Perşembe, Aralık 01, 2016



İNSAMER-AFRİKA DERSLERİ 4

Türkiye-Afrika İlişkilerinin Arkaplanı

Salı, Kasım 29, 2016



İNSAMER-AFRİKA DERSLERİ 3

Sömürgeciliğin Afrika'da Bıraktığı Miras ve Bağımsızlık Süreci

İNSAMER-AFRİKA DERSLERİ 1

Türkiye'de Afrika Algısı ve Kıta Hakkında Genel Bilgiler
SOMALİ İZLENİMLERİ
Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 5 Ağustos 2016

Hava limanından çıkan aracımız türlü türlü bariyerleri ve kontrol noktalarını aştıktan sonra şehir merkezine doğru ilerliyor. Mogadişu’nun merkezinde ana cadde üzerinde yer alan Ambassador Hotel bombalanalı henüz birkaç gün olmuş. Otel binası ve çevredeki binalar harabeye dönmüş vaziyette. Camlar patlamış, duvarlar yıkılmış, sıvalar dökülmüş… Resmî kayıtlara göre saldırıda 16 kişi ölmüş ama halk daha fazla kişinin hayatını kaybettiğine inanıyor. Yaralar sarılırken vakit kaybetmeden binalar da onarılmaya başlanmış. Ramazan ayının ilk günlerindeyiz.
Yolda gördüğümüz otel enkazını saymazsak şehirde hayat normal akıyor. Bombalı saldırılara rağmen caddelerde insan kalabalıkları var; dükkânlar işliyor. Kısa sürede her şey normale dönmüş bile, en azından bir sonraki bombalı saldırıya kadar.
2012 yılının başlarındaki ilk ziyaretimin ardından yeniden Mogadişu’dayım. Dört yıllık zaman farkına rağmen şehir hem çok değişmiş hem de hiç değişmemiş gibi. Türkiye’nin girişimi ile bazı ana yollar asfaltlanmış, caddelere aydınlatma direkleri dikilmiş ve çevre daha temiz görünüyor. 2011 yılının açlık krizini hatırlatan sağda solda konaklayan mülteciler ve derme çatma mülteci çadırları kaldırılmış. Sokaklar daha canlı. 2011 yılında yaşanan trajedi üzerine apar topar Somali’ye koşturan çok sayıda sivil toplum kuruluşunun yerinde yeller esiyor. Bu iyileşmelere rağmen şehrin büyük bir bölümü hâlâ harabe sayılır. Yıkık duvarlar ve kurşun izleri eski günleri hatırlatıyor. Yer yer karşımıza çıkan kontrol noktaları ve AMISOM birliğine ait askerî araçlar güvenlik tehlikesini zihinlerde hep canlı tutuyor. Her an yeni bir bombalı saldırı olabilir. Bu yüzden sıkı güvenlik tedbirleri uygulanıyor ya da en azından böyle bir hava veriliyor.
Somali’de yaşamın sırrı, özellikle yabancılar için, güvenli bir adacık oluşturmak. Gittiğimiz tüm kurum ve kuruluşlar bu yola başvurmuşlar. Yüksekçe duvarlar, bina önüne ve içine yerleştirilmiş paralı askerler, beton bariyerler yardımıyla alınmış güvenlik önlemleri olmazsa olmaz hâle gelmiş. Gene de el-Şebab gibi operasyon kabiliyeti yüksek gruplar bu engelleri aşabiliyor, zor hedeflere saldırabiliyor.
Ruhî yönden insanı yıpratan böyle bir atmosfere rağmen bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı hiç de az değil. İş yeri kurmaya çalışan, dükkân işleten, okumaya çalışan insanların masum gayretleri olmasa şehrin normal akışına dönmesi pek mümkün olamazdı. 1991 yılından beri yaşanan yıkıcı iç karışıklık ve çatışmalar karşısında bu küçük çabalar hâlâ şehri ve ülkeyi ayakta tutuyor. Somali insanları ayakta kalma isteğini ve gayretini patlayan her bombayla yıkılan morallerini tekrar ayağa kaldırarak sürdürüyor. Bunca yıllık iç savaş bunu öğretmiş insanlara: Silahlara rağmen hayata devam. Somali bugün hâlâ varsa bu direnme ruhu sayesinde var.
Somali halkının bu takdire şayan hayatta kalma mücadelesine destek olan ülkelerin başında Türkiye geliyor. 2011 yılından bu yana gerek devlet kurumları gerekse de sivil toplum kuruluşları eliyle pek çok proje gerçekleştirildi Türkiye tarafından. Mogadişu’nun merkezinde yaptırılan ve sağlık bakanlığınca işletilen Recep Tayyip Erdoğan Hastanesi henüz tam kapasite çalışmasa da sağlık sektöründeki büyük bir boşluğu dolduruyor. Türkiye’den giden sağlık personellerinin üçer ya da altışar aylık periyotlarla kaldığı bu hastane büyükçe bir kampüsün içerisinde. Çalışmaya gelen Türkiyeli personelin hastane dışına çıkışı ise güvenlik gerekçeleri ile oldukça sınırlı. Hastane yöneticilerinin verdiği bilgilere göre Somali’de tüberküloz (verem) vakalarının çok yaygın olduğunu öğreniyoruz.
Şehrin ana arterlerindeki yollar Türkiye’nin desteğiyle asfaltlanmış. Bazı caddelere Anadolu, İstanbul gibi isimler verilmiş. Hava limanı ve şehrin ana limanı Türk şirketleri tarafından işletiliyor. Somali vatandaşlarının Afrika dışına uçuşları Türk Hava Yolları üzerinden sağlanıyor. Türkiye’nin yeni açtığı büyükelçilik binası ise ülkenin en büyük kompleksi. Bu da Türkiye’nin Somali’ye verdiği önemi gösteriyor sanırım.
Ülkede tarım alanından sağlığa kadar pek çok alanda Türkiye’nin desteğini ve projelerini görmek mümkün. Sivil toplum kuruluşlarından İHH İnsani Yardım Vakfı ve Yardımeli Derneği’nin güzel çalışmaları var. İHH Somali’nin en büyük yetimhanesini işletirken TİKA’nın desteği ile Somali’de tarım potansiyelinin geliştirilmesi adına tarım destek projeleri ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın desteği ile su projeleri gerçekleştiriyor. Şehrin biraz dışında, Hint Okyanusu’nun hemen kıyısında yükselmeye başlayan yeni bir kompleks daha var. Yaklaşık 600 dönüm arazi üzerine inşa edilen üs askerî eğitimler için kullanılacakmış. Türkiye’den gidecek birlikler burada Somali ordusunu eğitecekmiş. Bu askerî eğitim kompleksinin faaliyete geçmesiyle Somali’de güvenliğin daha da iyi olacağına inanılıyor.
Somali’nin yaşadığı en önemli sorunlardan biri terör sorunu elbette. Sağda solda patlayan bombalar insanların gündelik hayatını zaman zaman tehlikeye sokuyor. Diğer önemli bir sorun ise ülkede bir türlü sağlanamayan siyasi birliktelik ve bütünleşme. Somali diye adlandırdığımız toprak parçası üzerinde dış dünyanın tanımadığı de facto ülkecikler bulunmakta. Somaliland, Putland, Jubaland, Galmudug bunlardan bazıları. Bir de el-Şebab örgütünün denetiminde bulunan topraklar var. Bu haliyle Somali oldukça parçalı bir yapı arz ediyor.
Somaliland bu parçalanmışlığın en fazla hissedildiği yer kuşkusuz. Uçağımız Somaliland’in başkenti Hargeysa’ya indiğinde giriş için vize almamız isteniyor. Mogadişu’da verilen giriş vizesi burada geçersiz. Yeni bir ülkeye ayak basmış muamelesi yapılıyor. Hargeysa şehir merkezi oldukça sakin, Mogadişu’da görmeye alıştığımız asker ve polis araçları yok ortalıkta. İnsanlar sakin sakin işlerine güçlerine dalmış vaziyetteler. Mogadişu’da sık sık karşımıza çıkan kontrol noktaları da burada yok. Güvenlik açısından herhangi bir olumsuzluk hissedilmiyor. İnsanların kılıf kıyafetlerinde, yaşam biçimlerinde ve konuştukları lisanda önemli bir farklılık görünmüyor.
4 milyon nüfusa sahip olan Somaliland 1991 yılında bağımsızlığını ilan ederek Somali’den ayrılma isteğini duyurmuş bir bölge. O tarihten bu yana da bağımsız hareket etmiş hep. Kendi para birimi, merkez bankası, bayrağı, pasaportu, anayasası, ordusu, polis gücü, meclisi ve hükümeti var. Her ne kadar Birleşmiş Milletler nezdinde bağımsızlığı kabul görmese de Somaliland ülke olma iddiasını her fırsatta tekrarlıyor. Somaliland’in Etiyopya, Cibuti, İsveç, Güney Afrika ve İngiltere ile özel ilişkileri bulunmakta. Bu bölge de Somali’nin geri kalanı gibi tarım, hayvancılık ve balıkçılık sektörleri ile ayakta durmakta.
Mogadişu ile Hargeysa arasında anlaşma sağlanamadığı müddetçe bu bölünmüşlük devam edeceğe benziyor. İki tarafın temsilcileri zaman zaman bir araya gelseler de henüz birleşme adına somut bir adım atılmadı. Somaliland’in bağımsızlık isteği Somali’nin siyasi bütünleşmesinin önündeki en büyük engel. Sadece bununla da sınırlı değil; el-Şebab tarafından kontrol edilen hatırı sayılır büyüklükte bir toprak parçası da var. Putland ve Jubaland ise daha otonom özelliklere sahipler. Tablo bu şekilde ortaya çıkınca Somali için iki önemli gündem; ulusal güvenlik ve ulusal bütünleşme olarak ortaya çıkıyor. Bu iki sorunun alacağı hâl Somali’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğini de gösterecektir.


Seyahat süresince gösterdikleri misafirperverlik dolayısıyla Zemzem kurumu çalışanlarına ve özveri ile Somali’de tarım sektörünü canlandırmaya çalışan Halim Kesici Bey’e teşekkürlerimi sunarım. Somali’nin eski güzel günlerine bir an önce kavuşması dileğiyle…
15 TEMMUZ SONRASI DEVLET-HÜKÜMET BÜTÜNLEŞMESİ
Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 22 Temmuz 2016

15 Temmuz gecesi ülkemiz zorlu anlar geçirdi. Ordu içinde Fethullah Gülen’e biat etmiş bir grup asker (FETÖ/Fethullahçı Terör Örgütü) darbe girişiminde bulunarak mevcut yönetimi devirmeyi denedi. O gece tüfek ve tank namluları sadece sivillere değil devleti temsil eden vali, kaymakam, belediye başkanı ve emniyet mensuplarına da doğrultuldu. Darbe girişimine karşı koyan kim varsa susturmak adına silahlar ateşlendi, füzeler atıldı, tanklar araçları ve insanları çiğnedi. Yaşananlar bir savaştan farksızdı. Hep birlikte bir cemaatin cinnetine şahit olduk. Kimse bu kadarını beklemiyordu.
Cemaat denen yapının vitrin kısmında her zaman Fethullah Gülen’in kendisi, kitapları, dergileri, ona bağlı sivil toplum kuruluşları ve eğitim kurumları yer aldı. Dinî vaazlar, hoşgörü ve diyalog mesajları, demokrat söylemler dillerden hiç düşmüyordu. Halk hep bu vitrine baktığı için şüphe çekecek bir unsur bulmakta zorlanılıyordu. Basına yansıyan kareler bu yapının istihbarat işlerine, darbe girişimi gibi alengirli işlere bulaşacağına ihtimal verilmeyecek kadar saf ve temizdi. O yüzden pek çok insan dini kullanan böyle bir cemaatin böylesine karanlık bir yüzünün olacağına hiç ihtimal vermedi.
Ancak bu vitrinin gerisinde yıllardır büyük bir gizlilikle yürütülen planlı ve programlı bir teşkilatlanma vardı. Ordu, yargı, emniyet, bürokrasi ve hatta Türkiye’nin dış temsilciliklerinde önemli noktaları tutan güçlü bir yapıydı bu. Hedef ise bir gün topyekûn Türkiye’yi ve kurumlarını ele geçirmekti. Hatta başka ülkelerde de benzer şekilde örgütlenildiği için günü geldiğinde bu ülkeleri de tek tek ele geçireceklerdi. Bu tehlike Türkiye için püskürtülmüş olsa da bu yapının güçlü olduğu Tanzanya, Uganda gibi ülkelerde bu risk hâlâ bulunmaktadır.
Türkiye’deki İslami hareketin ana motivasyonu hep iktidar (hükümet) değişikliğine odaklanırken cemaat denen bu yapı iktidardan ziyade devletin kurumlarını ele geçirmeye odaklanmıştır. 90’lara kadar İslami hareket içerisinde yer alan oluşumların çoğunluğu, iyi bir hükümetin iş başına gelmesinin Türkiye’de daha özgür bir ortam doğuracağına inanmışlar ve çalışmalarını bu doğrultuda organize etmişlerdir. Bunun aksi yönde hareket eden Fethullah Gülen Cemaati ise hükümetten ziyade devlet organlarına sızmalarla güç elde etmeye yönelmiştir. Bugün kamuda tasfiye edilenlerin sayısına bakıldığında cemaatin yıllar içinde elde ettiği güç de ortaya çıkmaktadır.
Bu durumun doğal sonucu olarak son 13 yıllık Ak Parti iktidarı boyunca şöyle bir paradoks yaşanmıştır: AK Parti, iktidarı elinde tuttuğu halde devlet kurumlarına yeterince nüfuz edememenin sıkıntısını yaşarken FETÖ yapılanması bunun tam tersine, devlet kurumlarındaki nüfuzuna rağmen hükümete (karar alıcılara) tesir edememenin sıkıntısını yaşamıştır. 15 Temmuz gecesine kadar süren bu paradoks, 16 Temmuz sabahı sonunda çözüme kavuşmuştur. Darbe girişimi gecesi iktidar da cemaat de elindeki bütün imkânlarını seferber ederken denklemin sonucunu halkın aldığı tavır belirlemiştir. Ve devlet-hükümet bütünleşmesi AK Parti lehine sonuçlanmıştır. FETÖ mensubu kadroların devlet içinden temizlenmesi ise bu bütünleşmeyi daha da güçlendirecektir.
Cemaat yapılanmasının devlet içinde bu şekilde organize olmaya çalışması elbette ortaya çıktığı dönemin siyasi ve sosyal konjonktürü ile yakından alakalıdır. Dinî pratiklerin gereği gibi yaşanamadığı bu atmosfer içindeki baskı ve yıldırmalar dinî cemaatler ve toplumun fertleri üzerinde çeşitli travmalar doğurmuştur. Cemaatin devlet içinde bir yandan örgütlenme bir yandan da gizlenme çabası, bu travmalardan biridir. Askeriye içindeki mensuplarına yönelik soru çalma, gözle namaz kılma, içki içerek kamufle olma gibi duruma uygun keyfî icazetler arttıkça ahlaki bozulma da artmıştır. İstemedikleri kişilerin ayağını kaydırmak için dinleme ve görüntüleme gibi çirkin şantaj yollarını kullanarak kendi mensuplarının önünü açan bu yapı, haksız yoldan elde edilen güçle hakkın tesis edilemeyeceği gerçeğini hiçbir zaman anlayamamıştır. Yaşanan son olay da bunu gözler önüne sermiştir. Ellerindeki muazzam silahlı güce rağmen halka ve seçilmiş iktidara boyun eğdirememişlerdir. Türkiye’deki dinî grup ve birlikteliklerin bu tecrübeyi iyi okuması bu açıdan önemlidir.
Bütün bu tablo karşısında insan sormadan edemiyor: Geçmiş yıllarda dindar kesim üzerinde uygulanan baskı ve zorlamalar olmasaydı, Türkiye’de daha özgür bir ortam tesis edilmiş olsaydı, bugün bu travmayı yaşar mıydık? Sanırım başka sıkıntılar gene olurdu ama bu toplum bu derece kanlı bir geceyi yaşamazdı. Yine de her şeyin en iyisini Allah bilir diyelim ve yaşanan üzücü hadiseden gerekli derslerin çıkartılmasını temenni edelim.
NİJERYA'NIN KIŞI
Serhat ORAKÇI
İNSAMER, 21 Eylül 2016

Afrika kıtasının en büyük ekonomisi Nijerya son yıllarda petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle resesyona (durgunluğa) girmiş halde. Ülkede devletin gelirlerinde %33’lük oranda bir düşüş yaşanırken buna bağlı olarak önemli bir bütçe açığı oluşmuş durumda. Son 25 yılda daima genişleyen Nijerya ekonomisi ilk kez %2’lik eksi büyüme gösteriyor. Nijerya’da iş başında bulunan Muhammed Buhari 11 milyar dolarlık bütçe açığını kapatmak için Dünya Bankası, IMF, Afrika Kalkınma Bankası ve Çinli bankalardan yardım istemeye hazırlanıyor.
Nijerya’daki APC (All Progressive Congres) idaresindeki mevcut hükümet, uluslararası düzeyde baskı altında. İçeride Boko Haram terörü, organize yolsuzluk ve gıda krizi ile mücadele eden hükümet, dışarıda da Nijerya’nın İslamlaştığı, istikrarsızlaştığı ve yönetimin otokratikleştiği yönünde eleştirilere maruz kalıyor. Nijerya’da işlerin kötüye gittiğini ima eden uluslararası kurumların hazırladığı raporlar peş peşe yayınlanıyor.
Nijerya’yı sadık bir müttefik olarak gören Amerika’dan bile Buhari karşıtı demeçler yükselmeye başladı. Kongre üyelerinden Tom Marino yazdığı bir mektupla John Kerry’den ülkedeki otokratikleşen yönetim nedeniyle Nijerya’ya yapılan tüm askerî yardımların durdurulması tavsiyesinde bulundu. Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı Nijerya raporunu referans gösteren Marino, son altı ayda Nijerya ordusunun 350 kişiyi hukuksuzca öldürdüğüne ve 168 kişinin de gözaltında ölüme terkedildiğine değindi. Marino’nun bir diğer eleştirisi de Buhari yönetiminin devlet kademelerine yaptığı atamalarda Müslüman Kuzeylileri öncelemesi ve kritik noktalarda göreve getirmesi yani Nijerya devletinin Müslümanlaşması.
Ülkede petrol sektörüne bağlı olarak ekonomik resesyon baş gösterdiği gibi Nijerya’nın kuzeyinde yer alan 11 eyalette de gıda krizi tehlikeli bir seviyeye erişmiş vaziyette. Birleşmiş Milletler’in yayımladığı bir rapora göre toplamda 175 milyon nüfusa sahip olan ülkede 80 milyondan fazla insan (nüfusun %64’ü) yoksulluk sınırında yaşıyor. Bu kesimin %75’i kuzey eyaletlerinde yaşıyor. Bu veri bile başlı başına Müslüman kuzey-Hıristiyan güney arasında büyük bir ekonomik uçurum olduğuna işaret ediyor.
Nijerya’da gençler arasında işsizlik oranı %42 seviyelerindeyken okul çağındaki 10 milyon çocuk okula gitmiyor ya da gidemiyor. Bu sosyoekonomik veriler Boko Haram gibi terör gruplarının Nijerya’da gençler arasında nasıl bu kadar popüler hale geldiğini gösteriyor sanırım. Ülkede Boko Haram saldırıları nedeniyle 3,3 milyon insan iç mülteci haline gelmiş durumda. Boko Haram örgütünün kontrol ettiği Nijerya’nın kuzeydoğu kesimlerine insani yardım ulaştırmak bile mümkün değil.
Muhammed Buhari’nin 2015’te iş başına gelmesinin hemen ardından ülkede hortlayan yeni bir sorun sahası ise Nijer Deltası’nda faaliyete geçen silahlı direniş. Eyalette elektrik santralleri ve petrol boru hattına yönelik silahlı saldırılar düzenleyen Nijer Delta militanlarının Nijerya ekonomisine verdiği zarar günlük 1,1 milyon varil ham petrole tekabül ediyor. Petrol Kaynakları Bakanı Dr. Emmanuel Ibe Kachikwu’ya göre günlük ortalama 1,4-1,6 milyon varil üretimi olan Nijerya’da bu saldırılar olmasa üretim günlük olarak 2,7 milyon varile kadar çıkabilir.
Aslında Nijer Delta sorunu Nijerya için yeni sayılmaz. Bu bölgede yer alan Hıristiyan yoğunluklu dokuz eyaletin bağımsızlık talebi 1967-1970 yıllarında Nijerya iç savaşına ya da bilinen adıyla Biafra Savaşı’na sebep olmuştu. Petrol üretiminin gerçekleştiği bu bölge Nijerya’nın nefes borusu adeta. Her ne kadar askerî önlemler ile buradaki ayrılıkçı gruplara müdahale edilse de petrol gelirinin diğer eyaletlerle paylaşılmasını istemeyen bu gruplar sabotaj saldırılarına devam etmekteler. Saldırıları durdurmak için her gün daha fazla askerî birlik Nijer Deltası’na kaydırılıyor. Özellikle Muhammed Buhari’nin iş başına gelmesinin ardından Nijer Delta militanlarının saldırılarının daha da arttığını söyleyebiliriz.
Uluslararası kurumların yönelttiği olumsuz eleştiri ve yorumlara rağmen Nijerya’ya bu sıkışık günlerinde yardım etmek isteyen iki küresel güç bulunmakta. İngiltere Uluslararası Kalkınma Bakanı James Warton geçtiğimiz günlerde Nijerya’ya ekonomik ve güvenlik alanında yardım edeceklerini belirtti. Nijerya’nın insan ve doğal kaynak potansiyeline dikkat çeken Warton, bu zor günleri atlatmasında Nijerya’ya yardım etmenin kendileri için bir zorunluluk olduğunu belirtti. Nijerya gibi büyük bir devi Amerika ve İngiltere gibi güçlere bırakmak istemeyen Çin de sağlayacağı kredi ve borçlar ile Nijerya’ya destek olmak niyetinde.
Bir tarafta ekonomik durgunluk bir tarafta da gıda krizine ve terör saldırılarına maruz kalan Nijerya’da tam anlamıyla çetin bir kış yaşanıyor. Ülkenin Kuzeyli Müslüman Devlet Başkanı Muhammed Buhari üzerindeki eleştiri ve baskılar günden güne daha da artıyor. Ayrılıkçı Nijer Delta militanlarının ve Boko Haram’ın ülke istikrarına ve ekonomisine verdikleri zarar ise oldukça büyük boyutlarda. Mevcut hükümetin bu durumdan çıkış için borçlanma yoluna gideceği artık kesinlik kazandı. IMF, İngiltere ve Çin, ihtiyaç duyulan 11 milyar dolarlık krediyi sağlamaya istekli taraflar. Bu da önümüzdeki günlerde Nijerya’nın ekonomi üzerinden dizayn edileceğinin bir göstergesi.

Perşembe, Haziran 23, 2016

MANDELA TECRÜBESİNİ ANLAMA(MA)K
Serhat Orakçı
CF Dergi, 82, Haziran 2016

Türkiye’nin en köklü gazetelerinden Hürriyet 18 Mayıs 1992’de büyük bir skandala imza attı. Hem de ne skandal… Dünya gazetecilik tarihinde eşi benzerine rastlanılamayacak bir olay. İnanması zor ama gazete o gün “ÇİRKİN AFRİKALI” manşeti ile basıldı. Manşetin hemen altında Nelson Mandela’nın bir fotoğrafı yer alıyordu.

Bu başlık ömrünü ırkçılıkla mücadeleye adamış, dünyanın saygı duyduğu örnek bir şahsiyet için reva görülebilmişti. Nedeni ise Mandela’nın kısa bir süre önce Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü dönemin Kürt siyasetini gerekçe göstererek reddetmesiydi. Malum haberde Mandela için ırkçılık içeren “zenci” ifadesi de kullanılmaktaydı. Türkiye’nin köklü bir gazetesi bir ulusun “Tata” yani “Baba” dediği bir kişiye karşı bu şekilde hakaret ederek Mandela tecrübesini, Güney Afrika tecrübesini resmen hiçe sayıyordu.

Mandela Afrika’nın çıkarttığı en önemli liderlerden biri muhakkak. Güney Afrika’nın yerli halkını arkasına alarak ırkçı azınlık Apartheid rejimine karşı verdiği mücadele müthiş derslerle dolu. Onun eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle geçen siyasi hayatı pek çok yönüyle ilham verici… Ancak Türkiye’de Mandela’nın mücadelesi de değeri de pek anlaşılamadı. Bunun sebebi ise kuru önyargılar. Hürriyet’in manşeti işin sadece bir yönü.

Türkiye’de bir kesim Mandela’yı Atatürk Barış Ödülü’nü reddettiği için aşağılarken bir kesim de Batı işbirlikçisi olarak görmeyi yeğledi. Hatta Mossad ajanı olmasına kadar işi vardıran İsrail medyasının çarpıtma haberlerine itibar edildi. Aslında bunun tam aksine İsrail, Güney Afrika’daki ırkçı rejimi ayakta tutmak için desteğini hiçbir zaman esirgemezken Mandela’nın içinde bulunduğu ANC hareketi ve 1994’ten sonraki Güney Afrika hükümetleri her daim İsrail’in insanlık dışı uygulamalarına tepki göstererek Filistin halkının mücadelesini desteklemişlerdir. Bu tutum bugün de sürdürülmektedir.

Mandela’nın 27 küsur yıllık hapishane hayatının ardından ülkesinin devlet başkanı olması ülkemizdeki Abdullah Öcalan sempatizanlarına ilham verdi sadece. Bu kesimlerde Öcalan’ın da bir gün İmralı’dan Mandelavari bir şekilde halk kahramanı olarak çıkışı hayal edildi. 
Hal böyleyken ne Mandela’nın mücadelesinin önemi kaldı ne de Güney Afrika deneyiminin. Bir tarafta Atatürk düşmanı, bir tarafta PKK sempatizanı diğer tarafta da Batı işbirlikçisi Mossad ajanı bir Mandela portresi ortaya çıkartıldı. Oysa bütün bunları bir kenara koyup Nelson Mandela tecrübesini anlamaya çalışmak daha anlamlı olurdu.
O ırkçı Apartheid rejimine karşı verilen mücadelenin sembol ismi haline gelmiştir. Büyük halk kitlelerinin sevgi ve desteğini alarak umutsuz bir halkı ayağa kaldırmıştır. Bütün olumsuzluklara rağmen mücadele ruhunu ve umudunu hiçbir zaman yitirmemiştir.

Meşhur “Rivonia Davası” sonrasında ömür boyu hapse mahkum edilen Mandela ve diğer politik mahkumlar kireçtaşı ocağında taş kırarken tarih, felsefe ve siyaset tartışarak kaldıkları Robben Adası’nı bir akademiye dönüştürmüşlerdir. Toplumdan tecrit edilmiş halde yıllarını geçirirlerken büyük dostluklar inşa etmişlerdir. Mücadelenin önder isimleri ırkçı azınlık Apartheid rejimine karşı sabırla direnmesini bilmişlerdir. Gençken girdikleri hapishaneden yaşlı birer bilge olarak dışarı çıkmışlardır.

Nelson Mandela Apartheid rejiminin şahsına yaptığı özgürlük tekliflerini reddederek ulusun özgürlüğünün kendi özgürlüğünden bağımsız olmadığını vurgulamıştır. İnandığı ideal uğruna ölümü bile göze aldığını defalarca beyan etmiştir. 1994’te ülkenin ilk demokratik seçimlerinde devlet başkanı seçildiğinde sadece oy aldığı kesimlerin değil ulusun tümünü kuşatıcı bir yaklaşım sergilemiştir. Kendisine kötülük yapanları acımasızca cezalandırabileceği halde bu yolu seçmeyerek bağışlamasını bilmiştir. Hatta hapishanede kötü uygulamalarına maruz kaldığı gardiyanları bile affetmiştir.


Diktatör olmakla halk kahramanı olmak arasındaki o ince çizgide istese uzun yıllar devlet başkanlığı görevini sürdürebilecekken bu görevi 1994-1999 arasında sadece bir dönem yürüterek ardından gelen nesillerin yolunu açmıştır. Onun izlediği ilkeli siyaset bugün Güney Afrika Anayasa’sında yaşatılmaktadır: Güney Afrika siyah ya da beyaz bir grubun değil içinde yaşayan tüm halklara aittir. Mandela tecrübesinin iyi anlaşılması dileğiyle…
Sahra-altı Afrika’nın Stratejik Önemi
Serhat Orakçı
Yeni Şafak, 06 Haziran 2016


2000’li yılların başından beri yürütülen Türkiye’nin Afrika’ya yönelik açılımı artık belli bir ivme kazanmış durumda. Son 15 yıllık periyodun siyasi, ticari, kültürel ve insani alanlardaki verileri önceki dönemlerle karşılaştırıldığında bu kolayca görülebilir. Elçilik sayısı, THY sefer sayısı, gelen-giden yolcu sayısı, burslu öğrenci sayısı, karşılıklı ticaret hacmi, Afrika’ya sağlanan kalkınma ve insani yardımlar dikkat çekici boyutlara ulaştılar. Türkiye’yi temsil eden ticari markalar Afrika pazarlarında daha geniş yer buluyor artık. Hem İstanbul hem de Anadolu şehirlerinde daha fazla Afrikalıyla karşılaşıyoruz. Gelinen noktada Türkiye Afrika’ya; Afrika da Türkiye’ye daha yakınlaştı diyebiliriz.

Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişiminde üst düzey ziyaretlerin önemli bir yeri var. Bu geziler vasıtasıyla pek çok ülke ile ilk defa siyasi ve diplomatik ilişkiler kuruldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Afrika ülkeleriyle ilişkilerin karşılık geliştirilmesinde pek çok üst düzey ziyaret gerçekleştirdi. Kuzey Afrika, Sahel ülkeleri, Afrika Boynuzu ülkeleri ve Batı Afrika ülkelerinin çoğu bu gezilerde ziyaret edildi. Şimdilerde ise Cumhurbaşkanı Kenya ve Uganda’yı ziyaret ediyor. Bu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi birkaç açıdan Türkiye için stratejik bir öneme sahip.

Öncelikle her iki ülke de tarihsel açıdan bizim için Osmanlı’nın Afrika’nın güneyine doğru uzandığı son sınırları temsil ediyor. Tarihe meraklı olanlar Osmanlı’ya bağlı Hatt-ı İstiva eyaleti ve Emir Ali Bey’in komutasında gerçekleştirilen Mombasa seferine baksınlar!

Türkiye, Uganda ve Kenya’nın diğer bir benzerliği de her üç ülkenin de Somali siyasetinde yer alıyor olmaları. Türkiye Somali’de istikrarın yeniden kazanılmasında pek çok adım attı 2011’den bu yana. Türkiye, Somali’de istikrarın sağlanması ve işleyen bir devlet inşası için uğraş verdi ve veriyor. Uganda ve Kenya da şimdilik en etkili güç olan AMISOM misyonu altında Somali içerisinde askeri birlikler bulundurmaktalar. Askeri varlıklarının yanında her iki ülkede de çok sayıda Somalili mülteci barınmakta.


Ancak bu mültecilere karşı takınılan tutum iki ülkede oldukça farklılık gösteriyor. Kenya devleti sayıca 500 bin civarındaki Somalili mülteciyi Somali’ye geri göndermek isterken Uganda ülkedeki mültecilere karşı daha hoşgörülü bir tutum içerisinde. Dünyada yaşanan insani krizleri farklı vesilelerle gündeme taşıyan, yakın zamanda Dünya İnsani Zirve’ye ev sahipliği yapan Türkiye’nin Kenya-Somali arasında yaşanan mülteci krizinde de söyleyecek sözü var elbette. Askeri noktada da görüşler farklılaşmakta. Uganda Somali’deki askerlerini geri çekmek istediği halde Kenya bu konuda oldukça isteksiz. El Şebab örgütünün Kenya ordusuna verdirdiği ağır kayıplara rağmen Kenya Somali’deki askeri varlığını sürdürmek istiyor. Her iki ülkede El-Şebab örgütünün saldırılarına zaman zaman maruz kalmaktalar. Kenya’daki Westgate saldırısını ve 2010’da Uganda’da gerçekleşen eşzamanlı iki bombalı saldırıyı hatırlayalım!

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ
http://www.yenisafak.com/hayat/sahra-alti-afrikanin-stratejik-onemi-2476385

KÖLE GEMİLERİNDEN MÜLTECİ BOTLARINA
Serhat ORAKÇI
İNSAMER
http://insamer.com/tr/kole-gemilerinden-multeci-botlarina_306.html

Endülüs’ün düşmesinin ardından agresif bir yayılmacılık sergileyen Avrupa güçleri Afrika-Yeni Dünya ve Avrupa arasında Atlantik köle ticaretini kurarak insanlık tarihinin en karanlık dönemini başlattılar. 15.yy’ın ortalarında başlayan bu süreç uzun yüz yıllar boyunca Afrikalıların vatanlarından kopartılarak bilmedikleri topraklarda plantasyon işçisi olmasıyla devam etti. Gemi dolusu istiflenmiş insan kitleleri aylar süren yolculuk sonucunda Yeni Dünya’ya ulaştılar. Ölenler, hasta olanlar veya cezalandırılanlar Atlantiğin azgın sularına atılarak köpek balıklarına terkedildiler. Yüzyıllar boyunca 15 milyon Afrikalı köle olarak Yeni Dünya’ya taşınırken 2.5 milyon insan yolda ve bir o kadarı da vardıktan hemen sonra şatlara adapte olamayarak hayatını kaybetti.

Avrupalı beyaz sınıf dışında hiçbir milletin “gerçek insan” sayılmadığı bu karanlık dönem sonrasında “kapitalizm” denen dünya ekonomik sistem şekillendi. Avrupa'daki ticari sermaye birikimi burjuva sınıfını doğururken teknik imkanların genişlemesi sonucu sanayileşmeye gidildi. Köle ihtiyacının ortadan kalktığı bu dönemde Avrupa’da kölelik yasaklandı. Artık insanların zoraki göç dönemi bitmiş gönüllü göç dönemi böylece başlamış oluyordu.

Batı dünyası ile diğer milletler arasındaki ekonomik refah seviyesi açıldıkça insanlar gönüllü olarak Batı’ya akın etmeye başlayacaktı. Beyin göçü denen hadisenin yanında ailesini geçindirmek ve daha iyi şartlarda yaşatmak isteği içinde olan Hindistanlı, Pakistanlı, Meksikalı göçmenler Batı’ya ulaşacaklardı. Ülkelerindeki iç savaş, çatışma ve baskıcı rejimlerden kaçanların sığınacağı ilk liman gene Batı olacaktı. Yaşam standartları ve koşulları kötü olsa da, alınan ücretler ortalamanın altında olsa da, varılan yerde kültürel asimilasyona maruz kalınsa da Batı’ya göç kişisel refah için en kestirme yoldu.   

Bugün de vatanlarında huzur bulamayan insanlar çareyi göç etmekte buluyorlar. Ekonomik refah seviyesi iyi durumda olan Avrupa ülkeleri sahil güvenlik önlemleri ve göçmen yasaları ile kısıtlamalara gitseler de gene de insanların bu tehlikeli yolculuğa çıkmasına engel olamıyorlar. Ölümü göze alan bu insanlar ne olursa olsun Avrupa’ya ulaşmakta kararlılar. Akdenizde sık sık batan istiflenmiş göçmen botlarına rağmen bu büyük yolculuğa çıkıyorlar. 2015’de Avrupa’ya denizden ulaşan göçmen sayısı 1.011.700 iken kara yolu ilen ulaşan göçmen sayısı 34.900 kişi. Sağsalim ulaşanların yanında bir de batan teknelerde can veren binlerce insan var.

Suriye, Afganistan, Irak, Eritre, Libya, Güney Sudan, Yemen ve Myanmar gibi ülkelerdeki siyasi kriz ve çatışma ortamı insanları göçe zorluyor. Akdeniz'de batan göçmen botları binlerce insanın hayatına mal oluyor. Uluslararası kurumların ve INGO’ların sahil güvenlik botları kurtarma operasyonlarında yetersiz; bu yüzden binlerce insan Kızıl Deniz ve Akdeniz’de boğularak can veriyor. Sadece son iki yılı içerisinde Kuzey Afrika’dan İtalya’ya ve Türkiye’den Yunanistan’a ulaşmak isterken 7.000 civarında insan batan teknelerde boğularak can verdi.

Kim çözecek bu sorunu? Elbette dünyadaki mevcut sistem yapısal değişiklik göstermedikçe kimse çözemeyecek bu sorunu. Sadece alınan tedbirlerle sayılar kontrol altına alınabilecek ya da daha komplike kurtarma operasyonları düzenlenecek ama insanların göç etme zorunluluğu  ortadan kalkmadıkça siyasi, dini veya ekonomik nedenlerle mevcut güzergahlardan ya da yeni alternatif güzergahlardan insan akışı devam edecek.

2015 Dünya Göç Raporu verilerine göre dünyamızda 232 milyon uluslararası göçmen ve 740 milyon civarında iç göçmen bulunmakta. Birleşmiş Milletlere bağlı BM Mültecilik Yüksek Komiserliği’ne kayıtlı mülteci statüsünde bulunanların sayısı 19.5 milyon. Bu da küresel düzlemde her 7-8 kişiden 1’inin göç ettiğini göstermekte. New York, Londra, Paris gibi mega şehirlerin yanında İstanbul, Kazablanka, Dubai, Pekin gibi şehirler de artık yüksek oranda uluslararası göç almaktalar. Hatta ara istasyon olarak adlandırılan göçmenlerin bir müddet konakladığı Tunus, Cezayir, İskenderiye gibi şehirler bile hızlı nüfus artışı yaşıyor. Pekçok ülkede büyük kitlelerin yaşadığı mülteci kampları bulunmakta. Diğer önemli bir gösterge de göçmenlerin ülkelerine geri dönüşünün oldukça düşük düzeylerde olması.    

Son yıllarda göçmenler Avrupa Birliği’nin korkulu rüyası haline geldi. Avrupa Birliği artan göçmen baskısı nedeniyle yeni tedbire giderken yeni strateji göçü Avrupa’ya yola çıkılmadan daha geçiş güzergahlarındayken sonlandırmak. Alman Spiegel’in deşifre ettiği Almanya’nın başını çektiği gizli görüşmeler bu stratejinin hayata geçililmesi için AB’nin üç yılda 8 Afrika ülkesine 40 milyon Sterlin ödeme yapacağı yönünde. Özellikle Afrika Boynuzu ülkelerini kapsayan bu ödeme göçmenleri bu ülkelerdeyken durdurmayı hedefliyor. Maddi yardımın yanında sahil güvenlik desteği, sınır kontrolünde kameralı sistemler kurulması gibi başka destekler de var. İşin ilginç yanı göçmen korkusu yüzünden Avrupa’nın, hakkında tutuklama kararı çıkartılan Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir gibi isimlerle bile pazarlık yapmak zorunda kalması.   


Artık göçler dışardan bir göcün zorlaması yerine şartların zorlamasıyla gönüllü gerçekleşiyor. Kölelik dönemi resmen bitse de onun şekillendirdiği dünyada Batı-dışı toplumların çilesi sona ermiş değil. Bir zamanlar zorla köleleştirilen insanların akraba ve torunları şimdi dedelerinin yolundan bu yolculuğu gönüllü olarak sürdürmekteler.  
ETİYOPYA İZLENİMLERİ
Serhat Orakçı
İNSAMER
http://insamer.com/tr/etiyopya-izlenimleri_295.html


Günümüzde Etiyopya insanlığın beşiği olarak kabul ediliyor. Bu iddia 1974 yılında Afar eyaletinin Hadara şehrinde bulunan 3.2 milyon yıllık bir iskelet grubuna dayandırılıyor. Beatles’ın bir şarkısından esinlenilerek “Lucy” ismi verilen bu iskelet grubu arkeologlara göre insanlığın atası. Bu görüş doğrultusunda Etiyopya yani Habeşistan ilk medeniyetin yeşerdiği yer.

Hem Yahudiliğin ve hem de Hıristiyanlığın henüz bu dinlerin peygamberleri hayattayken Habeşistan’a ulaştığına inanılır. İslam için de aynısı geçerlidir. Bizler Habeşistan’ı ilk Hicret’le, Çağrı filmindeki meşhur Kral Necaşi sahnesi ile biliyoruz. Mekke’de dara düşen ilk dindaşlarımıza Kral’ın kucak açmasıyla, sahip çıkmasıyla biliyoruz. Her daim hatırlanması gereken bu mühim hadise İslam’ın 614’te bu topraklara ilk ziyaretiydi. Bir sonra yıl ikinci kafilenin ulaşmasıyla sayı daha da arttı. Habeşistan İslam’ın Mekke’den sonraki ikinci yurdu oldu böylece. İslamiyet, Yahudilik ve Hristiyanlığın yanyana yaşadığı bu ülke Afrika’nın Kudüs’ü. Her ne kadar hızla Batılılaşsa da Etiyopya’nın bir yüzü Doğu’yu yansıtıyor.  

Gerek arkeolojik kazılar gerekse de ilahi dinlerin varlığı bu beldeyi hem bilim insanları hem de din adamları için önemli kılıyor. Etiyopya’ya ilgi duyanlar bu iki kesimle sınır değil elbette son zamanlarda iş adamları ve yatırımcılar da Etiyopya ile yakından ilgileniyor. Ülkeye girdiğiniz ilk andan itibaren bunu hissetmeniz mümkün.

Etiyopya Afrika’da denize kıyısı olmayan en kalabalık ülke. Günümüz nüfusu 100 milyona yaklaşmış durumda. Nüfus yoğunluğunu ülkenin başkenti Addis Ababa’da hissetmek mümkün. Şehrin merkezi her daim kalabalık. Çin tarafından yapılan hafif raylı tramvay ülkedeki modernleşmenin sembolü haline gelmiş. İnşaat şantiyeleri ve yükselen yeni apartman blokları Addis’in çehresini değiştiriyor. “Yeni çiçek” anlamına gelen Addis Ababa İmparator II. Menelik tarafından 1886’da kurulmuş yeni bir şehir. Kurulalı çok fazla olmasa da deniz seviyesinden 2.355 metre yükseklikteki şehir 2.7 milyon nüfusuyla şimdiden Afrika’nın en büyük metropollerinden biri haline gelmiş bile. Etiyopya günümüzde Afrika Birliği’ne ev sahipliği yapıyor bu yüzden başkent Addis çok sayıda yabancı diplomatik misyonu ağırlıyor. Sadece şehir değil Etiyopya’nın bazı kurumları da oldukça hızlı büyüyor. Afrika’nın en büyük havayolu şirketi haline gelen Etiyopya Hava Yolları yeni açtığı hatlarla kıta dışına da çok sayıda yolcu taşıyor. 

Afrika’da sömürüye maruz kalmayan tek ülke olmasıyla övünüyor Etiyopyalılar. Haklı bir övgü elbette. İki kez İtalya’nın kuşatmasını bir kez de Somali kuşatmasını bertaraf etmişler. Sömürüye maruz kalmasa da Etiyopya’nın metropol hayatı Batı’ya dönük bir yüz. Her ne kadar ülkenin altyapısı Çin tarafından yapılsa da Etiyopya hızla Batılılaşan bir ülke. Hissedilen diğer üç önemli kültür ise Ortodoksluk, İslam ve Komünizm. Her ne kadar Komünizm havası sadece bazı mekan isimleri ve mimaride yaşasa da Sovyetlerin çöküşüyle etkisini kaybetmiş bir kültür. Ancak Ortodoks kilisesi Etiyopya siyasetinde hala baskın bir role sahip. İslam ise çok sayıda olumsuzluğa rağmen genişleyen bir yapıya sahip.

Addis Ababa hızlı büyüyen bir şehir. Şehrin kenar semtlerinde tokivari yeni konut projeleri yükseliyor. Şehir genişledikçe şehrin kırsalında yaşayan kitleler arazilerini kaybetme korkusuyla huzursuzlanıyorlar. Oromiya halkı kızdıran bu genişleme zaman zaman düşük tansiyonlu gerileme yol açmakta.     

Pek çok Afrika ülkesi gibi Etiyopya da çok dilli ve çok kültürlü bir yapıya sahip. Oromiya en kalabalık etnik grubu oluşturuyor. Tigray, Amhara, Afar, Güney toplulukları, Gambela, Benishangul-Gumaz ve Somali ülkenin etnik haritasına göre belirlenmiş diğer eyaletler. Ülkede 80’in üzerinde değişik etnik grup bulunmakta. Ancak Amhara kültürü gerek imparatorluk gerekse de Oktadoks gelenek nedeniyle ülke genelindeki baskın kültür. Bu yüzden de en önemli resmi dil.   

1974 yılı Etiyopya tarihi açısından önemli bir dönüm noktası. Binlerce yıllık imparatorluk geleneğinin sona erdiği bu tarihte Marksist Derg rejimi iş başına gelerek topluma yeni bir ideoloji aşılarken ülkenin Sovyet bloğuna yakınlaşmasını sağladı. O tarihe kadar Batı tarafından desteklenen Etiyopya için bu Amerika’nın desteğini geri çekmesi anlamına geliyordu. Şu an işbaşındaki iktidar partisinin kurulması da 1974 devrimine bir tepki olarak başlayan silahlı Tigray Halkı Kurtuluş Hareketinin kurulmasıyla gerçekleşti. Bu süreç aynı zamanda Eritre’nin bağımsızlığına giden yolun açılmasını da sağladı. 1991’de Etiyopya’dan ayrılığını ilan ederek de facto bağımsızlık kazanan Eritre 1993 yılında uluslararası kamuoyunun tanımasıyla tam bağımsızlık kazandı. 

Neredeyse tamamı Müslüman olan Somali eyaleti tipik Somali özellikleri barındıran bir coğrafya. Eyalet başkenti Jigjiga’da ağzında misvak, geleneksel renkli eteklerle dolaşan erkekler Mogadişu’da olduğunuz izlenimi veriyor. Soğuk Savaş yıllarının getirdiği jeopolitik çekişmenin belki de Afrika’da en fazla hissedildiği yer burası. 1977’nin ortalarında Somali ordusunun Etiyopya’ya girmesiyle başlayan Ogedan savaşı Soğuk Savaş’ın önemli bir çekişmesiydi. Dire Dawa’ya kadar ilerleyen Somali ordusu ancak Etiyopya’daki Maksist rejimi korumak için Küba, Güney Yemen ve Sovyetlerden gelen asker ve uzmanların yardımıyla durdurulabilmişti. O günlere ait izler yok artık. Sovyet tanklarının havada süzülerek indirme yaptığı Jigjiga’nın dışındaki geniş düzlük arazide göçebe çadırlarının arasında develer ve keçiler otluyor sadece. Ama Ogedan Savaşı olarak bilinen bu çekişme Somali-Etiyopya siyasetinin omurgasını oluşturan önemli bir kırılma noktası.  

Jigjiga-Dire Dawa arasında yeralan Harar şehrinin tanıdık bir havası var. Yüksek duvarlarla çevrili bu küçük şehire açılan beş ayrı kapı bulunuyor. Unesco tarafından korumaya alınan bu şehrin dar yollarında yürürken karşınıza çıkan küçük mütevazı mescitler, başıboş keçiler, koşuşan çocuklar, seyyar satıcılar ve avlulu evler yüreğimize huzur veriyor. Oraya ulaşana kadar çektiğimiz yorgunluğu unutup biran önce şehri tanımak, insanlarıyla sohbet etmek telaşına kapılıyoruz. Buna benzer hislerle Harar sokaklarını adımlarken renkli vitray camlarıyla ahşap bir konak çıkıyor karşımıza. Müze haline gelmiş bu konak Fransız Şair Arthur Rimbaud’un ölmeden önce son yıllarını geçirdiği yer. Şehrin sokaklarında karşılaştığımız diğer bir konak ise bir zamanlar Osmanlı’nın konsolosluğu olarak kullanılmış konak. Restorasyon çalışmalarının yürütüldüğü konak öğrendiğimize göre Turizm Bakanlığı tarafından Osmanlı eserlerinin sergilendiği bir müzeye dönüştürülecekmiş.

Dış görünüşleriyle kendine has özellikler barındıran Afar halkı ise oldukça geleneksel bir yaşam sürmekteler. Göçebe çadırları ve develerin oluşturduğu mizansen modern dünyanın dışına taşıyor bizi adeta. Afar oldukça sıcak ve kurak bir iklime sahip. Engebeli ve kayalık bir yapıya sahip. Bu insanların gündelik yaşantısına her alanda yansıyor. Su en büyük ihtiyaç bu yörede. Afar eyaleti de Somali ve Oromiya eyaletleri gibi şimdilerde yetersiz yağışlar nedeniyle kuraklık ve gıda krizi tehdidi altında.

Afar’da “dagu” diye adlandırılan geleneksel bir haber iletişim ağı yürürlükte. Bu gelenek İslam’da hadis aktarım geleneğine çok benziyor ama sistem önemli haberlerin ulaştırılması için kullanılıyor. İki yolcu karşılaştığında bir müddet birlikte sohbet ediyorlar. Birbirlerine haber niteliği taşıyan gördükleri veya duydukları şeyleri anlatıyorlar. Aralarında bir güven oluşursa öğrendikleri yeni haberleri gittikleri yerlere taşıyorlar. Bu sistemin işleyişindeki en önemli unsur güvenirlilik. Asıl haber taşımanın ceza ve yaptırımları bulunmakta. Bir kabile mensubunun yanlış haberler yayması o kabile için büyük bir utanç. Bu yüzden herkes çok dikkatli. Bu sistem sayesinde önemli haberler ağızdan ağıza güvenli bir şekilde dolaşarak ücra köylere kadar ulaşıyor.

Afar’da bulunduğumuz süre zarfında bizim için de bir dagu yaydılar. Yanımızda bize eşlik eden Salih “Türkiye’den gelen bir kafile şu an Afar’da, bize yardım için geldiler.” şeklinde haberleştirdiği daguyu gördüğü insanlara aktararak bu haberin çok ücra köylere ulaşmasını sağladı. Bu zamana kadar yapmış olduğum Afrika ziyaretlerimde daha önce böyle bir adet ile hiç karşılaşmamıştım. Bu da benim için oldukça özel bir hadise olarak kişisel tarihime geçti.


Etiyopya hakkında anlatılacak ve yazılacak çok şey var elbette. İlk Hicret hadisesi ve Hz. Bilal-i Habeşi’nin varlığı bile bu beldenin gözümüzdeki değerini göstermek için yeterli sanırım. Anlatmış olduğumuz bu kısa bilgileri bir başlangıç sayıp ülke hakkında daha fazlasını okuyup öğrenmeniz dileğiyle.   
NİJERYA’NIN İNGİLİZ ANAHTARI: BOKO HARAM
Serhat Orakçı
Yeni Şafak, 18 Mayıs 2016

Bugünlerde İngiltere’de yolsuzluk karşıtı bir zirve gerçekleşiyor. Zirvenin başlamasından iki gün önce David Cameron’un medyaya yansıyan gafı ise Nijeryalıları ve Afganistanlıları oldukça kızdırdı. Kraliçe ile sohbete dalan Cameron zirve hakkında konuşurken kayıt yapıldığını farketmeyerek (ya da farkettiği halde) Afganistan ve Nijerya’yı “fantastik” derecede en fazla yolsuzluk yapılan ülkeler olarak nitelemesi medyada geniş yankı buldu.

Zirve öncesi olayı değerlendiren Nijerya Devlet Başkanı Muhammed Buhari şaka yollu Cameron’dan özür beklemediğini, ülkesindeki yolsuzluklar neticesinde Nijerya’nın İngiltere’ye kaçırılan paralarının geri iadesini istediğini söyledi. Tutumunu sertleştirmeyen Buhari böylelikle ülkesinde yapılan yolsuzluklardan elde edilen haksız kazancın İngiliz bankalarında tutulduğunu ima ediyordu.

Nijerya’da ve daha pek çok ülkede yolsuzlukların fazla olduğu bilinen bir gerçek ancak iki ülkenin isimlerinin BBC kamerası önünde zikredilerek ekrana taşınması bu ülkelere yönelik pejoratif imaj oluşturan bir hadise. Nijerya’da yaşayan 200 milyona yakın insanı ve Afganistan’da yaşayan 30 milyon insanı yolsuzlukla etiketlemek, damgalamak gibi birşey bu. David Cameron’un gafından sonra İngiltere halkının sorduğu soru ise şu: Madem bu kadar yolsuzluk var bu ülkelere ne diye yardım için para gönderiyoruz? 

Nijerya Afrika kıtasının en büyük ekonomisi ve nüfusuna sahip. Bu iki özelliğiyle kıtada lider konumunda şüphesiz. 2015 yılında iş başına gelen Muhammed Buhari’nin en önemli iki gündemi yolsuzluk dosyaları ve Boko Haram ile mücadele. Ülkede milyar dolarlardan bahsedilen çok sayıda yolsuzluk dosyası konuşuluyor. Buhari pekçok kez Nijerya’nın çalınan paralarının peşine düşeceğini ve kuruşu kuruşuna geri alacağını açıkladı. Gene benzer şekilde Boko Haram teörürünün bitirileceğini açıkladı.


Yakın zaman önce yolsuzlukla mücadele programını başlatan Buhari getirdiği havuz sistemi uygulamasıyla federal hükümetin gelirlerinin bir hesapta toplanmasını sağlıyor. Bu sayede kişisel hesaplara para transferinin önüne geçiliyor. 23.000 hayalet işçinin varlığının tespit edilip maaş ödemelerine son verilmesi gene yakın zaman önce gerçekleşti. Şubat ayında kamuya ait şirketlerdeki 26 CEO’nun işini sonlandıran Buhari Petrol Bakanlığı’nı da bizzat kendisi denetliyor. Buhari hükümeti yeni düzenlemelerle yolsuzluğa karşı haklı ve etkili bir mücadele veriyor.

YAZININI DEVAMI İÇİN TIKLAYIN
http://www.yenisafak.com/hayat/nijeryanin-ingiliz-anahtari-boko-haram-2467826

Harar’da Huzur Bulan Huzursuz: Rimbaud
Serhat Orakçı
CF Dergi, 80, Nisan 2016

Bundan 136 yıl önce Jean Nicolas Arthur Rimbaud isimli genç bir şair Aden’e doğru yola koyulur. Henüz 26 yaşındadır. Sakin bir hayat, düzenli bir iş hayatı istemektedir sadece. Fransa’nın bohemliğinden, içki âlemlerinden, salon toplantılarından, şehrin ikiyüzlülüğünden çokça sıkılmış ruhunu yatıştırmak için yeni maceralara atılmaktadır. Aydınlanışlar’da şöyle dillendirir huzursuzluğunu: “Ben bir faniyim ve modern sanılan büyük bir şehrin hiç de memnun olmayan bir adamıyım…”

Şair Verlaine ile takılır. Bir süre Avrupa kentlerinde dolaşır Rimbaud. Yoksuldur. Bacaklarına fazlasıyla güvenmektedir. Hatta yürüyerek Avrupa turu yapacak kadar. Ama huzursuzluğu dinmez. Cehennemde bir mevsimde şöyle der: “Günüm doldu. Avrupa’yı terk ediyorum. Deniz havası ciğerlerimi yakacak. Bilinmedik iklimler tenimi esmerleştirecek.”

Mısır’a oradan da Kıbrıs’a geçer. Dikiş tutturamayınca Kızıldeniz üzerinden Yemen’in Aden şehrine yönelir. Şiir yazmayı bırakalı tam beş yıl olmuştur. Gezip gördüğü yerlerden sadece mektuplar yazmaktadır ailesine.

Fransız şiiri üzerine ya da Rimbaud üzerine uzman biri değilim. O yüzden Rimbaud’un şiiri üzerine kelam etmeyeceğim. Hakkında yazılanlardan anladığım kadarıyla sıkı bir şair kendisi. Henüz 21 yaşındayken şiirde zirveyi görmüş, dört yıllık şairliği bile dönemlere ayrılan bir deha. Beni asıl ilgilendiren Rimbaud’un son yıllarını geçirdiği küçük bir şehir sadece.

Aden’de yaşam şartlarını zorlu bulan ve bunaltıcı sıcaktan yakınan Rimbaud bir müddet sonra Harar’da karar kılar. Zaten Aden, Zeyla ve Harar arasında kervan yolculukları yapmıştır. Yemen, Somali ve Etiyopya arasında mal getirip götürmektedir.

Harar ticaret kervanlarının geçiş güzergâhındadır. Etrafı dört metre yüksekliğinde surlarla çevrili şehir bir tepeye fes gibi oturmuştur. Şehre beş kapıdan girilir. Şehrin içinde tespih haneleri gibi dizilmiş 99 küçük mescit her dâim halkın hizmetine açıktır. Osmanlı’dan izler taşır. Evliyalar şehri olarak bilinir. Sokaklar birbirine öyle yakındır ki eski Şam sokaklarını andırır. Harar bir yüzüyle Doğu Afrika’da sufiliğin merkezlerindendir bir yüzüyle de tüccarların uğrak yeridir. Havadar ve yeşildir. Rimbaud ömrünün geri kalan kısmını burada geçirir. Şimdilerde müze haline getirilen vitray camlı, geniş ahşap konakta bir oda kiralar.

Rimbaud kahve, fildişi, miskotu, deri ve silah ticareti yapmaktadır. Harar’da kahve ticareti yapan ilk Avrupalı’dır. Çoğu zaman kahve çuvallarının arasında uyur. 1884’te Ogedan raporunu yazar. Günümüz Etiyopya’sının Somali eyaletini kapsayan Ogedan hakkında gözlemlerini aktarır. Bu rapor Paris’te Coğrafya Cemiyeti tarafından yayınlanır. Silah işine bulaşır. II. Menelik’e sattığı modası geçmiş 2.040 tüfek ve 60.000 mermi kralın civardaki kabilelere karşı yürüttüğü savaşta kullanılarak Menelik’in yayılmacı siyasetine hizmet edecektir. Ve aynı zamanda II. Menelik’in civardaki Müslüman kabileleri ele geçirmesini kolaylaştırır.   

Rimbaud’un Harar’da geçirdiği son dönem farklı yorumlara açıktır. Bir görüşe göre bu dönemde huzuru bulmuştur. Başka görüşlere göre parayı ve sonunda belasını bulmuştur. Bir ajan, kâşif, tüccar, gezgin, fırsat avcısı olarak karşımıza çıkar. Müslüman olduğu yönünde zayıf iddialar dillendirilir.
Artık Rimbaud şairlikten ziyade Avrupalı bir tüccar ve kâşif kimliğiyle karşımızdadır. Doğu Afrika’nın çeşitli yerlerine keşif gezileri düzenleyecek buralarda ticari bağlantılar kuracaktır. Hayatından memnundur. Avrupa’dan getirttiği fotoğraf makinesi ile fotoğraflar çekmektedir. Harar’ı fotoğraflar. Bunlardan bazıları günümüze kadar ulaşır. Rimbaud burada İslam’la, Müslümanlarla yakınlaşır. Kaldığı süre zarfında Arapça ve Hararca öğrenerek yörenin kültürüne aşinalık kazanır. Hatta Kur’an-ı Kerim’e ilgi duyar.

Yaşanmamış bir hayata özlem duyar. Bir aile kurmadığı ve bir oğlu olmadığı için yakınır. Zaman zaman kendini tanımadığı ırkların arasında sıkışmış hisseder. Canı sıkılır. Yöre halkı Fransa’dan özel olarak gönderilmiş bir ajan olduğundan kuşkulanmaktadır. Bu yılların emperyal Avrupa devletlerinin kıyasıya Afrika kapışmasına girdiği yıllar olduğu düşünülürse pek de haksız bir endişe sayılmaz. Fransa’nın gözü günümüz Cibuti topraklarındadır.

Harar’da hayat Paris’ten farklı akmaktadır elbette. Dar sokaklarında keçilerin dolaştığı, beş vakit ezan sesinin yükseldiği, erkeklerin fesle beyaz cellabiyelerle dolaştığı şehir şaire huzur verir. “Allah kerim” demesini öğrenir burada. 1883’te yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir: “Bana politika haberlerinden söz ediyorsunuz. Ah, keşke bunların beni hiç ilgilendirmediğini bir bilseydiniz. İki yıldan fazla oluyor, elime bir tek gazete bile almadım. Şimdi bütün bu tartışmalar benim için anlamsız. Tıpkı Müslümanlar gibi inanıyorum, olacak olan olacaktır, hepsi bu.”   

Rimbaud 1891’de dizkapağında oluşan şişlik yüzünden Harar’dan ayrılmak zorunda kalır. Aden üzerinden Marsilya’ya varır. Burada bacağını kaybeder. Yani en çok güvendiği uzvunu… Umutsuzluğa kapılır. Harar’a geri dönmek isteyecektir, ömrünü orada tamamlamak niyetindedir ama kısa bir süre sonra hayata veda eder.


O Harar’ı sevmiştir ve orada huzur bulmuştur.  

Perşembe, Mart 10, 2016

Kazançlı ortaklık: Türkiye-Nijerya

Serhat Orakçı

Afrika kıtası Papa'dan tutunda Obama'ya kadar pek çok siyasi ve dini liderin uğrak yeri. Bu hususta Çin'i temsil eden siyasi devlet adamlarının yoğunlaştırılmış Afrika turlarını da unutmamak gerekir.

Afrika'yı ziyaret eden siyasi liderler arasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı özellikle zikretmek gerekir. Gerek siyasi liderliği gerekse de insani kaygılarla Afrika'yı ihmal etmeyen Erdoğan, Afrika'yı en fazla ziyaret eden ülke lideri.

Gerek başbakanlığı döneminde gerekse de cumhurbaşkanlığı döneminde Afrika ziyaretlerine ara vermeyen Erdoğan bugüne kadar Afrika'nın kuzey, sahel, doğu ve batı bölgelerine bir dizi ziyaretler gerçekleştirdi. Ziyaretleri esnasında zaman zaman ailesini, ilgili bakanları, gazeteci ve işadamlarını da beraberinde götüren Erdoğan Türkiye ile Afrika arasında gelişen ilişkilerin motor gücü adeta. 2011 yılında Somali'ye gerçekleştirmiş olduğu tarihi ziyaret Somali milletinin kaderini değiştirmişti adeta.

AFRİKA'DAKİ TÜRKİYE
Afrika açılımının başladığı iki binli yılların başından bu yana atılan pek çok adımın arkasında Türkiye'nin göstermiş olduğu ısrarlı çaba bulunmakta. Geldiğimiz noktada bugün herhangi bir Afrika ülkesini ziyaret ettiğinizde Türkiye'yi temsil eden diplomat, işadamı veya STK temsilcilerini görmek mümkün. Ya da Anadolu'da herhangi bir şehri ziyaret ettiğinizde Afrika'dan okumaya gelmiş gençleri, Türkiye'ye sığınmış göçmen aileleri ya da tedavi amaçlı gelmiş şifa arayan Afrikalıları görmek mümkün.
Türkiye Çin'den sonra Afrika'da sahada en fazla görünür hale gelen ülke. Türkiye ile Afrika arasında gelişen ilişkiler sadece başkentler düzeyinde kalmadığı gibi siyasetçilerin dışında da ticari, toplumsal kalkınma, insani ve kültürel boyutlar barındırdığını vurgulamak gerekir. Bu noktada Cumhurbaşkanı'nın yaptığı her ziyaret Afrika ilişkilere yeni boyutlar ve ilişkiler kazandırmakta.

Yazının Devamı için tıklayın
http://www.yenisafak.com/hayat/kazancli-ortaklik-turkiye-nijerya-2429848

Yoksullaştırılmış Afrika

İNSAMER
http://www.ihhakademi.com/yoksullastirilmis-afrika/

“Afrika yoksul değil yoksullaştırılmıştır” ifadesi günümüzde yaygınlık kazanmış önemli bir tespittir. Bu tespiti destekleyecek pek çok örnek verilebilir. Güney Afrika, Botsvana, Sierra Leone, Orta Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerdeki zengin elmas yatakları; Sudan, Angola, Nijerya gibi ülkelerdeki petrol yatakları; Nijer ve Kongo gibi ülkelerdeki zengin uranyum yatakları; Etiyopya, Kenya, Ruanda ve Burundi gibi ülkelerdeki yüksek kaliteli çay ve kahve bahçeleri; Tanzanya ve Madagaskar gibi ülkelerin egzotik doğası, sayabileceğimiz zenginliklerden sadece birkaçı. Ne var ki, bu zenginliklerin sıradan halkın günlük yaşamına büyük katkıda bulunduğunu söylemek gerçekten çok zor. Azınlık bir kesimin tekelinde tuttuğu maddi zenginlikler Afrika’da sınıflar arası uçurumlara sebep oluyor. Bu sosyal dengesizlik, bir tarafta zengin bir azınlık diğer tarafta aşırı yoksul bir çoğunluk olarak karşımıza çıkıyor.
Bu zamana kadar Afrika’ya yapmış olduğumuz seyahatlerde şahit olduğumuz insan manzaraları bu görüşü doğrulamaktadır. Bir tarafta ultra lüks içinde yaşayan az bir nüfus diğer tarafta ise sefalete mahkûm edilmiş büyük bir çoğunluk hemen göze çarpmaktadır. Yönetici elitin etrafında kümelenen küçük bir sermaye grubu, onun da altında ezilen ve sefalete mahkûm edilen büyük bir halk kitlesi adeta yaşam mücadelesi vermektedir. Bu yüzden insani yardım alanında faaliyet yapan İHH’nın da Afrika’daki öncelikli hedeflerinden biri yoksul kesimlere yardım ulaştırmak ve insan onurunu zedeleyen hallerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olmaktır.
Afrika’nın yoksullaştırılması süreci kolonyal dönemle başlayarak günümüze kadar devam etmiştir. Kolonyal süreçte, yer üstü ve insan kaynakları, sömürü düzeni içinde Batı metropollerine taşınırken Batı giderek zenginleşmiş, Afrika da giderek yoksullaşmıştır. Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını almalarının ardından sömürü geleneği Afrikalı elitler üzerinden benzer şekilde devam etmiştir. Bu sayede zengin küçük bir elit tabakanın yanı sıra yoksul halk yığınları ortaya çıkmıştır.
Çok zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip Afrika’nın yoksul olmadığını hepimiz biliyoruz artık. Ancak sınıflar arasında ya da belli topluluklar arasında ekonomik yönden uçurumların olduğu gerçeğini de yadsıyamayız. Bu uçurum zaman zaman etnik gerilimleri körükleyen ayrılıkçı silahlı hareketlere dönüşürken, zaman zaman da sınıflar arasında gerilimler doğurmakta. Bu tür gerilimler pek tabii ki Afrika ülkelerinde toplumsal huzuru doğrudan zedelemekte.
Güney Afrika’nın en zengin semti Sandton ile en yoksul semti Alexandra arasında sadece bir otoban var ya da Sudan’ın lüks villalarla dolu Riad, Taif gibi semtleri Umbedde, Mayo gibi yoksul mahallelerine çok da uzak olmasa da aradaki ekonomik uçurum gerçekten aşılamaz boyutlarda. Hafta sonunu Paris ve Londra gibi farklı ülke şehirlerinde alışveriş yaparak geçiren zengin kesim, düşünün Soweto gibi kenar mahallelerde dağıtılan ekmeğe hücum edenlerden bihaber, kendi ülkesinin gerçeklerinden uzak yaşıyor. Bu denli büyük bir eşitsizliğe şahitlik ederken belki de sorulması gereken öncelikli sorular şunlar olmalı: Afrika’nın zenginlikleri nereye akıyor? Ya da bu zenginlik neden halka yansımıyor?
Mevcut küresel resme bakıldığında hâlâ günlük geliri 1,90 doların (5,6 lira) altında yaşayan büyük bir kitle bulunmakta. Dünya nüfusunun 1 milyara yakını bu gelir seviyesinde yaşıyor. Afrika’daki sayılar ise oldukça sarsıcı. Kıta nüfusunun neredeyse yarıya yakını aşırı yoksulluk sınırında yaşıyor. Sahra-altı Afrika’da günlük 1,90 dolar ile yaşayanların genel nüfusa oranı %43 dolaylarında. Bu kitle eğitim, sağlık ve barınma gibi temel hizmetlerden yararlanamıyor; evine ekmek götürmekte zorlanıyor; hastalanınca ilaç alacak parayı bulamıyor; çoluk çocuğuna düğün yapamıyor; kimi zaman başını sokacak bir haneden yoksun yaşıyor. Kader gibi görünen bu durum elbette ki küresel ekonomik sistemden kaynaklanan adaletsiz gelir dağılımının bir yansıması sadece.
Bu çerçevede son günlerde basına yansıyan iki örneği paylaşmak yerinde olur sanırım. Bugünlerde Nijerya’da önemli gelişmeler yaşanıyor. 2015’in ortalarında göreve gelen yeni hükümet, yolsuzluk dosyasını açtı ve ülkede buharlaşan paraların peşine düştü. İncelemelerin ilk adresi elbette ki silahlı kuvvetler, yani ordu oldu. Aralarında emeklilerin de bulunduğu 12 ordu mensubunun Ekonomik ve Finansal Suçlar Komisyonu tarafından soruşturulmasına izin verildi. Söz konusu yolsuzluğun tutarı ise 2,1 milyar dolar. Bu rakam Nijerya da dahil pek çok ülke için muazzam bir para demek gerçekten. Bu para birilerinin cebine girmek yerine Nijerya’da eğitim ve sağlık gibi alanlara aktarılabilseydi pek çok insanın faydalanacağı kamu hizmetlerine dönüşmesi mümkündü elbette.
Öte yandan diğer örnek ise Etiyopya’yı ilgilendiriyor. Ülkede 10 milyon insanın hayatını yakından ilgilendiren kuraklığın yol açtığı açlık felaketini önlemek için acil olarak 1,4 milyar dolara ihtiyaç var. Etiyopya hükümeti yaptığı uluslararası çağrılarla bu parayı denkleştirmeye çalışıyor. Acil müdahale zamanında gerçekleşmezse ülkenin kuzeydoğu ve güney kesimlerinde açlıktan ölümlerin başlama riski var. Halkın yoksulluğu bu tür kuraklık dönemlerinde dayanma süresini kısalttığı için hızla insan ölümleri ile sonuçlanabiliyor.
Afrika’nın yer altı ve yer üstü kaynakları kolonyal sömürü sonucunda uzun süreler Batı’ya taşındı. 20. yüzyılın ortalarında sömürgecilik resmen sona ererken bu yeni dönemde yerli elitler üzerinden yeni bir sömürgecilik dönemi başladı. Şeffaflığın olmadığı bu yeni dönemde halka ait kaynaklar, Nijerya örneğinde olduğu gibi, bir kesim insanların cebine akmaya başladı. Azınlık bir kesim maddi refahın tadını çıkartırken büyük halk kitleleri günlük 1,90 dolar gibi düşük bir gelirle yaşamaya alıştırıldı. Altyapı ve sosyal hizmetlerden faydalanamayan bu kesim maalesef yoksullaştırılmanın mağduru oldu.
Yolsuzluklar ve kaynakların kötü idaresi sonucunda ortaya çıkan adaletsiz gelir dağılımı, Afrika’da pek çok ekonomik, siyasi ve dinî sorunun temelinde yatıyor. Özellikle maden ve petrol yatakları bulunan ülkelerde sistemleşmiş bir politik yolsuzluk çemberi bulunmakta. Nijerya Devlet Başkanı Muhammed Buhari’nin ifade ettiği gibi, yolsuzluk önemli bir insan hakları ihlali çünkü kamu hizmetlerinde kullanılacak fonlar birilerinin kişisel hesaplarına akmakta. Afrika’da halihazırda devam eden etnik, dinî ve tabakalar arası çatışmaların büyük bölümünün kaynak dağılımıyla yakından ilgili olduğunu unutmamak gerekir. Bu yapısal sorunlar daha şeffaf, adil ve kapsayıcı bir yönetim tarzını gerektiriyor. Afrika bu dönüşümü gerçekleştirdiğinde küresel sahnede hak ettiği yeri mutlaka alacaktır.

Salı, Ocak 19, 2016

Avrupa Avrupa ise Afrika da Afrika’dır!

İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi

Hiçbir kıta renksel bir tanım içermezken neden Afrika söz konusu olduğunda “kara kıta” demek normaldir? Bu ifadeyi kullanmak, tekrarlamak ve yaygınlaştırmak Afrika’ya yapılan en büyük haksızlık şüphesiz. Avrupa Avrupa ise Afrika da Afrika’dır!
Medyada, gündelik hayatta gelişigüzel kullanılan bir ifade “kara kıta Afrika”. Afrika’nın bahtsızlığını, kötü kaderini ve sorunları kristalleştiren imgesel bir söylem. Televizyon haberlerinde, gazete manşetlerinde, kampanyalarda, seyahatnamelerde sıkça karşılaştığımız bir ifade. İyi niyetle kullanıldığına şüphe yok ancak içinde barındırdığı önyargılar dikkatimizi çekmemekte. “Kara kıta” ifadesinin zahiri anlamının ötesinde belli bir dünya görüşünü temsil eden mitsel bir imgeye dönüştüğünü unutmamalıyız! Bir zamanlar Osmanlı’ya yakıştırılan “Hasta Adam” gibi içinde pek çok önyargı barındıran bu “masum” ifade de Afrika’da şartların iyileşmesinin önündeki engellerden biri.
Aslında bu ifade Afrika’ya yönelik oryantalist bakışın bir meyvesidir. Batı karşısında Afrika’yı bir kalıba hapsetme çabasıdır. “Kara kıta” söyleminin İngiliz kaynaklarındaki karşılığı “the dark continent”. Zahirde Afrika’nın bilinmeyen (Avrupalılar gözünde) henüz keşfedilmemiş iç bölgelerini adlandırmak için kullanılmış bir ifade. İfade ilk olarak gazeteci Henry M. Stanley’nin Afrika’nın içlerine yaptığı meşhur yolculuğunun ardından 1878’de yazdığı kitapta karşımıza çıkıyor. Ancak terim zaman içinde coğrafik bir tanımlamanın, edebi bir benzetmenin çok ötesine geçerek Afrika’nın genelini temsil eden Avrupa merkezli bir bakışın ürünü haline gelmiştir.
Oryantalizmin maskesini düşüren meşhur akademisyen Edward Said’in sıksık alıntılar yaptığı Joseph Conrad’ın 1899 tarihli“Karanlığın Yüreği-Heart of Darkness” romanı da bu mitsel imgenin oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Afrika’nın talihsiz ve tarihsiz olduğu hükmünü veren bu bakışa göre Afrika her yönüyle zifiri karanlıktır. Sadece insanlarının ten rengi değil talihi de tarihi de karanlıktır. Bu söylem 19.yüzyılda Afrika’nın içlerine yolculuk yapan kâşif, denizci ve misyonerlerin sıklıkla kullandığı bir ifade haline gelmiş ve adeta Afrika’nın kaderi olmuştur. Daha düne kadar devam eden bu bakış açısı İngiliz tarihçi Hugh Trover-Roper tarafından şöyle dillendirilmiştir: “Belki gelecekte öğrenilebilecek bir Afrika tarihinden bahsedilebilir ama şu an böyle bir şey söz konusu değil veya çok az. Afrika’daki Avrupalıların tarihi mevcut sadece. Gerisi ise Avrupa öncesi ve Kolombus öncesi Amerika gibi karanlık. Ve ‘karanlık’ tarihin konusu değildir.”
“Kara kıta” Batılı kâşifler için Afrika’nın henüz keşfedilmemiş yörelerini isimlendirmek için kullanılmıştır. Afrika’nın sahilleri dışında pek başarı elde edemeyen misyonerler için ise Afrikalıların kalplerinin kutsal mesaja kapalı olduğunu ifade etmek için, kalplerin kararmasını resmetmek için kullanılmış. Bu bakışa göre “kara kıta” medenileştirilmesi, aydınlatılması ve kutsal mesajın götürülmesi gereken ilkel ve vahşi bir yerdir.
Medya üzerinden içselleştirdiğimiz, kulaklarımızın ve zihinlerimizin çokça aşina olduğu“kara kıta” söylemini yargılamıyor, yargılama gereği duymuyoruz hiç. Afrika her zaman kara kıtadır. Evet, belki bu ifadeyi bir Batılı gibi kullanmıyoruz, Avrupalı bir misyonerin bir kâşifin hissiyatını taşımıyoruz, ırksal-renksel bir ayrım yapma niyeti taşımıyoruz ancak gene de bu ifadenin kullanımını masumlaştıramayız. Avrupa’nın asılsız önyargılarını barındıran bir 19.yüzyıl ifadesini hayatta tutmamızın makul bir gerekçesi yok!
Oryantalizmden canı yanmış bizlerin daha işin başında bu söylemi terk etmemiz gerekiyor. Bu bizim Afrika’ya bakışımızın ve ilişkilerimizin temeli olmalıdır. “Kara kıta” diyerek Batı’nın önyargılarının gönüllü pazarlamacılığını yapmaya devam etmeyelim. Halklar arasında dengeli ve eşit bir ilişki kurulacaksa bu, tarafların birbirlerine saygılı, sevgili ve adil olmalarından geçer. Kara kıta olarak algıladığınız ve gördüğünüz bir yerle sağlıklı ilişkiler geliştirebilir miyiz gerçekten?
Günümüzde Afrika’nın çehresinin değişmesine bir katkı yapacaksak eğer bu tür oryantalist ifadelerin kullanımını terk etmeliyiz! Bir İngiliz’e İngiliz diyorsak bir Ganalıya da “zenci” demek yerine zorlanmadan Ganalı diyebilmeliyiz. Daha başka ifadeler arama ihtiyacı içine neden girelim ki? İçini bizim doldurmadığımız ve dünyayı kategorik görmeye programlanmış bir paradigmanın “kara kıta”ve “zenci” gibi ırkçı ve aşağılayıcı ifadelerinin zihinlerimizi gelişigüzel şekillendirmesine izin vermemeliyiz! Belki de en önemlisi, bu terminolojiyi bizden sonraki nesillere bilinçsizce transfer etmekten kaçınmalıyız!

Afrika’nın uzun ince yolu

Serhat Orakçı
Yeni Şafak, 19.01.2016

2015 yılının Afrika açısından sakin geçtiğini söyleyebiliriz. Bir süredir devam eden Güney Sudan iç savaşını, artık sıradanlaşan Boko Haram ve El Şebab saldırılarını saymazsak en azından kitlesel ölümlerin yaşandığı açlık, kuraklık, salgın veya büyük bir çatışma yaşanmadı. 2015 yılında Sudan, Etiyopya, Tanzanya ve Nijerya gibi ülkelerde genel seçimler ve başkanlık seçimleri gerçekleşti. Özellikle de Nijerya'da Jonathan Goodluck'ı geride bırakan Muhammed Buhari'nin başkan seçilmesi kıta açısından önemli bir hadiseydi.


İÇ KARIŞIKLIKLAR DEVAM EDECEK

Afrika'nın en fakir ülkelerinden Güney Sudan 2016 yılına da iç savaşın gölgesinde girdi. Büyük bir insani krizin içindeki ülkede kabileler arasındaki iktidar mücadelesi 2013'den beri son bulmuş değil. 2016 içinde de bu mücadelenin devam etmesi beklenmekte. 2011'de Sudan'dan halk referandumu ile ayrılma kararı alan ülkede Dinka ve Nuer kabileleri arasındaki güç mücadelesi milyonlarca insani yerinden yurdundan eden bir iç savaşa dönmüş durumda. Arabuluculuk ve barış görüşmelerine rağmen iç savaşın kısa sürede bitmesi beklenmiyor. İç savaşa bağlı olarak gelişen gıda krizi ve sıtma salgını kitlesel ölümlere yol açıyor.

2015'in son aylarında iç karışıklığa sürüklenen ülkelerden bir diğeri de Burundi. Devlet Başkanı Pierre Nkurunziza'nın iktidarını üçüncü dönem sürdürme girişimi ülkede çatışmalara yol açtı. Olaylar etnik çatışma ihtimalini doğururken 1994 Ruanda olaylarının tekrar etmesinden korkuluyor. Burundi Devlet Başkanı Pierre Nkurunziza etnik çatışmayı önlemek adına Afrika Birliği'nin 5.000 asker gönderme kararına şiddetle karşı çıkarken şimdiden Tanzanya'ya ve Ruanda'ya göç hareketleri başlamış durumda. Uganda'nın başkenti Entebbe'de çatışan taraflar arasında yürütülen diyalog görüşmeleri ise henüz soruna çözüm üretmekten uzak. 2016 yılı içinde de ülke içindeki çatışmaların devam edeceğini söyleyebiliriz.

Yazının Devamı için Tıklayınız
http://www.yenisafak.com/hayat/afrikanin-uzun-ince-yolu-2392935