye kullanilmaktadir. Gunes ve ay cok degerlidir. Etiyopya’nin Galla insanlarina gore tanri’nin gozudur. Zambia’nin Ila insanlarina gore ise Tanri’nin sonsuzlugunun gostergesi olarak kabul ederler. Bu gunese tapma olarak genellestirilmistir. Son yuzyil Geleneksel Afrika dinleri icin tam bir felaket olmustur. Ozellile Roma Katolik kilisesinin calismalari sebebiyle yuzde doksan oraninda kaybetmislerdir. Angola gibi. Isin garibi tek Tanriya inanan geleneksel Afrika dinlerine mensup insanlar uc tanrili hristiyanlik dinine girince putperestlestiler.

AFRIKA’DA YAHUDILIK
Yahudiler inanc olarak sadece ana tarafindan yahudi olanlari yahudi olarak kabul edip kimlik verirken Afrika’da cok farkli bir politika izliyorlar. Kayip yahudi kabilelerinin bir kisminin Afrika’da oldugunu iddia ediyorlar. Bugun Afrikali yahudilerin atalarinin bu kayip yahudi kabileleri oldugunu iddia ediyorlar. Gana’da, Abayudaya’da (Uganda) cok az Timbuktu’da (Mali), Fas, Tunus, Rusape (Zimbabwe) de Afrikali yahudiler var. Afrika kitasinin guneyinde Zimbabve, Guney Afrika, Zamba, Malvi bolgesinde yasayan Lemba kabilesi mensuplri da Hz Suleyman’in soyundan geldiklerine inanmaktadirlar. Zimbabve’deki Ophir harabelerinin kalintilarinin Zimbabve’ye altin aramak icin gelen Hz. Suleyman’in Sebe Melikesi icin yaptirdigi kalenin kalintilari oldugunu soyluyorlar. Yerel Karongo dilinde insanlar burayi “”Mumbahuru’’ diye adlandirmaktadir. Manasi ‘’buyuk / yuce kadinin evi’’ demek. Lemba kabilesi mensuplari cenaze torenlerinde, Harman festivallerinde soyledikleri Ndinda sarkisinda ‘’Biz Sina’dan geldik’’ demektedir. Fakat bu sina Misrir’daki mi, Yemen’deki mi, yoksa Mozambik’teki Zambezi nehrinin kiyisindaki koy mu? Bu kesin degildir. Domuz eti yemeyen, erkek cocuklarini sunnet ettiren bu kabile Afrika kitasinda yahudi oldugu kabul edilen yerli en buyuk gruplardan biridir.

Guney Afrika Cumhuriyeti’nde ise Afrika kitasindaki en buyuk yahudi nufusu vardir. Su anda 400 binin uzerinde fakat resmi kayitlarda pek gorulmez. Bunlarin cogu Finlandiya ve diger avrupa ulkelerinden gelmislerdir. Ozellikle altin ve elmasin bulunmasindan sonra buraya yerlesmislerdir. Ekonomiyi ellerinde tutmaktadirlar. Bugun Afrika genelinde besyuzbine yakin yahudi bulunmaktadir.

AFRIKA’DA HRISTIYANLIK
Hristiyanlik Roma’nin resmi dini oldiktan sonra Roma’nin girdigi her yere girme imkani buldu. Fakat bu Afrika’da Kuzey afrika ve Kizildeniz cevresi ile sinirli kaldi. Bu donemde Afrika’da iki merkez iskenderiye ve Kartaca Hristiyanlik icin iki onemli merkezdi. Sahra altina hristiyanligin girisi ise 15. yuzyilda Avrupa’dan Incili getiren ilk misyonerlerle baslar. 1415’te Portekizlilerin Barbarey korfezindeki Ceuta’yi almalariyla baslar. 1484’te Kongo’ya 1486’da Umit Burnuna ulastilar. 1490’larda Kongo Krallligi Hristiyan kralligi oldu fakat Benin ve Mutapa’da daha az basariliydilar. Afrika’da Hristiyanligi Roma Katolik Kilisesi, Protestan Kiliseleri ve Afrika Yerli Kiliseleri diyebilecegimiz uc ana grup altinda toplayabiliriz. Son gruptakiler protestanligin Afrikalilasmis versiyonudur. Misyonerler yapmis olduklari nokta atisi calismalari ile Afrika ulkelerinin basina gecen liderler siki birer hristiyandir. Kenya’nin kurucusu Jomo Kenyatta ve ikinci devlet baskani Daniel Arap Moi, Zambia’nin kurucusu Dr. Kenneth Kaunda, Fildisi Sahillerinde Houphouet Boigny, Tanzanya’da Nyere, Malawi’de Dr. Banda gibi.

Papalik 1920’lerde strateji degistirmeye baslamistir. Once kilisenin tarihinde ilk defa 22 Ugandali Azizlik mertebesine yukseltildi ve Aziz Peter Meydani ilk defa Afrika davullarinin sesleriyle yankilandi ve Papa Benedict ‘iste bu Afrika’nin saati’ diyordu. Misyonerler gecici bir merhaledir diyordu Papaz Pierre Charles ve ekliyordu ‘‘Afrika’yi hristiyanlastiracak olanlar Siyah Afrikalidir.’’ 1965’te sona eren II. Vatikan Konsili’nden diyalog calismalari yolu ile hristiyanlastirma karari alinmasindan sonra Afrika’da yeni stratejiler gelistiren Papalik bunun neticesini almistir. II. Vatikan Konsiline kadar 75 milyon olan hristiyan nufus 2000’de 351 milyon olmustur. ( A History of Church in Africa, Bengt Sundkler and Christopher Steed, Cambridge 2000, 627,629,906) Cogunlukla Tek Tanri’ya inanan yerli Afrika insani Hristiyanlikla karsilastiktan sonra uclesen tanri karsisinda kimileri kabul etmis fakat Kenya’daki Masaai kabilesi gibi kimileri ise direnmislerdir.

AFRIKA’DA ISLAM
Islam Afrika’ya ilk Habesistan’a hicretle girdi. Ve bizim hic dusunmeyi aklimiza getirmedigimiz Islam’in Medine’den once Afrika’ya ulastigi gercegiyle Afrika’daki Hicri Yilbasi kutlamalarindan Mevlid Programlarina varincaya kadar heryerde karsilasirsiniz. 639’da Islam ordularinin Misir’a girisinden 711’de Tarik bin Ziyad’in Atlas Okyanusu’na ulasmasiyla Afrika kitasinin Kuzeyi Islam’la tanisti. Putperest Roma ve Hristiyan kulturunu Magrib’den sildi. Daha sonra 7. yuzyilin sonu ile 8. yuzyilin basinda Emevi Hilafetine karsi ayaklanan Umman Araplarinin Afrika’nin dogusundaki Zanzibar’a kacip kitanin dogusunda Zanzibar’a yerlesmeleriyle Afrikaya ikinci giris basladi. Zanzibar Farsca’dan gelme, zenc siyah, bar da sahil demek. Yani zencilerin sahili, yasadigi yer. Bugunku Kenya, Tanzanya ve Mozambik tarafindan Afrika’ya girdiler. Afrika’ya ise yeni bir din ve kultur getirdiler. Bantu dil ailesine mensup kabilelerle karsilastilar. Ve simdi ‘’swahili’’ (Arapca sahil kelimesinden sahiller-sahile ait olanlar ve neredeyse yuzde kirkindan fazlasi arapca olan dil) diye adlandirilan dil ve kultur ortaya cikti. Araplar yerli kadinlarla evlenmekten kacinmadiklari icin Islamlasma daha hizli ve fazla olmus. Hindistandan geleneler ise Afrikali yerlilerle evlenmedikleri icin Islam’in yayilmasindan ziyade Islam’in bir Hint dini diye anlasilmasina sebep olmus.

13. yuzyilda sahil bolgesinde 37 tane sehir vardi. Zimbabve’den gelen altin ticareti’nin merkezi olan Kilve ise Sirazi Devleti’nin baskenti olarak en mureffeh zamanini yasadi. 15. yuzyila kadar sahil devletlerinin hepsi Muslumandi. Araplarin yerel halkla irtibata gecmis olmalari iyi bir baslangic iken kitanin iclerine dogru girmeye tesebbus etmemeleri ve sadece ticaretle ilgilenmeleri Musluman nufusun Orta Afrika’da az, Guneybati Afrika’da ise yok denecek kadar az olmasina yolacmistir. Indonezya adalarindan gelen Malayca (Malagasy) konusanlarin yerlestigi Madagaskar’a bir sahabenin geldigi ve bir zamanlar adanin ucte ikisinin Musluman oldugu bilgisi varolmakla birlikte kesin bir kayit hala bulunamamistir. Fakat dibindeki Komor (Kamer-ay) adalarinin yuzde 98’i su anda Muslumandir.

Nil’in kaynagina dogru yayildiktan sonra Araplar bu bolgeden baslayarak Etiyopyanin yuksek bolgelerine oradan da Senegal Irmaginin agzindan Kamerun’a kadar olan bolgeye ‘Bilad-i Sudan yani Siyahlarin memleketi’’ adini vermisler. 8. yuzyilda altin ticaretiyle unlu Ghana’yi da astronom Al Fazari herhalde Arapca’daki ‘’zengin, varlikli’’ manasindaki ‘’gana’’ kelimesinden alarak adlandirmis ve ‘’altin bolgesi’’ adini vermis. Cezayir Fas bolgesinden asagi inen Muslumanlar bugunku Mali, Moritanya, Nijeya bolgelerinde Islam’in yayilmasini saglamislar. Fakat maalesef Kongo, Angola, Namibya, Bostwana ve Guney Afrika’ya inilmedigi icin cok az Musluman nufus var.

Kuzey Afrika’da Maliki Mezhebi yagin olmasina ragmen kitanin diger bolgelerinde Hanefi ve Safii mezhebleri agirliktadir.

Kasif-somurgecilerin gelmesinden sonra yaklasik besyuzyildir suren bir mucadele baslamistir. Modern zamanlarda somurgecilik girmeye basladiktan sonra Afrika’daki en buyuk direnisi Ticanilik, Kadirilik, Sazeliye, Muridilik, Senusilik gibi tasavvufi hareketler gostermislerdir. Kadirilik Afrika’daki en buyuk tasavvufi harekettir. Tasavvufi hareketler Islam’in kitada yayilmasini sagladigi gibi Muslumanlarin entellektuel gelisimlerini de saglamistir. (The History of Islam in Africa, Ed. Nehemia Levtzion and Randall L. Pouwels, Ohio University Press 2000)

Bugun Afrika kitasinin yuzde ellisinden fazlasi Muslumandir. Misyoner calismalari neticesinde kimi yerlerde gittikce azalmasina ragmen hala yuzde ellisinden fazla oldugunu iddia ediyoruz. Hristiyanlar da yuzde ellisinden fazlasinin hristiyan oldigunu iddia ediyor. Yoksulluk icinde cirpinan, misyonerligin kiskacindaki kara kitali kardeslerimiz hala direnmektedirler. Renk, irk, sinif ayrimini kabul etmeyen Islam ve O’nun mensuplari sahabe tavirli ikinci bir habes cikarmasi yaparlarsa yillardir renkleri ve irklari yuzunden hor gorulen kara kitanin masum cocuklari onlara butun kalpleriyle sevinc gozyaslari icinde hosgeldiniz diyeceklerdir.

AFRİKA RÖNESANSI

AFRİKA RÖNESANSI
Yazan: Serhat ORAKÇI
Anlayış Dergisi
Sayı: 22 Mart 2005
http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=22&makaleid=4149

1926`dan beri Amerika`da her şubat ayı “Siyah Tarih Ayı” olarak kutlanır. Çocukluğunu maden ocağında geçirip doktora eğitimini Harvard`da tamamlayan ayni zamanda Amerikalı bir kölenin oğlu olan Dr. Carter G. Woodson önderliğinde önceleri “Zenci Tarih Haftası” olarak başlamıştır bu akım. Kendisine neden şubat ayını seçtikleri sorulduğunda Woodson işin içerisine biraz da mizah katarak “En kısa ay olduğu için.” diyerek anlamlı bir mesaj vermiştir. Aslında Şubat ayının seçilmesi Amerika`daki siyah hareketine önemli katkıda bulunan Abraham Lincoln ve Frederick Douglass`ın doğum günlerinin şubat ayına rastlamasındandır. Ne rastlandır ki Amerikan siyahi liderlerinden Malcolm X`in suikasta kurban gittiği tarih de (21 şubat) yine bu aya rastlamaktadır.

Afrika`nın kıta dışındaki zihinlerde yaptığı ilk cağrışımlar genellikle olumsuz olduğundan kıtada yasanan olumlu gelişmeler bu yüzden çoğu zaman gözden kaçmakta. Mesela özellikle son yıllarda İsveç ve Norveç Nobel Akademilerinin sık sık Afrika`yı taçlandırmalarına şahit olmaktayız. Son olarak, geride bıraktığımız 2004 yılında Nobel Barış ödülü sürdürülebilir kalkınma, demokrasi ve barışa katkılarından dolayı Kenyalı Profesör Wangari Maathai`ye verildi. Yine hatırlanacağı gibi ondan bir yıl önce yani 2003`de Güney Afrika`nın beyaz yazarlarından John M. Coetzee edebiyat dalında Nobel ödülüyle taçlandırılmıştı. Güney Afrika`nın halen başkanlığını yürüten siyahi lider Thabo Mbeki iktidara geldiğinde Avrupa tarihinden öykünerek “Afrika Rönesansı” adını verdiği, tüm Afrika kıtasını içine alan bir zihinsel kalkınma projesi başlatmıştı. Her ne kadar projenin içi tam manasıyla doldurulmamış olsa da bugün Afrika kıtasında ciddi bir zihinsel ve entellektüel kıpırdanma yaşanmakta. Ve son yıllarda Afrika`ya gelen Nobel ödülleri bunun önemli göstergelerinden biri.

1986 yılında Nijerya`lı yazar Wole Soyinka edebiyat alanında Nobel ödülü alan ilk Afrikalı yazar ünvanını alırken iki yıl sonra 1988`de Mısırlı yazar Necip Mahfuz (Naguip Mahfouz) yine edebiyat alanında Nobel ödülü almıştır. 1991 yılında Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer edebiyat dalında Nobel kazanan ilk Afrikalı kadın edebiyatçı ünvanına kavuşurken yıl 2003`e geldiğinde Güney Afrikalı yazar John M.Coetzee edebiyat alanında ödüle layık görülmüştür.

Aslında Nobel ödüllerinin Afrika kıtasındaki tarihi çok daha gerilere gitmektedir. 1937 yılında Robert Cecil Nobel Barış ödülünü kazanırken fizyoloji ve tıp alanında yaptığı çalışmalardan dolayı 1899 Güney Afrika doğumlu bilim adamı Max Theiler 1951 yılında tıp alanında ödüle layık bulunmuştur. Yine 1960 yılında Güney Afrika`nın önemli kabilelerinden Zulu`ların mensubu olan ve gençliğinde Güney Afrika’nın 1994`teki ilk demokratik seçimlerinde iktidara gelecek olan ANC partisinin (African National Congress-Afrika Ulusal Kongresi) başkanlığını yapmış olan Albert John Lutuli Nobel Barış ödülü almaya hak kazanmıştır. 1978 yılında Mısır'ın başbakanlığını sürdüren Enver Sedat, İsrail Başbakanş Menachem Begin ile Orta Doğu’da barışın sağlanmasğ için Camp David`de iki ülke arasında imzaladıkları anlaşma neticesinde Nobel Barış ödülünü paylaşmıştır. 1979 Nobel Tıp ödülü bilgisayar destekli tomografi çalışmasıyla 1924 Güney Afrika doğumlu Allan M. Cormack`a gitmiştir.

Bu kadarla sınırlı değil. 1984`te Güney Afrikalı rahip Desmond Tutu Nobel Barış ödülünü alırken. 1993`te unutulmaz nobel seromonilerinden biri yaşanmıştır. Yirmi yedi yıl hapis cezasının ardından 1994`te Güney Afrika`nın ilk siyahi devlet başkanı olacak olan Nelson Mandela, o dönemin beyaz devlet başkanı De Klerk ile Nobel Barış ödülünü paylaşmıştır.

Güney Afrika`nın en büyük siyahi yerleşim alanlarından SOWETO`ya yaptığımız bir gezide rehberimiz önce bulunduğumuz Vilakazi sokağının bir başındaki Desmond Tutu`nun evini sonra da diğer ucundaki Nelson Mandela`nın evini işaret ederek iki Nobel ödülünü ağırlayan dünyadaki tek sokağın orası olduğunu söylemişti.

2001 Nobel Barış ödülü Birleşmiş Milletlerin 7. Genel sekreterliğini yapan Ganalı Kofi Annan`a gitmiştir. 2002 yılı Nobel Tıp ödülü üçe bölünmüş ve üçte biri genetik alanında yaptığı çalışmalardan dolayı Güney Afrika`lı bilim adamı Sydney Brenner`e verilmiştir.

Edebiyat Profesörü Ngugi Wa Thiong 2003 yılında, genç yaşta faili meçhule kurban giden öğrenci liderlerinden Steve Biko anısına yaptığı konuşmada ısrarla Afrika Rönesansının öncelikle kullanılan dil ile başlayacağını vurgulamıştır. En basitinden Doğu Afrika`daki Luo kabilesinin Namlolwe diyerek bahsettiği göl, artık Viktorya Gölü olarak bilinmektedir. Thiong`a göre sömürgeci devletler hatıralarını Afrikalı insanların bedenlerine dil ile kazımışlardır. Nguni James, Noliwe Margaret olmuştur. Halen sömürge dilleri özellikle İngilizce, Fransızca ve Portekizce Afrika kıtasında çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Sonuçta kıta içerisindeki entellektüel ve bilimsel üretimin yüzde doksanı bu dillerde verilmektedir. Ve Nobel ödülü alan yazalar eserlerini İngilizce yazmaktadır.

Afrika`da dil devrimi ne zaman gerçekleşir buna cevap vermek çok zor ama bu yönde çalışmalar sürmekte. Apartheid rejiminin-ırkçı beyaz azınlık iktidarı- 1994 ilk demokratik seçimlerinde yıkılmasından on sene sonra Güney Afrika`da sokak, cadde, semt, köprü, şehir isimleri değişmekte. James yerine Nguni, Margaret yerine Noliwe tabelaları asılmakta her gün. Hükümet paraların üzerindeki batı dillerini Afrika dilleriyle değiştirerek, Afrika dilleri üzerine çalışmalar yapan master öğrencilerine burslar vererek Afrika halkının yaralı bilinçlerini onarmaya çalışmaktadır.

Ve bakalım 2005 Nobel ödüllerinden Afrika`nın payına ne düşecek?

Nelson Mandela - Winnie Mandela

MADİBA VE KARISI
Yazan: Serhat ORAKÇI
Anlayış Dergisi
Sayı: 4 Eylül 2003
http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=4&makaleid=2989


Madiba’nın seksen beşinci yaş günü geçtiğimiz günlerde kutlandı. Başta Bill Clinton olmak üzere birçok ünlünün katıldığı Johannesburg’daki kutlamalar üç gün sürdü. Madiba adına şehrin zengin beyaz ve fakir siyah mahallelerini birleştiren bir köprü açıldı. Uzun süren siyah-beyaz parçalanmasından sonra anlamlı bir hediye. Madiba, ortalama yaşam süresi kırk beş yıl olan bir ülkede seksen beşine merdiven dayararak hapiste geçirdiği yirmi yedi buçuk yılı telâfi ediyor âdeta.

Madiba bu ülkede önemli bir kişilik. Ünü Güney Afrika’yla sınırlı değil sadece. Londra’da, New York’ta caddeler açılmış adına. Doğum gününde elli bini aşkın kutlama mesajı almış bir dev. Onun için az bile. Siyahi ırkın babası, kurtarıcısı. Tanrının lütfu… Onun ikinci İsa olduğunu iddia edenler bile var.

Apartheid rejimi tarafindan 1964’te idam cezasına çarptırılmış daha sonra cezası müebbet hapse çevrilmiş. Robben Adasına gönderilmiş diğer siyasi tutuklular gibi. Cape Town açıklarındaki ada eskiden beri birçok amaca hizmet etmiş. Genellikle de toplumda istenmeyen, bulunması toplum için potansiyel tehlike taşıdığına inanılan tipler adaya taşınmış. Önceleri cüzamlılar ve zihinsel problemliler için hastahaneymiş. İkinci dünya savaşı yıllarında askeri üst olarak kullanılmış. Irkçı aryımcılığın baskın olduğu yıllarda siyasi mahkumları misafir etmiş. Şimdilerde ise bir müze. ANC (African National Congress-Afrikan Ulusal Kongresi)yöneticileri adada buluşmuşlar. Aynı kaderi paylaşmışlar. Soğuk suyla banyo yapıp; beş, on metre karelik küçük hücrelerde zamana meydan okumuşlar. Ama özgürlük adına besledikleri ümitleri hiç yitirmemişler. Mücadeleyi içeriden sürdürmüşler. Mektupları sansürlenmiş; karılarını, çocuklarını altı ayda bir görmüşler. Gün boyu ada üzerindeki taş ocağında çalıştırılmışlar. Kimileri gözlerini yitirmiş. Genç girdikleri hücrelerden yaşlı birer bilge olarak çıkmışlar. Çıkmamışlar, âdeta duvarları aşındırırcasına, ülkenin üzerine çöken beyaz karanlığı tırnaklarıyla kazımışlar.

46664 numaralı tutuklu olarak Madiba yirmi yedi yılı aşkın hapis cezasının on sekiz yılını Robben Adasında tüketmiş. Rejim, sağlıksız koşullar altında kireç ocağında çalıştırsa da o ve arkadaşları zamanlarının kalan kısmını bilime ve sanata ayırmışlar. Ada üzerindeki küçük hapishaneyi üniversiteye dönüştürmüşler. Akademik tartışmaların, seminerlerin yanında yarışmalar, müsabakalar düzenlemişler. Dışarıda neler olup bittiğine dair duyduklarını birbirleriyle paylaşmışlar. Zaman altmışları geride bıraktığında hippiler, uzun saç merak konusuymuş. Sonra pop kültürü… Madiba ve arkadaşları dünyadan soyutlanmış hayatlarını yıllarca devam ettirmişler. Kimileri mektuplar karalamış, kimileri biyogrofiler. Hep bir gün çıkıp, ırk ayrımcılığına dayalı Apartheid rejimine son vermenin hayalleriyle süslenmiş küçük ada.

Sistem küçük tanrılar üretiyormuş ama fark etmemiş. Madiba’nın resmini yayınlamak, taşımak hatta resmine bakmak bile yasakmış. Kimse ondan bahsedemezmiş. Zihinlerde şekillenen bir dev olmuş. Neye benzediğini bilenlerin sayısı bir elin parmakaları kadarmış. Sadece ismi varmış ortalıkta. Her zihinde bambaşka Madibalar şekillenmiş. Şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş adına. Kuşaktan kuşağa aktarılmış hikâye. Babalar çocuklarına hapisteki devlerden bahsetmişler. Çocuklar hep bir Madiba olmanın hayalini kurmuşlar. Sistem beyaz olmayanları kentlerin dışına itmiş daima. Yüreğinde Madiba’yı gizleyen siyahi halk şehirlerin dışındaki siyahi gettolarda, küçük teneke evlerde yaşama terk edilmiş. Ya sonra?

Joburg’un taşı toprağı altın. Hikâye aynı. Aileler parçalanmaya başlamış. Erkekler karılarını, çocukları arkalarında bırakarak şehre gitmişler. Altın ve elmas madenlerinde, yerin yüzlerce metre altında çalışıp evlerine para göndermişler. Çocuklar büyümüş. Onlar da babalarının izlerini takip etmişler. Geride kalan analar şehirde yitirdikleri çocukları, kocaları için şehrin yolunu tutmuşlar. Analar ne evlatlarını bulabilmişler, ne de kocalarını. Joburg iş demekmiş, aş demekmiş aynı zamanda parçalanmış bir aile.

Hapishane duvarlarının ötesinde bırakılan çocuklar ve bir kadın. Özlem dolu Madiba çocuklarına babalık yapamamanın, karısına kocalık yapamanın acısını taşımış yüreğinde. Karısının hatalarını olgulukla karşılamış; aldatıldığı dedikodularını bile. Dışarıdaki hayatın adadakinden çok daha zor olduğunu, karısının kendisinden daha çok ıstırap çektiğini vurgulamış her seferinde. Karısı Winnie, Madiba’yla görüşebilen tek kişiymiş o dönemde. Önce Soweto’dan dışarı çıkması yasaklanmış. Sonra hapse atılmış. Son olarak sürgüne gönderilmiş çocuklarıyla. Fakir siyahi halk, kocası hapisten bir türlü dönmeyen bu kadını bağrını basmış, ‘ulusun annesi’ demiş ona.

Yıkılmaya mahkum her insan yapımı sistem gibi Apartheid de zamanı geldiğinde geride acılı analar, yetim çocuklar, silik ve ezilmiş zihinler bırakarak tarihe karışmış. Beyaz olmayanlar özgürlüklerine kavuşmuş. Madiba uzun süren tutukluluk yıllarından sonra 94’teki ilk demokratik seçimlerde başkan seçilmiş. Diğer ANC üyeleri hükümet içinde çeşitli görevlere getirilmişler.

Bir çok ayrıntı Madiba’nın büyüklüğü gerisinde gizli kalmış. Su yüzüne çıkmamış. Eleştiri bile yapılmamış. Madiba’yı eleştiren mamur bir yazı bulmak oldukça zor gerçekten. Madiba büyük bir misyonu başarıyla tamamlamış biri ama özel hayatında aynı başarıyı görmek zor. Bu elbette uzun süre tutuklu kalmanın getirdiği bir sonuç. Babalık duygusunu tadamamış, çocuklarını doya doya kucaklayamamış bir baba. Karısını otuz dört yıllık evlilik hayatında nadiren görmüş bir koca. Kendi sözleri şöyle: “Kocaları hapiste olmasa bile özgürlük savasçılarının karıları dul gibidir.”

Winnie de ilk siyahi hükümette görev almış ama daha sonra ortaya çıkan yolsuzluk ve cinayet suçlamalarının ardından görevinden alınmış. Madiba uzun süredir ağır aksak giden bu evliliğe 1996 yılında resmi olarak son vermiş. Madiba: “Hapishaneden döndüğümden beri bir kere olsun, ben uyanıkken yatak odamıza girmedi. Çok yalnızdım…” Winnie hakkındaki suçlamalar gerçekten ağır: Sigorta şirketi ve banka dolandırma, cinayete karışma , adam kaçırma.

Özgürlükten sonra ne gelir? Bu önemli sorunun cevabı uzun yıllar özgürlük adına mücadele verilmiş bu toprakların geleceği. Mücadelenin başlangıcı Flemenk Doğu Hint Şirketinin(VOC) 1652’de Ümit Burnuna kalıcı olarak yerleşmesine kadar götürülebilir. Mücadele yılları boyunca bir çok şahsiyet yer almış sahnede. Bunlardan biri de Mohandas K. Gandhi. Güney Afrika’daki Hindistan kökenli nüfusun başını çekmiş. Sömürüye karşı vereceği uzun sürecek mücadelesine bu topraklarda başlamış. Çıraklık dönemini Güney Afrika’da geçirmiş diyebiliriz. İmam Harun Cape Town’da Malay kökenli zümrenin lideri seçilmiş. O da müslümanlar adına elinden geleni yapmış. Göz altında ölmüş. Steve Biko öğrenci lideriymiş. Cesedi bir hastane bahçesinde bulunmuş; meçhul ölümünden sonra. Madiba ve arkadaşları(Ahmed M. Kathrada, Walter Sisulu, Eddie Daniels…)hayatlarının önemli bir bölümünü hapishanede geçirmişler. Bir çok insan canını vermiş özgürlük mücadelesinde. Şimdi özgür ve demokratik bir Güney Afrika var. Büyük ideal 1994’teki ilk demokratik seçimlerde gerçekleşmiş. Ama sanki o tarihten sonra insanlar büyük bir boşluğa düşmüşler. İdealsizleşmişler. Hayaller, plânlar kişisel çıkarlara kadar düşmüş. Bir çok devlet yöneticisi hakkındaki yolsuzluk iddiaları gazete sutunlarını dolduruyor. Acıdır ki bu insanlar bir zamanların özgürlük savaşçıları olarak biliniyor.

Madiba şimdilerde kendisini AIDS’le mücadeleye adamış. Kurduğu Nelson Mandela Vakfı çatısı altında faaliyetlerini sürdürüyor. Eski karısı Winnie hakkındaki soruşturmalar devam ediyor. Dosyalar kabarık. Suçlamalar ağır. Madiba siyahi ırka yol gösterici olmuş, özgürlüğe giden yolda önemli bir köşe taşı. Onun birçok adı var: Nelson Mandela, Madiba, İkinci İsa, Rolihlahla…


11/08/2003
Joburg

Afrika - Adi Suçlar - Şiddet Kültürü

ŞİDDET KÜLTÜRÜ
Yazan: Serhat ORAKÇI
Düşünce Gündem Dergisi, Sayı: 33, 2007

Tshepang adlı bebek 27 Ekim 2001 tarihinde tecavüze uğradığında sadece 9 aylıktı.

Güney Afrika’da tecavüz kurbanlarının büyük çoğunluğu 12 ve altı yaş grubu kız çocuklarından oluşmakta. Güney Afrika Polis Teşkilatının son verilerine göre tecavüz ve tecavüze yeltenme gibi rapor edilmiş suçların %41’i direk çocukları hedef almakta. Bebekleri hedef alan tecavüzler ise ülkede ortaya çıkan yeni bir fenomen.

Güney Afrika’da ki en büyük siyahi yerleşim birimi SOWETO’da mahkemeye yansıyan cinsel şiddet içerikli suçların %70’i çocuk davalarından oluşmaktadır. En taze olaylardan biri yine aynı bölgede yaşanan 3 aylık bebeği hedef alan tecavüzdür. 11 yaşında bir kız çocuğunun başına gelen şu olay aslında yaşanan başka olaylara çok benzemekte. Habere göre, fakir bir muhitte yaşayan kız çocuğu evine gitmek için yakınlardaki bir semtten geçerken tecavüze uğramıştır. Tecavüzcü, 11 yaşındaki kıza bir kova su vererek yıkanmasını söylemiş sonra da cebinden çıkarttığı 2 Rand'i (yaklaşık 50 Yeni Kuruş) vererek kızı tekrar sokağa salmıştır. Bu olaydaki en çarpıcı unsur ise tecavüzü işleyen kişiye bunu niye yaptığı olayı görenler tarafından sorulduğunda, tecavüzcünün “kadınların çok pahalı” olmasından yakınmasıdır.


Bu türden tecavüz haberleri aslında Güney Afrika’daki günlük gazete sayfalarından eksik olmamaktadır. Sosyologlara göre insan haklarını hiçe sayan şiddet içerikli suçların temelinde Aparheid rejiminden devralınan şiddete maruz kalmış bir topluluk olması yatmakta. Bu görüşe göre, bugün tecavüze maruz kalan kız çocukları ve bebekler, özellikle ailelerin parçalanmasıyla sonuçlanan bir çok Apartheid politikasının ürünüdür. Ülkenin ahlaki temellerini derinden sarsan şiddet yüklü olaylar aynı zamanda toplumun ve bireylerin ne kadar yozlaştığının da bir göstergesi. Lara Foot Newton ve Gerhard Marx’ın bebek tecavüzlerinden etkilenerek birlikte sahneye aktardığı kısa film ‘And There In the Dust’ bu konuda atılmış cesur adımlardan biri. Tecavüze uğrayan bir bebeği ufalanmış ekmekle sembolize edildiği filmde verilen mesaj aslında çok anlamlıdır: “Ufalanan ekmek kırıntılarını toplayıp ekmek haline getirmek artık imkansızdır.”

AIDS virüsü taşıyan erkekler arasındaki aslı astarı olmayan garip bir söylenti bahsettiğimiz çocuk ve bebek tecavüzlerinin bir kısmında rol oynamakta. Batıl bir inanışa göre, bakire bir kadınla girilen cinsel ilişki insanı HIV virüsünden arındırmaktadır. Halk arasında ağızdan ağıza dolaşan ve çıkış kaynağı tam olarak belli olmayan bu mit, bu tür olayların altındaki sebeplerden biri olarak gösterilmekte. Her ne kadar kulağa saçma gelse de bu tür inanışlarla deva bulacağına inanan insan sayısı az değil. Aslında bulaşıcı hastalıklardan bakire biriyle girilen cinsel ilişki yoluyla kurtulma, kökleri Avrupa’ya kadar uzanan eski bir inanıştır. Bunun temel nedeni ise cehaletten başka bir şey değildir.

Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet Güney Afrika’daki çözüm bekleyen ciddi sorunlar arasında. Nisan 2003 ile Mart 2004 arasında Güney Afrika Polis Teşkilatına 52,733 tecavüz vakıası rapor edilmiştir. Hükümet 2004 yılında uygulama koyduğu ‘Cinsel Suçlar Yasası’ ile bu konuda önemli bir adım atmış olsa da özellikle tecavüz kurbanları günden güne artmaktadır. Halkın dörtte birinin HIV+ olduğu ülkede tecavüz kurbanları çoğunlukla AIDS virüsü kapmaktadır. Hükümet özellikle tecavüz vakıalarında şiddete maruz kalan kişilere nasıl davranılması gerektiği konusunda polisleri eğitmekte. Ve yine yüksek rakamlara ulaşan tecavüz davalarına bakmak için bu konuda uzmanlaşmış mahkemeler kurmakta.

BBC’de yayınlanan bir haberde Güney Afrika’nın en büyük şehri Johannesburg ‘Dünya Tecavüz Merkezi’ olarak adlandırılmakta. Yine aynı habere göre şiddet içerikli cinsel suç oranı şehirde artmaya devam etmekte. CIET Afrika tarafından yapılan bir araştırma sonucuna göre araştırmaya katılan 4,000 kadından üçte biri geçmiş yıllarda tecavüze uğradıklarını belirtmiştir. İlginç bir istatistiğe göre ise Güney Afrika’da doğan bir kadının tecavüze uğrama olasılığı okuma öğrenme olasılığından daha yüksek. Kız çocuklarının dörtte biri 16 yaşına basmadan tecavüze maruz kalmakta. Her ne kadar tecavüz vakıalarına tepkiler ve alınan önlemler geçen yıllara göre artmış olsa da rapor edilmeyen vakıalarının yüksekliği dikkat çekicidir.

Ülkedeki yüksek suç oranını sadece bir faktör yardımıyla açıklamak elbette mümkün değildir. Konu üzerindeki çalışmalar bir çok faktörün konu üzerinde önemli rol oynadığına işaret etmektedir. Ülkenin özellikle 1994’ten sonra bir geçiş dönemi yaşaması ve bu dönemde başta adalet sistemi olmak üzere bir çok alanda yeni kanunların yürürlüğe konularak suçlar için öngörülen cezaların hafifletilmesi önemlidir. Bir diğer önemli faktör ise ülkenin devraldığı şiddet yüklü politik geçmiş ve zamanla oluşan ‘Şiddet Kültürü’dür. Apartheid rejiminin yol açtığı ayrılıkçı rejim ve ırkların toplu yaşamını öngören yapı sonuçta aile yaşamının parçalanmasına yol açmış, ebeveynlerin çocuklar üzerindeki kontrolünü azaltarak aile biriminin temellerini kökten sarsmıştır. Yine aynı dönemde iş için kırsaldan şehre göçler artmış, sonuçta aileler kırsal-şehir arasında sıkışmıştır. ‘Şiddet Kültürü’ teorilerine göre Apartheid ev içinde ve dışında şiddeti çözüm olarak gören bir anlayışın tohumlarını atmıştır. Bu anlayışa göre ise şiddet, bireyin evde, işte ve sosyal çevresinde karşılaştığı sorunları baş etmek için başvurduğu bir çözüm yoludur.

Ülkede tecavüz vakıalarının bu kadar yaygın olmasının bir diğer nedeni ise adalet sistemindeki yetersizliğin halk arasında güvensizlik oluşturmasıdır. 2001 yılında rapor edilen 50,000 tecavüz olayından sadece 5,000’i tutuklamayla sonuçlanmıştır. Bu ise tüm tecavüz vakıaların ancak %10’u yapmaktadır. Bu durumda suçluların büyük kısmı ne mahkeme salonu ne de hücre yüzü görmektedir. Bu tabloya rağmen umutlar hala tükenmemiştir. İnançlı bireyler, Güney Afrika’nın mücadeleci bir ulus olduğuna ve eğer Apartheid rejimini devirdiyse, aynı ulusun kadınları ve çocukları hedef alan şiddet kültürünü de eninde sonunda yeneceğine inanmaktadırlar.

Açık olan aslında şu ki, ülke geçmişinin oluşumunda büyük rol oynayan şiddet kültürü, toplum sağlığını ve ülkedeki insan hakları gelişimini bugün çok ciddi oranda tehdit etmektedir. Ortada cevap bekleyen çok sayıda soru bulunmaktadır. Baskıcı ve zorba bir rejimin sağlıklı düşünebilen, inisiyatif kullanabilen, sağduyulu bireyler yetiştirmediği ise apaçık ortadadır.