Pazartesi, Aralık 18, 2006

AFRİKA DİNİ LİDERLER TOPLANTISI

İSTANBUL-AFRİKA HATTINDA HAREKETLİLİK: AFRİKA DİNİ LİDERLER TOPLANTISI

Yazan: Faik DENİZ & Serhat ORAKÇI
Bilim ve Sanat Vakfı, Bülten, 62, 2006


İstanbul, geçtiğimiz günlerde renkli ve aynı zamanda oldukça önemli bir buluşmaya ev sahipliği yaptı. Afrika kıtasının değişik kültür merkezlerinden kalkıp İstanbul’a gelen katılımcılar rengârenk geleneksel kıyafetler içindeydi. İçerikten habersiz bir insanın kolaylıkla yanılarak kıyafet balosu sanabileceği toplantıda Afrika kıtasının değişik ülkelerinden gelen Müslüman liderler ağırlandı. Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği toplantı Burkina Faso, Çad, Kamerun, Madagaskar, Ruanda, Güney Afrika, Mali, Kenya, Kongo ve daha birçok ülkeden gelen temsilcilerin katılımıyla gerçekleşti. Üç gün süren toplantılar boyunca ‘Küreselleşme sürecinde dini kimlik’, ‘Afrika İslam ülkeleri arasında işbirliği’, ‘Dini eğitim ve öğretim alanında fırsatlar’ ve ‘Kültürel mirasın korunmasındaki temel yaklaşım ve tutumlar’ gibi değişik konu başlıkları ele alındı. Geldikleri ülkelerde en üst düzey İslami otorite kabul edilen temsilciler ülkelerindeki bilgi ve tecrübe aktarımını esas alan ve zaman zaman da duygusallaşan, sımsıcak konuşmalar yaptılar. Genel dostluk mesajları içeren konuşmalarda İslam’ın kendi ülkelerindeki serüvenini, geldiği son noktayı, Müslümanlar olarak yaşadıkları sıkıntıları ve Türkiye’den beklentilerini dile getirdiler. Afrika-Osmanlı ortak tarihi geçmiş göz önüne alındığında bir ilki gerçekleştiren toplantının ilk açılış töreninin Dolmabahçe Sarayı’nın Has Bahçeye bakan gösterişli Medhal salonunda yapılması ise Türkiye’nin Afrikalı Müslümanlarla kurmak istediği ilişkileri Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilendirmesi açısından iyi düşünülmüş simgesel bir jest olarak kabul etmek mümkün.

Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile ilişkilerinin seyrinde ‘Osmanlı mirasının’ önemli bir yere sahip olduğunu ortaya koymakta. Tarihçilerimiz Osmanlı İmparatorluğunun Afrika’ya yönelik geliştirdiği dış politikayı araştırdıkça tarihimizin bilinmeyen yönleri su üstüne çıkmakta. Afrika’daki Osmanlı mirasının sadece kıtanın kuzeyindeki Cezayir, Tunus, Mısır gibi ülkelerle sınırlı olmadığı Orta ve Güney Afrika coğrafyasında bile bu mirasa rastlandığı bugün bilinmekte. Toplantıda konuşan liderlerin bu mirasa sık sık atıfta bulunmaları aslında Osmanlı’nın bu kültürlerle ne tür bir ilişki içinde olduğunun güzel bir özeti mahiyetindeydi. Üç gün süren toplantılar boyunca Afrika’lı Müslüman liderler her fırsatta Osmanlı’ya duydukları sevgi ve minneti dile getirdiler.

Her ne kadar Başbakan ve Dışişleri Bakanı böyle önemli bir toplantıya mazeret göstererek katılamadılarsa da Afrika Müslüman Liderleri Toplantısının önemli konukları vardı. İslam Konferansı Örgütü(İKÖ) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Devlet Bakanları Mehmet Aydın ve Beşir Atalay gibi isimler konuşmacılar arasındaydı. Türkiye’yi temsilen yaptıkları konuşmalarda önemli dostluk mesajları verdiler. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ev sahibi statüsüyle üç gün süren toplantılar boyunca hep misafirlerle beraberdi ve yer yer ikili görüşmeler yaptı. Hatta Enerji Bakanı Hilmi Güler de ‘Geçiyordum uğradım…’ diyerek ortaya çıkıp küçük bir konuşmayla toplantıyı renklendiren simalardandı. Dolmabahçe’deki açılışta Afrika kıtasını temsilen konuşan kişi Afrika İslam Konseyi Başkanı Hasan Abubekir Hüseyin’di. Coşkun konuşmasıyla ayakta alkışlanan Hüseyin, İstanbul merkezli bir genel sekreterliğin derhal kurulmasını ve Afrika kentlerinde temsilcilikler açılmasını teklif etti. Bizce, bir ilk olması açısından büyük öneme sahip bu toplantının belki de en büyük eksiği Kuzey Afrika’da lider konumdaki Mısır ile Orta Afrika’da etkili bir güce sahip Nijerya’dan hiç katılımcının olmamasıydı.



1.5 milyara yaklaşan nufusu ile Afrika, bir yandan sömürgeci güçlerin iki-üç asırdır dayattığı siyasi ve sosyal kimlikten kurtulmaya çalışırken, bir yandan da yeni sosyal ve siyasal kimliğini belirleme uğraşındadır. Daha mecrasını bulmamış bu muğlâk ve çetin arayıştan, sömürgeci dönemde olduğu gibi kendilerine has ne varsa kaybedip varacakları yeni bir kimliği tasvip etmeyecekleri muhakkak. Bununla beraber kendi kimliklerini yok saymayacak fakat onu zenginleştirecek yeni kimliklere acık olacaklardır. Hâlihazırdaki Afrika’nın hassas olduğu bu mevzuyu, toplantıda bir konuşma yapan Prof Bakari’nin şu ifadesi çok güzel özetlemektedir: ‘ kimlik kaybetmeksizin yeni kimlikler elde etmek’. Dolayısıyla Afrika ile kurulacak bütün ilişkilerde eşitlik ilkesine samimi vurgu yapılmalı, üstünlük aşağılık hatta gerekirse liderlik gibi kavramlardan uzak durmaya özen gösterilmelidir.

Afrika’nın bu kimlik değişimi sürecinde yeni aktörler devreye girerken (Çin gibi), eski sömürgeci aktörler de yeni tebdil-i kıyafetlerle bu boşluğu doldurma peşindedirler. Türkiye ve diğer İslam ülkelerinin bu kara coğrafyanın insanlarına, bilhassa kendilerine karşı sorumlu olduğumuz Müslümanlarına, yeni bir trajik serüvenin yaşatılmaması ve stratejik dengelerin kendilerinden yana kurulması için etkin ve onurlu aynı zamanda kurumsal yapılarla desteklenen ilişkiler ağı kurmalıdırlar.


Toplantıda pek dile getirilmese de, Afrika da birçok yerde bizzat müşahede etme olanağı bulduğumuz bir noktaya işaret etmek istiyoruz. Afrika Müslümanları çok değişik topluluklardan müteşekkildir. Özellikle Sab-Sahara da siyah müslümanları yanı sıra, başta Hintli Müslümanlar olmak üzere birçok farklı etnik yapıdan Müslüman vardır. Afrika problemleri olarak sayılan açlık, sefalet ve kıtlık, Hintli ya da diğer Müslüman gurupların problemi değil, bilakis yerli siyahların pençeleştiği problemlerdir. Dolayısıyla bunlarla mücadelede, öncelikli olarak işbirliği yapılması, muhatap alınarak kurumsal yapılar ve organizasyonlara sahip olunmaları sağlanması gereken bu yerli zenci Müslüman guruplar olmalıdır. Aksi takdirde problemlerin çözümü ağırlaşacak ve asıl Afrika bir kez daha ihmal edilmiş olacaktır.

Toplantının dini liderler seviyesinde yapılması, kanımızca, çok önem arz etmektedir. Teatisi yapılan fikirlerin ve alınan kararların Afrika’da tabana (halkta) yayılması ve onda mâkes bulması çok daha kuvvetle muhtemeldir. Bu açılımın köklü ve kalıcı olabilmesi için de kurumsallaşmış bir yapıda devamlılığı esas alan bir açılım olması ve bu doğrultuda desteğin devam etmesi çok önemlidir.

Netice olarak, Afrika Müslüman Liderler Toplantısından şu ortak görüşler çıktı denebilir. Öncelikle Türkiye’nin, Afrika’nın ve diğer Müslüman ülkelerin küreselleşmenin yol açtığı sorunlarla mücadelede ortak bir duruşu benimsemesi. Dini eğitim konularında geliştirilebilecek çok yönlü ilişkilerin zemininin şimdiden oluşturulması için çalışmaların bir an önce başlatılması. Sivil yardım kuruluşlarının Afrika ülkelerine bir plan dahilinde kanalize edilmesi. Kıtadaki Osmanlı eserlerinin tespit edilmesi, gerekli onarımın yapılması ve bu eserlerin tanıtılması için fon oluşturulması. Bu tür toplantıların periyodik olarak devam ettirilmesi. Kamuoyunun Afrika konusunda bilinçlendirilmesi. Ve Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında öğrenci değişim programlarının desteklenmesi. Toplantıların bitiminde Ali Bardakoğlu tarafından okunan on altı maddelik sonuç bildirgesinde özellikle şu maddeye vurgular yapıldı: “Bugün Afrika’da açlık, sefalet, kıtlık, ırkçılık, ölümcül hastalıklar, cehalet, inanç özgürlüğünün kısıtlanması gibi sorunlar ülkeden ülkeye değişmekle beraber, kendini en geniş problemler olarak hissettirmektedir. Ayrıca insanların sosyal ve ekonomik sorunları dinsel amaçlar uğruna istismar edilmektedir. Bu tür sorunlara karşı insanlara çözüm yollarının genel ilkelerini sunan İslam’ın Afrika kıtasındaki durumu, bütün Müslümanların ve dini kurumların haberdar olması gereken bir konudur.” Tüm toplantılar boyunca en az bu madde kadar kabul gören başka bir önemli görüş daha vardı. O da İslam dininin Afrika’ya girişinin İslam’ın yayılışının ilk yıllarına, Habeşistan göçüne, kadar gittiği ve bin beş yüz yıldır İslam’ın Afrika’da yayıldığı gerçeğinden hareketle bu mirasa hep beraber sahip çıkılması gerektiği idi. Son olarak, Afrika liderlerinin bütün konuşmalarında her alanda ‘Türkiye ile işbirliği’ isteklerini ortak bir söylem haline getirdiklerini de belirtmekte fayda var.

Çarşamba, Kasım 08, 2006

Afrika - Tanzanya'dan Notlar


AFRİKA'NIN GERCEĞİ: CÖMERTÇE PAYLAŞILAN FAKİRLİK

Yazan: Asuman KALUFYA


Tanzanya'da toplumun görünen iki yüzü var. Birinci yüzün yansıttıkları, toplumun yüzde doksanını kapsayan fakirliğin getirdiği sefalet manzaraları. İkinci yüz, çoğunlukla diğer etnik grupların oluşturduğu insani yaşam standartlarını yansıtan manzara. Yerli siyahların aksine, Hint, Arap ve Batı kökenlilerin insani standartlara uygun evleri, okulları, hastaneleri var. Düzenli bir işleri ve gelirleri var. Bu iki manzaranın ortaya koyduğu sonuç ise net, orta tabaka yok. Zengin çok zengin, fakirin ise hiçbirşeyi yok. Yerli halkın içine girip, onların hayatlarıyla azıcık hemdem oldumu insan, yüzüne çarpan gerçekler ruhunu şok etmeye, zihnini allak bullak etmeye yeter. Zira bazen fakirliğin boyutları o kadar derinleşir ki, adım attığınız her yerde, üstüne gitmeye çalıştığınız her meselede sefaletin binbir boyutuyla karşılaşırsınız. Fakirliğin beraberinde getirdiği sefalet, sonunda felaketler zincirine dönüşerek devam eder gider. İçinde yaşadığım insanların bu durumunu defalarca müşahade ettim. Gördüğüm, bildiğim, hemdem olduğum insanların fakirlikği sefaleti. Felaket zincirine bağlanmış yaşamlarının ruhi dengemi alt üst ettiği zamanlar çok oldu.


Örneğin Kinondoni semti, Darüs Selam'ın en fakir bölgelerinden biri. Burada yaşyan çok yakınlarım var. İnsanların öbeklendiği daracık sokaklar taş, çukur, çamur, toz ve her türlü pislikle kaplı. Bu sokaklarda karşılaşan iki arabanın yanyana geçmesi şoförlerinin maharetine bağlı. Evler üst üste, yanyana yığılmış karton kutular gibi; eğer bunlara ev denirse. Üç beş ailenin ortaklaşa kullandığı tuvalet niyetine çakılmış tahta veya teneke kabin yeralır evlerin aralarında bir yerlerde. Etrafa yayılmış pis kokulu çöpler arasında cılız tavuklar, civcivler eşelenir. Duvar diplerinde yere oturmuş kadınlar, erkekler, çoğu işsiz güçsüz sadece vakit geçirir. Oyuncağı, salıncağı, kaydırağı olmayan toz, toprak ve çöplerle oynayan çıplak ayaklı, üstü başı kirli, elbiseleri yırtık çocuklar etrafa yayılmış. Her köşe başında mangallarda kızartılan balık, patates, kasava, muz etrafın tozuna, pisine, çöpüne aldırılmadan yenir ve satılır. Afrikalıların vazgeçemeyecekleri tek şey müzik ve dans, Kinondoni'de de yaşamın vazgeçilmezi. İçiçe, sırt sırta kondurulmuş evlerden, derme çatma dükkanlardan en yüksek tondan haykıran yerli rap müziği eşliğinde çılgınca dans eder gençler. Dans ederken de adeta müziğin ve dansın ritminde kendilerini kaybederler. Onları izliyorum... Sanki tüm dünya onları seyrediyormuşcasına yaptıkları işi, yani dansı büyük bir coşkuyla icra ediyorlar. Figürleri sonsuz bir özgüven ve itinayla yerine oturtuyorlar. Takla atmalar, tek ayak üstünde dönmeler, saltolar, sanki onları fakir ve sefil mahallelerinden alıp meşhur diskoların ışıklı, şaşalı pistlerine götürüyor. İşi ve aşı olmayan bu gençler, Michael Jakson ve muadili siyah şarkıcı ve dansçıları her daim dinleye, izleye ve bir gün bu fakirlikten kurtulup onlar gibi olabilme hayaliyle o figürleri öylesine talim etmiş ve benimsemişler ki. Onlar için dünyada belki daha önemli bir şey yok. Sokak ortasında, insanlar arasında, toza toprağa bulanarak, vücutlarının her kıvrımını hareket ettirerek icra ettikleri bu işi, hayatlarının tek gayesi, tek ciddi meselesi gibi algılıyorlar. Michael Jakson ve pek çok ünlü zenci de fakir gettolardan çıkıp sivrilmemişler miydi? Böylece zengin olup fakirlik zincirlerinden kurtulmamışlar mıydı? Neden kendileri de olmasındı? İşte hayatlarını kurtarmanın, fakirliğin zincirlerini kırıp zenginliğe koşmanın yolu. Zira fakirlikten zenginliğe koşmada okul ve eğitim yolu, onurlu bir iş kurma yolu, onurlu bir kazanç elde etme yolu, hemen hepsi kapanmış onlar için. Kinondoni'nin gençleri için.


Okul, eğitim, onurlu bir iş ve iyi bir gelir elde etme yolları kapanmış. Kinondoni insanı için felaketler zincirine takılma ihtimali çok yüksek. Nitekim gün geçmiyor ki, orada bir kavga, bıçaklama, yaralama, yan kesicilik, cinsel taciz, fuhuş olayı duyulmasın. Her köşe başında derme çatma bir bar ve 50-100 şilinge doldurulan kadehler. AIDS, alkolizm, çocuk yaşta fuhuş... Kimse yadırgamıyor, ayılamıyor, çekinmiyor ve gizlemiyor.


Kinondoni'de müslüman da var hıristiyan da. Ama fakirlik ve çaresizlik aynı olunca dini değerlerin anlamı buharlaşıp yok oluyor. Geleneksel olarak müslümanlığına bağlı kalmaya çalışanlarda da en azından ihlas ve saffet neredeyse tamamen tükenmiş.


Belki birçoklarımız bilmez temiz bir toplum içinde yaşamanın kıymetini. Dini ve manevi değerleri ışığında, inancını hayatına taşıyabilmenin, onurlu bir hayat yaşamanın değerini. Oysa öylesine zordur ki, pislik içinde temiz kalabilmek. Çamurlu bir yolda, çamura batmadan yürüyebilmek neredeyse imkansızdır. Hiç yoksa çamur sıçrar paçalarına insanın. İşte Kinondoni'de ve Tanzanya'nın daha bir çok yerlerinde, çamura batmadan yoluna devam etme mücadelesi veren, temiz kalabilmek için adeta debelenen müslümanlar yok mudur? Var ve daima da olacaktır. Ama ne kadar çabalarsa çabalasın çamur bir yerden ona da sıçrıyor. Pislikten kaçabilmenin yolu yok, fakirlik ve sefalet zincirinden kurtulmadıktan sonra. Evet gerçekten başka yolu yok. Bunu ne yazık ki, ruhum alt üst olarak defalarca gördüm. Pisliğe bulaşmadan temiz kalabilmek, çamurda yürüyüp ayaklarını çamurdan koruyabilmek ve böylece hayat yolculuğunu başarıyla tamamlayabilmek dünyanın en zor işidir. Pek çokları bunu bilmez. Dolayısıyla yaşadıkları temiz hayatın ve temiz toplumun da kıymetini bilmez.


Dünyanın başka başka yerlerinde de fakirliğe düçar olanlar vardır elbette. Ama o fakirlik derinleşip sefalete dönüşmeden bir toplumsal destek, bir mümin kardeşin kardeşine yardım eli veya bir sosyal dayanışma ya da bir sosyal devlet desteği ulaşır. Belki de fakirliğe son verecek çözümler üretilir. Eğer bunlardan hiçbiri olmazsa Afrika'daki vahim durumlar, sefalet ve felaket manzaraları hasıl olur. Nitekim Tanzanya'da olduğu gibi pek çok Afrika ülkesinde fakirliğin önünü kesecek idari çözümler üretilmediği gibi, fakirlere yardım eli uzatacak sosyal ve siyasi kurumlar da yok. Halkın çoğu zaten fakir. Cömertçe paylaştıkları tek şey, fakirlik. Paylaşacak daha fazla şeyleri yok. Zaten bir tas olan aşı, lokma lokma paylaşıyorlar. İki göz kibrit kutusu evi 10-12 nüfus paylaşıyor. 3-5 evin halkı küçücük bir teneke kabini tuvalet, banyo ihtiyacı için paylaşıyor. Bir çeşmeyi 10-15 evin halkı paylaşıyor, ya da bir su kuyusu tüm mahalle veya köy halkının ortak ve tek su kaynağı oluyor. Adı okul olan tek sınıflı bir kulübeyi ilkokul çağı her yaştan 40-50 çocuk paylaşıyor. Öğrenci yurtlarında tek kişilik bir yatak 2, hatta 3 öğrenci tarafından paylaşılıyor. Varsa elbise, ayakkabı, çanta vs. herkes birbiriyle paylaşıyor.


Aslında paylaşımın en büyüğünü, en hadsizini gördüm burada. Onlar yoklukta, kılıta, azlıkta paylaşanlar. Ellerinde ne varsa tümünü taksim edenler. Bollukta, çoklukta paylaşmak kolay. Biz hep kolay olan infakı yaşadık. Oysa zor olan, onları yaptığı gibi yokken verebilmek, azken paylaşabilmek. Bir şekeri 3-5 çocuğun sırayla yaladığını gördüm. Bir bisküviyi ön dişlerini itinayla kullanarak, diğerinin ıssırık hakkına tecavüz etmeden koparma becerisini gösteren halka olmuş çocuklar gördüm. Bir çift terliğin teki kendi ayağında, diğeri başka çocuğun ayağında tek tek kullanıldığını gördüm. Bir tas mısır unu bulamacını sağ ellerinin parmak uçlarıyla minik minik koparıp yiyerek 8-10 kişinin doyduğunu gördüm. Donatılmış masalardan aç kalkanların aksine onlar her zaman az yiyip tok olmak zorunda olanlar. Hesapsızca tüketip yine de gözü, gönlü doymayanların aksine onlar tüketmeden doymak zorunda olanlar. Her şeyin fazlasıyla sahibi olup yine de mutlu olamayanların aksine, onlar hiçbir şeyi olmayan mutlular. Bolluk içinde yokluktan yakınıp şükrü diline ve gönlüne getiremeyenlerin aksine, onlar yokluk içinde şükredebilenler. Ve sahip olduğu zenginlikleri başkalarıyla paylaşamayanların aksine, onlar sahip oldukları herşeyi pervasızca paylaşanlar. Onlar fakirlik ve sefalet zincirleriyle başetmek zorunda olan mahsun kullar.

Asuman Kalufya
16.05.2006
Darus'Selam
Köy Çocukları

Salı, Kasım 07, 2006

GÜNEY AFRİKA MÜSLÜMANLARINA DAİR

GÜNEY AFRİKA MÜSLÜMANLARINA DAİR
Yazan: Faik DENİZ

Müslümanların Güney Afrika serüveni 1648 de başlar. Bu tarihten sonra, bilhassa 1700’lerden sonra, Hollandalılar ve İngilizler, Malezya ve Hindistan’dan birçok kişiyi değişik işlerde kullanmak amacıyla, köle olarak, bu ülkeye getirmişlerdir. Çok azda olsa bir kısmının işadamı olarak geldiğini not etmekte fayda var. Getirilmesinden Murat ihtiyaç duyulan iş-gücünü sağlamakla beraber siyah ırk ile kolonyalist beyaz ırk arasına tampon, ara, bir ırk yerleştirmekti. Buna nüfusu kendilerinden çok fazla olan siyahlarla beraber olmanın muhtemel tehlikesine karşı öngörülmüş bir tedbir de diyebiliriz. Bugün hala, gecen bunca zamana rağmen, Malay ve Hintlilerin bu iki aşırı uç arasında tampon olma vazifesi gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz

Güney Afrika Müslümanlarının yaklaşık 350 yıllık kölelik ve baskı döneminde ‘islami değerler’ onların en büyük dayanak ve direnç noktası olmuştur. Siyasal ve kültürel olarak dıştan çetin bir kuşatmaya maruz kalan Güney Afrika müslümanları, dinin iç dinamikleriyle tamemen yozlaşmaktan ve asimile olmaktan korunmuşlardır.

Hintliler ve Malaylar da genelde Müslüman olmayan Siyahların maruz kaldığı benzer baskı ve kolonyal bir süreçten geçmiştir. 150 yıl boyunca (1654-1840) müslümanların mescid inşa etmelerine, islami öğretmelerine ve herhangi bir şekilde dini amaçlı toplanmaarına izin verilmemiştir. Kanunen yasaklanmıştır. Böyle yapanları, mal varlıklarını ellerinden almak, ülkeden çıkarmak ya da ölüm cezasına çarptırmak suretiyle cezalandırdırmışlardır. Milliyetçi Partinin (National Party) 1948’ de başlattığı ‘Apartheid’ de yanı ırk esasına dayanan, beyaz ırkın üstün, siyah ve diğer tonlarının aşağılık ve düşük sayıldığı ayrımcı sistemde, Musulümanlar da Siyahlar gibi belli gettolarda yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bütün bunlara rağmen Hint ve Malay müslümanları değerlerini kaybedip tümüyle parçalanmamışlardır. Aksine bu dışsal baskı, içsel olarak bütünleşmerine sebeb olmuştur.

Siyahlar, Hintlilerin ve Malayların aksine, tümüyle değerlerini kaybeden neye nasıl niçin inandığı belli olmayan garip bir millet olmasında, onların Hintliler ve Malaylar gibi onları da motive edecek sağlam içsel değerlerden yoksun oluşlarına bağlamak mümkündür. Siyahların sosyal, siyasi ve bireysel duruşlarını belirleyecek ciddi zihni ve manevi güç kaynaklarından yoksun oluşları, onları sömürgeci ve kapitalist saldırılar karşısında kırılgan yapmıştır. Çünkü var olan değerleri sömürgeci-Avrupai etkiler karşında erimiştir. Siyahlar kültürü ve değerleriyle kırılmaya uğramış mecralarını kaybetmişlerdir. Bugünlerde toparlanma emareleri görülsede bunun ciddi bir toparlanma olduğunu söylemek çok zor.

1994 devriminden sonra bu ülkenin büyük pazarı herkese açıldığı gibi siyahlarada açılmıştır, fakat siyahların şahsi girişimciliğin eksikliği sebebiyle olsa gerek şimdilik bu piyasada çok etkin olduğu söylenemez. Burada normal bir toplumla karşı kaşıya değiliz, yüzyıllardan beri devam eden sömürgeçiliğin ortaya çıkardığı öz-güvenden yoksun pasifleştirilmiş bir toplumla karşı karşıyayız. Bununla bereaber siyah nüfusunun yüzde çoğunun Eidse musallat olduğu gerçeği vahim bir tablo ortaya çıkarıyor.

Siyahlar hala bunu önlemek için ciddi bir kararlılık gösterememişlerdir. Siyahların tek umudu tıbbın bulacağı bir ilaç. Halihazırda önerdikleri tek çare: kondom. Müslümanların önerisi ise aile kurumunun güçlenderilmesi. Pek net olmayan bu ortamda siyahların en belirgin eğilimlerinin, kapitalistleşme ve kültürel olarak hıristiyanaşma olduğu söylenebilir.

Hintli müslümanların Afrika’ya geldiklerinde yaptıkları ilk icraat yerleştikleri yere küçük bir mescid açmak olmuştur. Hemen akabinden çocuklarını eğitecekleri medrese tesis etmişlerdir. Mevlana dedikleri hocalarını da Pakistan ve Hindistandan getirtmişlerdir. Böylece Hint- İslam düşüncesi burada devam etmiştir. Bu medreseler zamanla kendi hocalarını yetiştirmeye başlamıssada Hindistan ile bağlarını sürekli korumuşlardır. Bu iki kurum hintli müslümanların geleneksel düşünce dünyasını oluşturan ve şekillendiren en önemli iki kurum olmuştur. Modern ilimlerin öğretilmesi gerekliliğinden hareketle 1980 sonra medreselerin hariçinde İslami Okullar ( Müslim Schools) açmışlardır. Bu okullar hem dini hemde islami ilimlerin okutulduğu okullarıdir. Yeni okulların açılması medresenin önem ve hayatiyetine helal getirmemiştir. Toplumun önderlerinin( Mevlanaların) hemen hemen çoğunun hala medreselerden yetişmiş ve yetişiyor olması bunun delilidir. Düşünce bakımından farklı eğilim ya da yöntemlerinin olduğunu söylemek çok zor çünkü her iki kurumunun aynı sivil toplum kuruluşu ( tebliğ cemaatı) tarafınfan organize ediliyor. Ama her iki kurumun birbirinden farklı misyonları eda ettiği muhakkak.

Medrese ekolü dini düşüncenin toplum içerisinde güçlü birşekilde varolmasını sağlamakla birlikte bir kaç proplemi beraberinde getirdiği söylenebilir.

1. İhtiyaç fazlası mevlana yetiştirmesi: yetişen mevlanaların istihdam dileceği cami ve medreseler sınırlıdır. Yıllar süren eğitimin ardından mezun olan mevlanaların daha sonra ticarete atıldıkları görülmüştür. En trajik olanı buralardan mezun olan siyah muslumların durumudur. Bunlar ne kendi medreselerini oluşturabiliyorlar nede kolay kolay ticarete atılabiliyorlar. Bütün medrese ve dini okulların Hintliler tarafından oluşturulup kontrol edilmesi bu kurumlarda siyahların iş bulma imkânı çok sınırlandırıyor.

Bu potansiyelin daha farklı alana kanalize edilerek faydalanılması gerekir. Yönlendirme ya da daha aktif faydalanması projesi sadece Güney Afrika düşünülerek değil bütün Afrika ve ihtiyaçları düşünülerek istihdam edilmeleri gerekmektedir. Afrikanın değişik bölgelerinde kurumlamlar açılark mezun olanlar oralarda istihdam edilmelidir.

2. Orta afrikadan güney afrikaya kadar bütün ülkelerde müslümanların nüfus bakımından azınlık olduğunu düşündüğümüzde bunlara sadece medreseyi eğitim ocağı olarak sunmak müslüman azınlıklara büyük zarar verdiği muhakkaktir. Sadece medrese eğitiminin olduğu yerlerde müslüman azınlıklar ülkenin siyasal, sosyal ve kültürel ağından soyutlanarak kendi içine kapanik, hatta kendi ihtiyaçlarına dahi cevap veremez duruma gelmişlerdir. Güney afrika hariç sadece medresenin eğitim kurumu olduğu siyah ülkelerde müslüman doctor, müslüman mühendis, müslüman öğretmen, müslüman politikacı görmek adeta imkânsızlaşmıştır. Dolayısıyla müslümanlar hem sayısal olarak azalmış hemde ülke içinde etkilerini büyük ölçüde yitirmişlerdirdir. Çünkü modern eğitim veren okullar misyonerlere ait oluğundan o okullara giden müslüman çocuklar zamanla hıristiyanlaşmışlardır. Mozambik bunun için güzel bir örnek sayılabilir.

3. Bazı müslüman ülkeler siyah müslümanlara ilahiyat fakültelerinde okumak üzere burs veriyorlar. Takdire sayan bir davranış. Ünüversiteyi bitirdikten sonra kendi ülkesine dönen siyah öğrenciler nerde istihdam olunacakalar? Medreselerde mi? Kaç medrese var ki? Ekonomic özgürlüğünü kazanamamış, sıkıntılarla pençeleşen toplum ve önün bireyinden dine hizmet etmesini beklemek çok idalist ya da gerçekçi olmayan bir beklentidir. Emek verilmiş bu müslümanlar, toplum çarkları arsında ezilip kayboluyorlar. Dolayısıyla müslüman ülkelerin burslarını tahsis ederken yeniden düşünmesi gerek. İlahiyat için burs ayırdıkları gibi tip, mühendislik, sosyal ve siyasal bilimler için de Afrika öğrencilerine burs vermelidirler. Eğer böyle yaparlarsa müslüman siyah öğrenciler, ükelerine gittiklerinde rahat iş bulabilir toplumlarına her yönden katkıda buludukları gibi ilahiyat mezunu ogrencilere de hizmet edebilmeleri için gerekli desteği sağlamış olacaklardır.

4. Medrese modelinden ziyade hem dini hemde modern ilimlerin okutulduğu okullar afrika sathında geliştirilmelidir. Dini ilimler o öğrencilerin manevi hayatını tanzim ettiği gibi kendi kimlik ve benliklerinide muhafaza etmesini sağlayacaktir. Bunu söylerken medreseye toptan ret etmeyi doğru bulmuyoruz. Medresenin ifa edeceği diğer kurumların ifa etmekte zorlanacakları fonksiyonarı vardır. Dolayışyla medrese de toplumun ihtiyaç duyduğu kadarıyla kadar korunmalıdır.

Güney afrika müslümanları siyasetle yakın ilişkileri olmuştur. Güney afrika tarihinde siyasete atılan ilk kişi Osmanlı’nin 1873’te oraya göndediği Ebubekir Efendinin oğlu Ahmet (Achmet) olmuştur (1894). Bu İngilizleri çok tedirgin etmiş seçimlere aday olmaması için kanun değişikliği dahi yapmışlardır. Sömürgeci ve Apartheid dönemlerinde birçok Müslüman ‘Afrika Ulusal Congresi’ (ANC) çatısı altında önün değişik kademelerinde özgürlük mücadelesine katılmışlardır. Müslüman çoğu parasal yardım ile Siyahların bu organizasyonuna destek vermiştir. Bu yüzden birçok müslüman hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş ve canlarını vermişlerdir. İmam Abdullah Harun bunlardan biridir. Bütün bu ortak çabalar netice vermiş Mandela 27 yıllık hapisten sonra çıkmış ve Apartheid 1994’te yıkılmıştır. Müslümanlar ilk defa oy kullanma hakkı elde etmiş ve bu ülkenin bütün vatandaşlık haklarına sahip eşit yurttaşları olmuşlardır.

400 yılldır beklenen özgürlük gelmiş, Siyahi, Hindlisi, Malayı, Beyazı ve renklisi ve renksizi özgür olmuştur. Dünyanın en özgürlükçü anayasasını oluşturulmuş, insanlar arasındaki fiziki engeller kaldırılmıştır. Fakat şuuraltlarına çizilmiş sınırların 94’ ten bu yana ortadan kalktığını söylemek çok zor. Siyahların ve Hintlilerin siyasal özgürlükleri, şuuraltlarının yıllardır maruz kaldığı baskı zincirini kıramamıştır. Onlar hala beyazlar karşısında psikolojik eziklik hissettikleri kesin. Bu özgürlüğün de kazanılması için en az bir kuşağın değişmesi gerek.

Beyaz, Siyaha ve Hintliye ‘ben’ sizden üstünüm demiş öyle muamele etmiştir. Maalesef Hintliler de Siyaha donmuş, belki alenen söylemesede davranışlarıya, üstünlüğünü ima etmiştir. Bu davranışlarının siyahlar için kaba ve incitici olduğu döylenebilir. Müslümanın zihni dünyasında olmaması gereken ırkçılığın Hintli Müslümanlar sırayet etmesinde iki neden sayılabilir. Evvela onları yargılarken olayın yanlışlığı veya doğruluğundan ziyade onları anlamaya çalışmak daha doğru olsa gerek (anlamaya çalışmanın bir yönüyle hak verme olarak telakki edilebilme ihtimaline binaen bu çabanın ustu örtülü bir şekilde de olsa bu yanlısı meşrulaştırma gayreti olmadığını belirtmek isterim). Apartheid döneminde toplum ırklara bölünerek hakları ırklarına göre tanzim edilmiştir. Değer ve ırk kavramı adeta bütünleşmişti. Beyaz herzaman iyi siyah herzaman kötüydü. Bu çirkin düşüncenin Hintli Müslümanlar arasında neşvu-nema bulmasına sebep olduğunu söylenebilir. İkinci bir sebep te kast siteminin hala bugün Hint kültüründe hayatiyetini sürdürüyor olmasıdır. Kast sistemi de toplumu belli hiyaresiye göre dörde böler ve birini diğerine üstün tutar. İşin ilginç tarafı Hindistandaki cast sisteminde üst sınıfın ten renkleri alt sınıf castlara nazaran daha açık olduğu biliniyor. Kendini siyahtan daha açık tenli gören Hintlilerin siyahları aşağı ırk görmesinde bunun meşrulaştirici bir rol oynayabileceği söylenebilir.

Güney Afrika’da İslamiyet Hintlilerle özdeşleşmiştir. Bundan dolayı Siyahlar, uzun bir sure, islamiyeti sadece Hintlilerin din olarak telakkı etmişlerdir. Hintli olmayan bir müslüman gördüklerinde şaşırdıkları defaatle müsahade etmişimdir. Hintlilerin islamiyet gibi bir değeri sadece kendilerine mahsus kılma eğilimleri ve siyahlara davranış biçimleri iki millet arasına belli bir mesafe koymuştur. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde İslamin neden Güney Afrika Siyahları arasında yayılmadığını anlayabiliriz.

1994’ten sonra her türlü rahatlığa kavuşan müslümanlar şimdilerde değişik proplemler ile karşı karşıya kalmışlardır. Daha önce devletin belirlediği bölgede kalmak zorunda olan müslümanlar devrimden sonra istedikleri yere taşınmışlardır. Bir başka deyişle dış etkilere kapalı bir ortamdan dış etkilere açık hale geldiler. Bu durumdan en çok gençlerinin etkilendiği söylenebilir. Bir yönüyle ciddi bir kimlik kirizi yaşadıkları söylenebilir: Geleneksel Hint-Müslüman kimliği ile seküler kimlik arasında bir kimlik kirizi.

Baskı döneminin şartlarında doğan gelişen islami cemaatler ve onların metodlarının gençleri yeni dönemde tümüyle tatmin ettiği söylenemez. Yeni dönemde toplumun müslüman öderlerinin yeni şartları iyi okuyup tahlil etmesi gerekir. Yetişen yeni kuşağın özellikle üç mühim husus arasında sağlam bir denge kurmaları gerekmektedir.

1. kendileriyle içinden çıktıkları toplumaları arasında keskin bir kırılmaya mahal vermeyecek sağlam bir duruş sahibi olmaları gerekir.(müslüman toplumun kendi içinde kuracağı ilişkiye işaret eder)
2. bunu yaparken beraber yaşamak zorunda oldukları diğer milletlerle olgun ve onurlu olduğu kadar her türlü nefret duygusundan arınmış bir ilişki kurmalıdırlar.
3. herikisini de yapabilmek içinde kendilerini toplumda saygıdeğer kılacak kabiliyetlerle donanmış olmaları gerekir. Çünkü kabiliyet ve yetenek de bir güçtür.

Bunu başarmak için her bir ferdin ‘zaman’, ‘kabiliyet’ ve ‘topluma hizmet’ arasında arasında sağlıklı bir denge gözetmesi gerekir. Bu aslında insanın vaktini nasıl tanzim etmesi gerektiğine işaret eder. Vaktinin tümünü sadece kendine yâda herksein kendine göre tanımladığı topluma hizmete ayırma dengesizliğinden, zamanın daha tutarlı dengeli bir şekilde hem kendine hemde topluma ayırma başarısıdır. Kendine zaman ayırmaktan kasıt belli kalitede yetenek ve vasfı elde etmek için harcanması gereken çabaya işaret eder. Bu caba toplumu hedefleyen bireyi ihmal etmeyen bir planlamadır.

Son olarak bir kaç noktayı değinerek bu yazıyı bitirmek istiyorum. Müslümanlar bütün nüfusun sadece % 3 ünü oluşturmalarına rağmen toplumda büyük ölçüde hissedilen ağırlıkları var. Ulusal düzeyde bir gazeteleri yok ama haftalık yayınlanan ve ücretsiz dağıtılan gazete dergi karışımı bir kaç yayınları var. Ulusal çapta yayın yapan iki radyoları mevcut: Radio İslam ve Channel İslam. İngilizce yayın hayatına yeni başlayan bu yönüyle de ilk ve tek olan bir televiziyon kanalına sahipler: iTV. ‘Gift of Givers’, ‘The Al-İmdaad Foundation’ ve ‘The Crescent of Hope’ gibi uluslararası arenada hatırı sayılan bir kaç insani yardım kuruluşunuda başarıyla organize ettikleri söylenebilir.


Pazartesi, Ekim 09, 2006

Nelson Mandela


MUCİZE ADAM: MANDELA
18, 15 Haziran 1999
Yazan: Immanuel Wallerstein

Tarihçiler elli yıl sonra dönüp 20. yüzyıla baktıklarında, Nelson Mandela’nın nasıl olup da sağın ve solun, doğunun ve batının, kuzeyin ve güneyin aynı anda hayran olduğu evrensel bir kahraman haline geldiğini açıklamak isteyeceklerdir. Başka hiç kimse bu kadar evrensel bir beğeniye mazhar olmamıştı. Belki bir tek Mahatma Gandhi, ama o yarı-dinsel bir figürdü, oysa Mandela bütünüyle seküler, dünyevi bir figür.

Bu hep böyle değildi. 20 yıl önce Mandela müebbete mahkum bir terörist lider olarak hapisteydi. Hem bizzat kendisine hem de hareketi ANC’ye (Afrika Ulusal Kongresi) dair fikirler muhtelifti. Irkçı hükümet ve onun yandaşları tarafından “komünistler” olarak suçlanıyorlardı; ABD ve birçok batı ülkesi için şüpheli kişilerdi. Dahası, ANC’nin en ateşli yandaşları dahi (ahlaki açıdan haklı, ama) askeri bakımdan güçsüz olduklarını kabul ediyor, Güney Afrika’da iktidara gelmelerinin son derece güç olduğunu düşünüyorlardı. Dahası, ANC’nin kendisi de başka yerlerdeki yandaşları da ırkçılığa son vermenin tek yolunun şiddete dayalı bir silahlı mücadele olduğundan emindiler.

Fakat, mucizeymiş gibi görülen şey gerçekleşti. 1980’lerin sonlarından itibaren, ırkçı hükümet iktidarı ANC’ye devretmek için görüşmelere başladı. Görüşmeler 90’ların başında somutluk kazandı ve bugünden bakıldığında rahatça söylenebileceği gibi, epeyce de hızlı ilerledi. Yasadışı ilan edilen partiler ırkçı hükümet tarafından yeniden yasallaştırıldı, ırkçı yasalar kaldırıldı ve (hala eski ırkçı liderlerin elinde olan) hükümet, 1994’te genel oy hakkı esasına dayalı seçimlerin yapılmasına izin verdi. ANC seçimleri hiç zorlanmadan kazandı ve Nelson Mandela Güney Afrika Devlet Başkanı seçildi. Yeni bir anayasa hazırlandı, köklü bir politik dönüşüm başarıldı.

Nasıl oldu da, devlet aygıtı üstünde bu denli güçlü bir nüfuz sahibi ve inançlarında bu kadar bağnaz olan ırkçı yönetim yanlıları, bina ettikleri her şeyin bütünüyle yok olmasına, savundukları temsil ettikleri her şeyin yerle bir edilmesine izin verdiler? Bunda hiç şüphesiz çeşitli faktörler rol oynadı. ANC, 30-40 yıldan uzun bir dönem boyunca, Güney Afrika halkının büyük çoğunluğunun örgüte bağlılığını, bunu sağlayacak sürekli ve güçlü bir nüfuza sahip olduğunu kanıtladı. Sivil toplum içinde sahip olduğu desteği, askeri güce tahvil edemediyse de, hükümet ve dünyaya defalarca gösterdi. Yürüttüğü uluslararası diplomasi sayesinde ANC, Güney Afrika ırkçı hükümetinin yıllar geçtikçe gitgide yoğunlaşan bir ekonomik ve politik tecrite uğramasını sağladı. Bu durum, tecritten kurtulmak isteyen ve ANC idaresindeki ve genel oy hakkını tanımış bir Güney Afrika’da da pekala oldukça iyi yaşayabileceğini düşünen büyük iş çevreleri için özellikle rahatsız ediciydi. Soğuk Savaş’ın bitmesi ise, çok eskiden beri G. Afrika Komünist Partisi’nin ANC’nin yakın müttefiği olduğu gerçeğinin, artık Batı dünyası tarafından daha az ürkütücü bulunacağı anlamına geliyordu.

Yine de tüm bunlar, iktidarın barışçıl bir biçimde devredilmesi için yeterli değildi. ANC’nin iki anlaşma yapması gerekiyordu: Birincisi büyük iş çevreleriyle, ikincisi ırkçı hükümetle. İlk anlaşma, ANC’nin sosyalizme olan tarihsel taahhütünden vazgeçerek günümüz dünyasındaki birçok “sosyal-demokrat” hükümetinkine benzer politikalar izlemesini gerektiriyordu: kamulaştırma olmayacak, toplumsal refahı sağlamaya dönük bazı önlemlerle beraber, ülke dünya pazarına açılacak.

İkinci anlaşma ise, ırkçı yönetim dönemindeki bütün o korkunç eylemlerin -cinayet, işkence ve infazların- hesabının sorulacağı korkusunu yatıştırmak amacıyla, ırkçı hükümet ve destekçileri özellikle de güvenlik güçleriyle yapıldı. Anlaşma oldukça basitti. ANC, Nobel Barış Ödülü sahibi Rahip Desmond Tutu’nun başkanlığında bir Gerçek ve Uzlaşma Komisyonu kuracaktı. Canice edimlerin faillerini, tüm yapılanları eksiksiz itiraf etmeleri koşuluyla ve eğer istiyorlarsa affetme yetkisine sahip olan Komisyon, ifade ve tanıklıklara dayanarak ırkçı yönetim yıllarında olan bitene dair “gerçeği” araştırıp açığa çıkaracaktı.

Böylece, bu dönüşümün, ANC’nin siyasal denetimi altında bulunan ırkçı olmayan bir hükümetin kurulmasının ardından Mandela beş yıldır (1994-99) başkan koltuğunda. Hükümetin ekonomi politikaları, dünya siyasal yelpazesinin en sol ucunda ama yine de kapitalist dünya-sistemin sınırları içinde yer alıyordu. Uzlaşma yoluyla, ama ille de adaletle değil, gerçeğin peşinde olan bir hükümetti. İzlenen politikalar ANC’ye ait olan ve hareketin tarihi karakterini aksettiren politikalardı, ama bu zor program, şüphesiz Nelson Mandela’nın olağanüstü kişiliği sayesinde, problem çıkmadan uygulanabildi. Mandela, eski rakiplerine ve Güney Afrika’nın tüm beyaz nüfusuna uzanan dostluk eli ile, Güney Afrikalı çoğunluğun hakları uğruna bitmez tükenmez bir mücadeleciliği -ve bu mücadele için katlandığı kişisel bedeli- birarada yaşatabildi; ve böylece, neredeyse herkesin basiret, dirayet ve güvenilirliğine inanmasını sağladı.

Belki de, eski sistem karşıtı hareketlerin arkalarında yaygın bir hayal kırıklığı bıraktığı bu çağda dünyanın bir kahramana ihtiyacı vardı. Dünya Mandela’yı gerçekten benimsedi. O en kinikleri bile ayartan akıl almaz bir umudun sembolü olarak görülüyordu. Sabırsız yandaşlarını yatıştırdı. Irkçılığa karşı uzun ve zorlu mücadeledeki sadık müttefikleri Fidel Castro ve Muammer Kaddafi’yi kucaklarken bile ABD hükümetini memnun etmeyi bildi. Dünyanın bir ucundan diğerine, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da büyük rağbet gördü.

Görev süresi sona erdi ama, Güney Afrika’nın problemleri henüz ortada duruyor. ANC’nin büyük iş çevreleriyle yaptığı anlaşma ANC’nin sol kanadı için de, resmi müttefikleri Güney Afrika Komünist Partisi ve işçilerin sendikal örgütü COSATU için de kolay yutulur bir lokma değildi. Güvenlik güçleriyle varılan anlaşma ise, yakınları ırkçı hükümet tarafından öldürülen ve işkence gören aileler için yutulması zor bir lokmaydı. Mandela’nın başkanlık döneminin başarıları politikti: İktidar barışcıl bir biçimde devralınabildi. Ekonomik açıdan, bu kadar parlak bir tablo yok. Evet, hükümet kasabalar ve kırsal bölgeler için daha çok su imkanı sağladı ve evet, bir takım yeni iskan alanları inşa etti. Büyük iş çevreleri ülkeden kaçmadı ve ekonomi hala işliyor. Ancak, siyah çoğunluğun ihtiyaçları bakımından kaydedilen ilerleme, denizde damla kadardı.

Gerçek politika şimdi, yeni başkan Thabo Mbeki ile başlıyor. ANC 1999’da yeniden iktidara gelirken 1994’tekinden de büyük bir çoğunluğun oyunu aldı -bu halkın ANC’ye güven oyu verdiği anlamına geliyor. Ancak önümüzdeki beş yılda ekonomik anlamda da sonuçlar elde edilemezse, ANC bir daha bu kadar başarılı olamayabilir. Temelde yatan toplumsal yarık ve çatlaklar hiç mi hiç tedavi edilmiş durumda değil. Hoşnutsuzları yatıştırmaya koşacak bir mucize adam Nelson yok artık. Siyah çoğunluğun yaşam standardını ülkenin geri kalan beyaz nüfusunun yaşam standardına yakın bir yerlere yaklaştıracak hiçbir kolay yol da yok.


(© Immanuel Wallerstein. Bütün hakları saklıdır. Bu yazı, değiştirilmemek, yayın haklarına ilişkin çıkma korunmak koşuluyla bilgisayarlara yüklenebilir, elektronik ortamda iletilebilir ya da başkalarına postalanabilir, bilişim ağı üzerindeki ticari olmayan kamusal alanlarda yayımlanabilir. Bu metni çevirmek, bilişim ağı üzerindeki ticari alanlar ile alıntıları da kapsamak üzere basılı olarak ya da başka biçimlerde yayımlamak için yazarına başvurunuz: immanuel.wallerstein@yale.edu; faks: 1-607-777-4315.

Güney Afrika

İlk İzlenimler


Yazan: Serhat ORAKÇI
Bilim ve Sanat Vakfı, Bülten, 57, 2005

Eger Avrupa`ya gidiyor olsaydim insanlar farkli dusuneceklerdi ve eminim ailem benim icin kaygilanmayacakti. Eger Amerika`ya gidiyor olsaydim insanlar adima sevineceklerdi...

Afrika karanligin hakim oldugu toprak parcasi gozumuzde. Birkac ufku genis tanidigin disinda cesaret veren az olmustu hatirladigim kadariyla.

Guney Afrika`ya gelmek benim cocukken kurdugum hayallerde hic yer almadi. Izledigim bir kac belgeselin disinda bilgim ve ozgurluk savascilarinin onderi Nelson Mandela disinda tanidigim da yoktu. Lisedeki tarih dersleri Avrupalilarin Umitburnu`nu kesfini ogretmisti ama onemi uzerinde fazla durmamisti. Afrika`ya gidiyor olmak Amerika`ya gidiyor olmaya hic benzemiyordu. Insanin neyle karsilasacagini bilemedigi durumlarda yasadigi tuhaf, tarifi zor duygularla yuklu oldugumu hatirliyorum. Belirsizlik vardi. Herseye ragmen hayatimda gercekten ilginc birseyler yapacagima olan inancim sonsuzdu.

Karli bir kis gunu Istanbul`dan ayrilmistim. On iki saat surecek uzun ucak yolculugumuzun ilk duragi Dubai`ydi. Aradan gecen uc seneye ragmen o geceye dair hatirladigim en ilginc sey: ucagimiz Iran uzerinde yol alirken asagi baktigimda Tebriz sehrinin bana bir sazi animsatan isiklariydi. Bir merkezde toplanan sarimtirak isiklar sonra ince uzun bir hat halinde uzaniyordu. Bu ise binlerce metre yuksekten bakildiginda isil isil parlayan bir sazi andiriyordu.

Sikici ucak yolculugum esnasinda ayaklarim uyusmus haldeyken Umitburnu`nu kesfeden Avrupali seruvencileri dusundum durdum. Onlar yuzlerce yil once gemilerini Cape Town`a demileyip issiz bir karaya ayak bastiklarinda, varligindan bile habersiz olduklari bu bilinmeyen toprak parcasina geldiklerinde neler hissetmislerdi acaba? Yorgunluktan bitap dusmus, elinde parlayan kiliciyla onde yuruyen bir kaptan ve pesi sira onu takip eden bir grup yorgun asker canlandi zihnimde. Agaclari kendisine siper etmis, bir grup medeniyetten habersiz sozde yamyam korku icerisinde gordukleri esrarengiz ziyaretcileri endise icerisinde beklemede. Ellerinde mizraklari, yuzleri rengarenk boyalarla boyanmis, ciplak yasayan bu siyah adamlarin kafasi oldukca karisik. Gelenler Tanri ve cocuklari olmali. Tarih kitaplarindan aklimda kalan bir sahne. Ayni sahne daha sonralari Amerika`nin kesfinde de kullanilacakti.

Bir donem gelmisti hayatimda herseyden uzaklasmak ve baska diyarlara gitmeyi cok istemistim. Belki de yeni bir baslangic yapmayi... Iste o zaman onume atlasi cekip dunya haritasina ilk defa bir arayis icerisinde bakmistim. Hep sinirlarda gezinen gozlerim Afrika kitasinin en uc noktasina takilmisti sanirim. Sonra hayaller pesi sira gelmisti. Nasil bir yer orasi diye uzun uzun dusunmustum. Yuksekce bir kayaliktan hircin okyanus dalgalarini hayal etmistim. Sonra bu hayalde digerleri gibi yok olup gitmisti zihnimden. Ve bir gun hayalini kurdugum bu yere gidecegimi hic aklimdan bile gecirmemistim. Zaten Guney Afrika yolculugumu da benim nazarimda anlamli kilan bir zamanlar boyle duslerle vakit gecirmis olmamdi sanirim.

Cok da uzun bir sure gecmemisti ki Guney Afrika seyahati nasip oldu. Yok olup gittigini sandigim dusleri tekrar gormeye basladim. Ne olursa olsun Umitburnu`na gidecektim. Bir zamanlar kisisel tarihimde yer etmis hayalleri gerceklestirecektim. Uzunca bir yolculuk hayallerle, umitlerle, korkularla cabucak geciverdi sonra.

‘Johannesburg International Airport’ yazili tabelanin onune geldigimde artik Turkiye`de olmadigimi; bambaska bir ulkenin topraklarina ayak bastigimi hissettim. Memleketimi, sevdiklerimi geride birakmanin verdigi huzun ile yeni tecrubeler edinecek olmanin verdigi heyecan arasinda bocaliyordum. Etrafimdaki hicte asina olmadigim suratlara bakarken yer yer diger yolcularla gozgoze geldikce kendi kenime nerede oldugumu hatirlamaya calisiyordum. Yillarca kullanilmis havalaninin kararmaya yuz tutmus duvarlari insanin icini bir kat daha daraltiyordu. Ve alisik olmadigim bir insan kokusu kendimi daha da kotu hissetmeme sebep olmustu. Neyse ki pasaport islemlerimiz kisa surmus ve cabucak disari cikip derin bir soluk almistim.

Yabancilarin Johannesburg, beyaz Guney Afrika`lilarin Joburg ve siyahlarin ise Jozi dedigi sehir onumuzde uzaniyordu. Buyuk bir hevesle arabanin camindan sehri izlerken gordugum yuksek goktelenlere akil sir erdirememistim. Oysa benim hayalimdeki Afrika bambaskaydi. Itiraf etmeliyim ki bekledigim Afrika ilkel ve vahsiydi. Ama onumde uzanan sehir hicte ilkel ve vahsi bir hayati barindirmiyordu; tam aksine oldukca modern gorunumdeydi.

Istanbul`da kisi gerimizde birakmistik ama Johannesburg`da insanlar hala yazin keyfini cikariyorlardi. Yorucu ucak yolculugu dolayisiyla ilk birkac gunu dinlenerek gecirdim. Ani iklim degisikli nedeniyle hastalanip yataklara dusmekten cok korkmustum ama bunun bekledigim gibi cok buyuk bir etkisi olmadi.

İlk İzlenimler

Hava tertemiz, bulutlar yere yakin, toprak sari, ayin sekli degisik, suc orani yuksek, evler tel orgulerle kapli, alt yapi mukemmel, paralarin uzerinde vahsi hayvan resimleri var, hintlisi, malayi, beyazi ve siyahiyla renkli bir insan cografyasi ve bunu getirdigi renkli bir kultur cografyasi hemen goze carpmakta. Muslumanlar azinlik ama zengin, yeteri kadar cami var sehrin degisik semtlerinde. Beyazlar ile siyahlar arasinda gelir dagiliminda ciddi ucurumlar var. Hayat kosusturmacadan uzak; yavas bir seyirde akmakta. Is yerleri dortte kapanmakta. Yoksul sayisi fazla. AIDS orani yuksek. On bir resmi dil, uc tane baskent var. Ingizce hemen hemen herkesin bildigi ortak dil. Kabile dilleri hala konusulmakta. Ve issizlik orani yuksek...

Insanlar dunyadan habersiz degiller... Ayak ustu sohbetlerimizde eger son dunya kupasini izlemislerse hemen “Hasan Sas, Hakan Sukur...” siralamaya basliyorlardi. Muzikten haberdar olanlari “Tarkan, Candan...” Ya da film duskunleri Cannes`ten odullu “Uzak” filminden bahsediyorlardi. Ahmet Davutoglu`nun, Halil Inalcik`in calismalarini takip eden universite ogrencileri vardi. Hatta Orhan Pamuk`un romanlarinin ingilizce cevirilerini okuyanlarla bile karsilastim. Guney Afrika muslumanlari ozellikle Osmanli hayrani. Osmanli devletinin gonderdigi alimleri, para yardimlarini, hediyeleri hala unutmus degiller. Butun bunlar karsisinda Turkiye`de insanlarin Afrika`yi ne kadar tanidigini sik sik dusundum. Biz Afrika denilince-bunda Turk televizyon kanallarinin da onemli etkisi var- dinledigimiz yamyam hikayelerini ya da izledigimiz yamyam filmlerini animsiyoruz sadece. En basitinden Afrika`da duzenlenen film festivallerini, basilan edebi eserleri, akademik calismalari ya da cikan albumleri takip eden kac kisi gosterebiliriz?

Gunler gectikce ulkeyi daha yakindan tanimak gerektigini anladim. Boylece sagdan soldan ismini duydugumuz yazarlarin kitaplarini okumaya basladim. Iclerinde Alan Paton ve J.Coetzee`nin eserleri buyuk kazanimlardi benim icin. Afrika edebiyati, Afrika`da muzik, Afrika sinemalari derken daha once varoldugunu hic bilmedigim zengin bir hazinenin basinda buluverdim kendimi. Her alanda verilmis cileli ve buyuk eserlerden olusan gizemli bir hazineydi bu. Kolelik, bagimsizlik mucadeleleri, savaslar, kabilesel inanclar, efsaneler, yoksulluk, AIDS, ask... Elbette butun bu malzemeyi hunerle yoguran, ismi az bilinen Afrika`li bilgeler vardi.

Sabirsizlikla bekledigim an geldi sonunda. Cape Town gezisi esnasinda Umitburnun`da gecirdigim bir gun unutulmazdi benim icin. Sert ve yuksek kayaliklar, hircin okyanus dalgalari, olanca hiziyla esen adini bilmedigim bir ruzgar... Issizligindan hic suphe etmedigim Umitburnu dunyanin dort bir yanindan gelmis turistlerle doluydu. Biraz hayal kirikligi yasadim ama uzun surmedi. Vakit gectikce, gunes Atlas okyanusuna battikca kalabalik dagildi ve aradigim sukuneti buldum sonunda.

Kisa bir sure sonra kendimi Guney Afrika`daki hayata alismis buldum. Alismakta en cok zorlandigim trafik kurallari olmustu. Eski Ingiltere somurgelerinden olan Guney Afrika`da da trafik Ingiltere`de oldugu gibi soldan isliyor. Buna ancak bir kac ciddi kazadan kil payi kurtulunca alisabildim. Bir kez alistiktan sonra onceden enterasan gorunen seyler artik gorunmez oldu. Gorduklerime, duyduklarima sasirmaz oldum. Dostlar, arkadaslar edinmeye basladim. Sokaktaki insanlara karismaya basladim. Kirik ingilizcemden oturu onceleri agzimi acar acmaz nereli oldugumu sorarlardi sonradan onu da sormaz oldular. Sanirim sadece ben degil Afrika`da bana alisti zamanla.

Melville, 2005

AFRİKA'DA MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

AFRİKA’DA MİSYONERLİK
Yazan: Mustafa EFE

Afrika’da misyonerligin temel kodlarini elde etmek, somurgeciligi ve uygarlastirmayi anlayabilmek icin hepsini birlikte degerlendirmeliyiz. Cografi kesifler diye adlandirilan tarihin en kanli hareketlerinin baslamasinin altindaki dini temelleri, bu cografi kesiflerin neticesi olan somurgeciligin insanlar uzerindeki fikri ve duygusal etkilerini nasil etkiledigini iyi okumamiz gerekmektedir. Bunun sebebi ise bugun Turkiye’de yuzyuze kaldigimiz misyonerlik hareketlerine karsi nasil bir tavir takinacagimiz ve misyonerligin sadece misyonerlik olup olmadigidir. Misyonerligin kara kitada elde ettigi neticelerin bu hareketi daha iyi anlamamiz icin bir ipucu olabilecegi kanaatindeyim.

Misyonerler girdikleri yerlerde halka yonelik mesruiyetlerini o bolgenin halkindan ileri gelenler eliyle yapmaktadirlar. Misyonerlerin getirdiklerine karsi kendi yerel dinleri ile direnemeyen Afrikali yerliler ya da melezler ya hristiyanlasmislar ya da bu misyoner kiliselerinden ayri kiliseler kurmakta bulmuslar. Siyah beyaz ayrimciligi yok falan deseler de bugun hala siyahlarla beyazlarin kiliseleri -sozde ayri degil ama- ayridir. Misyonerler iki seyi cok iyi gozlemisler ve uygulamislar. Birincisi Afrika’nin yerli insani muzikten hoslaniyor, onlar da kilisede onlarin sevdigi tuden muziklerin ritimlerinden ilahiler caliyorlar. Ikincisi ulkenin kultur ve sosyal yapisini cozumleyen calismalara gore hareket tarzi belirlemisler. Bunun icin de sosyoloji, antropoloji ve arkeoloji gibi modern zamanlarin kutsallari eliyle yapmislar. Mesela Papa 1920’de Afrika’daki misyonerlik calismalarinda kullanilmak uzere yer haritasinin cikarilmasi icin bir etnografi gorevlendirmistir.

Afrika’da kilise tarihinin ilk zamanlarindan itibaren misyonerlik ilkeleri ‘’esitsizlik’’ soylemini yerlestirerek gelistirildi. 1920’lerde bu esitsizlik kavrami Alman misyonerlik otoritelerinin gorusleri tarafindan guclendirildi. Iste Afrika son besyuz yilini bu tecrubeyi yasayarak gecirmistir.

İşbirliği
Cok onemli bir nokta da misyonerlik konusunda butun kiliselerin misyonerlik hareketleri var fakat birbirleriyle bu konuda bir cekisme ya da tartismaya girmiyor. Dahasi hristiyanlik konusunda ayrildiklari noktalari bile one surseniz hemen gecistiriyorlar. Ve her kilise gitmis kendi misyoner teskilatini ve kilisesini kurmus. Gordugunuz misyoner okulunun biri presbiteryanlara bagliysa digeri Roma Katolik Kilisesi’ne digeri de Tanrinin Kralliginin Evrensel Kilisesine veya Iskoc kilisesine baglidir. Isin dikkate deger diger tarafi ise ikiyuz yil evvel kurulan sinodlari bugun hala ayni kilise veya bolge desteklemeye calismalari finance etmeye devam etmektedir. Misyonerlerin sosyo-ekonomik aktiviteleri insanlari kilisenin bir uyesi yapmada buyuk bir rol oynadi. Siyasi guc Afrika’da dinlerin yayilmasi icin onemli bir faktordur. Somurge oncesi Afrika ulkelerinde monarsi ya da kabile yonetimleri vardi ve insanlar da kabilenin efendisinin dinine tabi oluyorlardi. Somurge yonetimleri kurulduktan sonra genelde oncelikle kabile sefleri onlara makamlari birakilacagi vaadi ve maddi cikarlar yoluyla hristiyanlastirildigi icin ya da kolelestirilenlerin beyaz efendileri hristiyan olduklari icin efendilerinin dinlerine tabi oldular yani hristiyanlastilar. Somurge yonetimleri, universite yonetimleri ve misyonerler tarihin en buyuk isbirliklerinden birini yaparak kara kitanin en ucra kosesine bile ulasmislardir. Universitelerin hazirladiklari sosyolojik, arkeolojik ve antropolojik calismalarin sonuclarini kullanan misyonerler ulkeye nufuz etmis somurge yonetimlerini mesrulastirmislar onlar da koskoca bir kitanin kaynaklarini beyaz adamin ulkesine tasimislardir ve tasimaya devam etmektedirler. Misyonerler her zaman onlari destekleyen kurumlara rapor gondermek zorundaydilar. Bu onlarin hizmetinin cok dogal bir tarziydi. Ve bunu da ozel ifadelerle hile ve tuzak ornekleriyle uygun bir sekilde sagliyorlardi. Onlarin misyonu asla farkliliklari kesfetmek degildi. Fakat kendilerinin dogru olarak kabul ettikleri gercegin tabiatinin daha onceden varolan zanlarini gecerli diye teyit etmekti. (Civilizing Barbarians, Leon De Kock, Witwatersrand University Press, 2001, Johannesburg, sayfa 82)

Müslümanlar ve Misyonerlik
Eskiden eger birisi Musluman ise onu Hristiyanlastirmak mumkun degildir o kisi aklini kaybetmedikce derdik. Fakat misyonerlerin Afrika’da elde ettigi neticelere baktigimiz zaman maalesef isin oyle olmadigini goruyoruz. Artik ilahiyatcilarimiz once ''hangi Musluman hristiyanlasmaz'' sorusunun cevabini verip daha sonra da calismaya baslamalilar. Bir zamanlar Musluman nufus yuzde altmisin uzerinde olan Mozambik’te bugun Musluman nufus yuzde yirmilerde. Bir zamanlar yuzde yetmislerin uzerinde Musluman nufus olan Malawi’de bugun resmi olarak yuzde yirmi gayri resmi olarak da yuzde kirklarda Musluman var. Peki aradaki nufus nereye gitti derseniz cevabi asagidaki resimde gordugunuz direk Papalik tarafindan idare edilen Katolik Yuksek Egitim Merkezi'nde. Burada sadece 50 tane ogrenci var ve bunlar yerli halktan secilip getiriliyor ve onlarin kendi dillerinde onlara hitabeden papazlar olarak yetistiriliyor. Burada enteresan olan ise Papalik'in direk olarak bu sekilde nokta calismalarini kendisinin organize etmesi. Zaten II. Vatikan Konsili'nden cikan kararlara bakilirsa daha iyi anlasilir. Bu noktadan bakildigi zaman diyalog calismalari vs konusunda yeniden dusunmemiz gerekmektedir.

Dahasi misyonerler hristiyanligi kabul ettiremeyeceklerini akillari kestikleri kimi yerlerde de hem hristiyan figurlerinin hem de Islami rituellerin bulundugu ibadethaneler insa ediyorlar. Ruanda’da kapinin girisinde hem hilal hem de hac bulunan bir yer, disariya mikrofondan ezana benzer bir seyler, iceride hem kilise siralari var aralarinda da alkisli vsli bir namaza benzer hareketler yapan insanlar gittikce artmaktadir. Bunu ise Ismaili, Kadiyani ve Bahai gruplar eliyle yapmaktadirlar. Bu gruplardan kimileri icin ingiltere’de ibadethaneler bile kurmuslardir. Afrika’da gitiginiz bircok yerde Aga han universiteleri, hastaneleri gorursunuz. En tehlikeli olani da kimi yerlerde Islami kavramlari kulaniyorlar.
Misyonerler genelde cocuk egitimi, (cunku mezar taslariyla pek isleri yok) dil ogretimi, ciftcilik teknikleri ya da tibbi yardim-klinik acmak vasitasiyla yapiyorlar. Afrika’da II. Vatikan Konsilinden bu yana hristiyan oraniyuzde dortyuz artti. Son iki yilda ise 300 bin Musluman hristiyan oldu.

Sarkiyat calismalarinda da misyonerlerin epey calismalari var. Kur’an-i Kerim’in Swahilice’ye ilk tam cevirisi olan ‘Tafsiri ya Kuraniya Kiarabukwa lugha ya Kiswahili’ bir misyoner olan Canon Godfrey Dale tarafindan yapilmistir. Ki O Zanzibar’daki Orta Afrika Misyonerlik teskilatinda 1889’dan 1925’e kadar calisti ve misyonerlerin Islam uzerinde calisan en buyuk alimi oldu. African Islam and Islam in Africa 96) Bir Musluman tarafindan Swahiliceye ilk Kur’an tercumesi ise 30 yil sonra 1953 yilinda M. A. Ahmedi tarafindan yapilmistir.

Misyonerlik ve Apartheid(Irkçılık/Ayrımcılık) Rejimi
Apartheid pratik ve tarihi zeminde 1935’teki misyonerlik politikasinda hakli bir zemine oturtulmus olmasina ragmen ayni zamanda teolojik temellerinin saglanmasi gerekiyordu. Yeni-Kalvinist dusunce Apartheid’i hakli cikaracak teolojik temelleri sagladi. Avrupali beyazlarin Guney Afrika’ya geldikleri ilk iki yuzyilda Kalvinist olduklari hatirlatildi. Kalvinist ideolojiyi Boer (Guney Afrika’daki Hollandali ciftciler)lere atfeden ilk kisi David Livingstone Afrika misyonerliginin onculerindendir ve Afrika'nin kalbiniAvrupa'ya acan kisi olarak kabul edilmektedir. 1939’da Rev. J. G. Strydom tarafindan kaleme alinan makale nasil mesrulastirildiginin sadece bir tane ornegidir. ‘’Apartheid Inanc Meselesi’’ basligi altinda sunlari yazmaktadir. ‘’Bizim Kalvinist inancimiz ayrica bu Apartheid’le de ilgilenir. Kimileri Kitabi Mukaddes zemini uzerinde surdurulen Apartheid’i hatali diyorlar. Halbuki biz inaniyoruz ki bu Tanri’nin Sozu’nun temelleri uzerinde. Cunku o milletlerin ayrilmasini istedi.’’ (The Apartheid Bible, J.A. Loubser, Maskew Miller Longman, s 53) 1942’de Guney Afrika Cumhuriyeti’nde Apartheid kanunlarini hazirlayan komisyonu adi Federal Misyonerlik Konsili olan bir misyonerler birligi teskilati idi. (Apart 52) Ve bu nihayetinde Guney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948’de beyaz irkciligina dayanan 46 yillik Apartheid (ayrimcilik) rejiminin teolojik temelerini hazirladi. ( The Apartheid Bible, s 56)

Misyonerlik ve Medenileştirme(!)
Misyonerlikle aydinlanma ve medenilesme hep birlikte kullanilmistir. Uc C olarak kodlanan (Christianity, Civilization, Commerce) Hristiyanlik, medeniyet, ticaret Afrika’nin modern zamanlardaki tarihinde birlikte anilmak zorundadir. (Bosch, Davids J. 1991. Transforming Mission: Paradigm Shifts in Theology of Mission. New York. Sayfa 305)

Madagaskar krali Radama Manjaka’nin ingiliz kralina yazdigi mektupta oldugu gibi. O, halkina incili ulastirarak aydinlatacak, mutlu olmanin manasini ve -zorla degil tam tersine misyonerlerin anlayisinin isiginda- hristiyanligi ogretecek misyonerleri davet ediyordu. (Splintered Crucufix, Bee Jordan 1969, Cape Town, s 43-44) Bu, Papa’nin da dikkatini cekmis ve ‘’hakiki imani Malagasilere ogretmeleri icin Roman Katolik Misyonerlerine izin verdigi icin kutsal tesekkurlerini bildiren bir mektup gondermisti. (Splintere 225) Misyonerlik en uygun sekilde kulturel etki ve degisimin amiliydi. Yonetici, tuccar, ciftci ve meskun sahislar gibi diger somurge amilleri somurgecilikle ilgili calismalarin maddi tarafina katildilar fakat misyonerler medeniyetin irfani(!) icinde somurgelestirme ozel gayesine yoneldiler. (Civilizing Barbarians, Leon De Kock, Witwatersrand University Press, 2001, Johannesburg, sayfa 22)

Medenilestirme kavrami bu donemde oldugu gibi o donemde de put kavramlardan biriydi. Bu yuzden misyonerler ingiliz imparatorlugunu medeniyetin yayilmasi icin ilahi olarak atanmis bir imparatorluk olarak goruyorlardi. ( Ashley, M.J. 1982. Features of Modernity: Missionaries and Education in South Africa (1850-1900). Journal of Theology for Southern Africa 38) Marks da ingilizlerin hindistani isgalini medenilestirme gerekcesi ile mesru gormuyormuydu. Goruldugu uzre bunlarin dinlisiyle dinsizi arasinda hicbir fark yok. Ya Turkiye'de Avrupa Birligi'ni uygarlasma projesi olarak goren yonetici zevata ne demeli. Afrikali yerliler direnmislerdi bizimkiler gonullu olarak istiyorlar.

Son yuzyildaki hristiyan nufus oranlarina baktigimiz zaman Misyonerlik calismalarinin neticelerini gorebiliyoruz. Afrika'da 1900'de nufusun yuzde 7'si Hristiyanken bugun yuzde ellinin uzerinde oldugunu iddia etmektedirler. Papua Yeni Gine'de 1950'de yuzde 1 2003'te yuzde doksanyedidir. Amerika her yil misyonerlik calismalari icin 145 milyar dolar harciyor. her yil Afrikalilarin yuzde3.5'i hristiyanliga geciyor. Bir tane Musluman alim Afrika'yi ziyaret etmeyi dusunmezken Papa yedi defa Afrika'ya geldi ve Hz. Meryem'i Afrika'nin Kralicesi olarak ilan etti. Su anda Afrika'da en hizli gelisen kilise Roma Katolik Kilisesi direk Roma'ya bagli. Hristiyanlikta izin olmayan cok evlilige Afrika icin izin verdiler. Afrika'da bir katolik papazin kirk esi var mesela. Mali'de sadece bir papaz 200 kilise, 20 hastane, 50 okul ve 600 kuyu insa etmis.

Taktikler
Misyonerlerin en onemli ozelliklerinden biri de sadece bir toplulukla ya da sembolik rituel seylerle mucadeleye girmediler. Misyonerlerin cogunlukla girdikleri bolgelerde zaten dini ya da yonetenle yonetilen arasidna bir catisma vardir. Bu catismalarin oldugu bolgelerdeki taraflar kavramsal mucadelede digerini maglup edebilmek icin misyonerleri kullanmislardir. Ngoni seflerinin Chewa (bunlar simdi buyuk kismi Malawide olmak uzere Zambia, Zimbabwe bolgesindeler) kulturune saldirilarinda misyonerleri muttefikleri olarak kullanmislardir. (Christianity and Central African Religions, Edited by T.O. Ranger and John Weller, London Heinemann 1975, s 10) Somurge yonetiminde hristiyanligi secmenin manasi somurgeciligin sosyal ve ekonomik gercekliginde hayatta kalmak ve basarili olmak demekti. (Christianity and Central African Religions, Edited by T.O. Ranger and John Weller, London Heinemann 1975, s 86) Emperyalizmin teolojisini misyonerler olusturmuslardir.

Simdi Afrikali yerliler, misyonerlerin ‘Tanri’nin Inayeti’ altinda medeni gucu kotuye kullandiklarini ve gunah islediklerini kabul etmeye cagirmaktadirlar. (Tradition and Change in Africa, The Essays of J. F. Ade. Ajayi. Edited by Toyin Folola. Africa World Press. S 102) Dahasi Afrika’daki bir cok hastalik, problemler ve ugursuzluklarin kaynagi olarak da misyonerler goruluyor. Ve soruyorlar ''Avrupali Tanri felaketi Afrika’ya nasil getirdi?''

Afrika'da Irkçılığın İzleri


SADECE BEYAZLAR (WHITES ONLY)
Yazan: Serhat ORAKÇI


Gold Reef City civarında yeni inşa edilmiş Apartheid Müzesindeydim geçenlerde. Apartheid, beyaz azınlığın 1948’de Güney Afrika’da kurduğu ırkçı rejimin adı. Bu rejim Mandela’nın yirmi yedi yıl sonra hapisten çıkıp, 1994’te yapılan ilk demokratik seçimleri kazanmasıyla sona erdi. Apartheid demek Güney Afrika’da ezilen siyahi halk demek. Daha müzeye varmadan uzaktan kolaylıkla fark edilen yedi ince, uzun sütun vardı bahçede. Sütunların herbirinde büyük puntolarla, bu ülke için faturası hayli kabarık olan bir kavram yazlıydı. Yedi sütun yedi kavram: “Özgürlük”, “Saygı”, “Eşitlik”, “Farklılık”, “Demokrasi”, “Sorumluluk” ve “Uzlaşma”

Görevlinin elime uzattığı giriş kartını alarak müzenin bahçesinden içeri girdim. Öncelikle küçük bir havuz karşıma çıktı. Havuzun bir kenarını çevreleyen genişçe duvarda Mandela’nın şu sözleri yazılıydı: “Özgür olmak, sadece birisinin zincirlerini kırması değildir, ancak başkalarının özgürlüğünü yükselten ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak biçimde yaşamaktır.”

Bahçede, müzenin giriş kapısına doğru taşlı yolda yürürken sol tarafımda duran boş oturma bankını fark ettim. Yeşil bankın üzerinde beyaz putolarla “Europeans Only” yazılıydı. Zihnim yazıda takılı ilerledim. Üç beş adım sonra müzenin giriş kapısındaydım. Yanyana iki giriş kapısından sağdakine yöneldim. Kapının önünde duran otomatik kart okuyucuya giriş kartımı yerleştirdim. İşlerin yolunda gitmediğini bildiren iç gıcıklayıcı bir ses yükseldi kart okuyucudan. Ve kartımı reddetti. Tekrar denedim ama yine önünde durduğum demir kapı açılmadı. Basit bir kapıdan geçmeyi beceremediğimi gören görevli bayan yanıma geldi. Kartımı alarak bir gözattı. Kartın üzerinde yazan, benim fark etmediğim, “WHITES” yazısını göstererek yandaki öbür kapıdan geçmemi soyledi. Elimde tuttuğum kartı incelemeye başladım. Siyah zemin üzerinde beyaz renkle “WHITES” yazıyordu gerçekten. Bu yazının hemen altında da “BLANKES” yazıyordu Afrikansça. Diğer kapıya doğru yöneldiğimde her iki kapının üzerinde yazan yazıları fark ettim. Benim giremediğim kapının üzerinde “Non-Whites” yani beyaz olmayanlar, önünde durduğum kapının üzerinde de “Whites” yani beyazlar yazan birer tabela vardı. Şaşırmış vaziyette ikinci kapıya yanaşarak kartı makineye taktım. Demir kapı açıldı. Ve müzeden içeri girdim. O esnada, ben hangi rengin mensubuyum acaba, diye düşünmeye başladım.



Yürüdüğüm dar koridorda demir kafesler tavana kadar uzanıyordu. “Europeans Only” yazılıydı kafeslerin arasındaki boşluktan sarkan kara levhalarda. Ve kafeslerin gerisinde, yani içinde, Apartheid döneminde insanları renklerine göre ayıran onlarca kez büyütülmüş kimlik kartları asılıydı. Her kimlik kartının üzerinde vesikalık bir resim, isim, soyadı ve ırk göstergesi bir ibare vardı: Malay, Indian, Chineese, Cape Coloured, White Person... Bu bölümde kimlik kartlarının haricinde o dönemden kalma silahlar ve kurşunlar da sergileniyordu.



Sonraki bölüm kısa bir Afrika tarihini içeriyordu. Küçük odalar ve herbir odada mağara resimleri, ilkel araç-gereçler vardı.

Müzenin asıl belkemiğini oluşturan ikinci bölümün hemen girişinde altın ve elmas madenlerinde kullanılmış bazı aletler, hatıra defterlerinden sayfalar sergileniyordu. Bu bölümde Ganhi’nin Güney Afrika’da iken tuttuğu günlüklerden sayfalar da vardı. Ben bu sayfalarda yazılanları okumaya çabalarken görevli bir bayan, bir, iki dakika içerisinde sinema gösterimin başlayacağını sinema salonunda yerimizi almamız gerekteğini bildirdi.

İzlediğimiz Güney Afrika tarihini anlatan bir belgeseldi. Müzik eşliğinde bölgenin ilk yerleşimcilerinden kalma mağara resimlerini izlemeye başladık. Sonra sırasıyla 16. yy’da Avrupalıların Afrika kıtasına gelişini, önce Hollandalıların Güney Afrika’yı ele geçirişini sonra İngilizlerin ele geçirme mücadelesini, altın ve elmas madenlerinin bulunuşuyla başlayan altına hücum yıllarını, siyah halkın köle haline gelişini ve Apartheid rejimin kurulmasına kadarlık olan, yani 1948’e kadarlık tarihi olayları izledik. Belgeselin 1948 yılında yani Apartheid rejiminin iş başına geldiği tarihte bitmesi beni oldukça hüsrana uğrattı. Sinema salonundan çıkar çıkmaz rastladığım ilk görevliye: Filmin erken bittiğini aslında devam etmesi gerektiğini söyledim. Görevli bayan gülümseyerek Apartheid dönemine kadarlık kısmı filmden izlediğimizi, şimdi müzenin geri kalan kısmında 1948’den sonraki tarihi olayları kare kare izleyeceğimizi söyledi ve yolu gösterdi.
Müzenin bu kısmı siyah-beyaz fotoğraf kareleri ve televizyon görüntülerinden oluşuyordu. Sırasıra dizilmiş fotoğraf kareleri ve televizyon görüntüleri... Televizyonlarda değişik görüntüler durmadan tekrarlanıyordu. Birinde Apartheid rejiminin mimarı H.F Verwoerd’in şu sözleri: “Bizler farklıyız, farklı yaşamalıyız...” yükselirken bir diğer televizyonda 1961 yılında Mandela’yla yapilan ilk TV röportajı yayınlanıyordu. Bunların haricinde işkence odaları, kurşunlanmış zırhlı bir araç, yüzlerce kişiyi asmaya yetecek temsili ipler ve o dönemde siyasi suçtan asılan yüzlercesinin isminin yazıldığı liste, asılan bazılarının fotoğrafları.

1948’de Apartheid rejiminin iş başına gelişinden 1994’de Mandela’nın partisi ANC’nin seçimleri büyük farkla kazanmasına kadarki dönemde yaşananları izleme fırsatı sunuyordu müze. Giriş kapısında uyguladığı ırkçı giriş sistemiyle, içeride durmadan tekrarlanan televizyon görüntüleriyle o kara günleri canlı tutuyordu âdeta. Binlerce kareden aklımda kalan bazıları:

Üzerinde “Whites Only” yazan üst geçit.
Sırtında beyaz bir çocuğu taşıyan, bakıcı siyah kadın.
Plajda yürüyen beyaz adam, hemen arkasında eşyaları taşıyan siyah hizmetçi adam.
Yanan barakasına kovayla su döken siyah kadın.
Evinin havuzunun kenarında güneşlenen çıplak, beyaz kadın ve onun hemen arkasında yerleri süpüren siyah kadın hizmetçi.
Genişçe bir meydanda yere yığılmış, onlarca siyah ölü beden.
Mandela’nın Apartheid rejimine ait kimlik kartını yaktığı an.
Önüne gelen siyaha kimlik soran beyaz polisler.
Eylem yapan binlerce siyah.
Eylemcileri tekmeleyen, joplayan beyaz polisler.
Oy vermek icin uzun bir kuyruk oluşturmuş siyah halk.
Ve Mandela’nin sağ yumruğu havadayken gülümseyen fotoğrafı...

22/12/2002
Joburg

SOUTH AFRICA

South Africa Today: State Order Versus Social Instability
Writer: Mehmet ÖZKAN

When Nelson Mandela walked out as a freeman on 11 February 1990 after serving 27 years in prison, most of the people were in the sense of expectation that a civil war would broke out. It did not happen, but until 1994 when real political power transformation took place from white minority to black majority, the small versions of such clashes did happen. So-called civil war, by contrast to expectations, mostly took place among blacks, namely historically Zulus’ party Inkatha Freedom Party (IFP) and African National Congress (ANC), not between whites and blacks. The period of transformation – 1990/1994- witnessed not only contradictions and rumours, but also miracles. Contradictions was the fight among blacks, the rumours were the support of white minority group to IFP to trigger the peaceful transformation. The miracle was of course the leadership that has been shown by Mandela and other ANC leaders. Today’s South Africa is still facing the dilemma of miracle, rumours and contradiction. The only difference is the players.

The term ‘apartheid’ in political literature means more than ‘separation’. Thanks to South African history, apartheid entered the political philosophy as a political system like democracy, totalitarism or fascism. After apartheid ended in 1994, last 12 years of transformation in South Africa had brought little in economic conditions of poor, and service delivery to townships. Government with all his good intention are still lacking behind the expectation. As is well-known, political transformations does not mean automatically economic and psychological transformation. Political power is important but a slippery one. It initiates projects but none can guarantee that it will see the end. After 12 years, South Africa has been figuring out its place in global politics, role in Africa and possible contribution to. South African society psychologically due to historical legacy is quite disoriented. Racism (positively or negatively) is still the most single defining factor in many ways. Different groups (Indians, blacks, whites, coloureds, etc) do still live in their own ghettoes that was created during apartheid era. Social barriers are still quite strong. Cross-racial marriage or interactions are still limited to working environment.

Corruption, HIV/AIDS pandemic and unemployment could be defined as main problems that South Africa is dealing with today. Unemployment rate ranges between %26 and %40 depending on which statistic you choose to rely. The number of people who live with HIV/AIDS is officially five million, unofficially ten million out of 43 million total populations. With this number, South Africa has the biggest AIDS population in Africa, globally only competing with India. Corruption is like a political tradition in African politics. Especially after independence, African countries have raced in two things: getting aid from global donors and corrupting it. This was especially the case for first generation leaders who took their countries to independence. The second-generation leaders seem more careful in using public money and serving the society. Though such leaders are small in number, they are more influential in international and local political context. Old generation leaders and ‘those old in heart and mind’ have thought that politics is a business, and being politician is seemed as merely an employment for that matter.

The corruption-HIV/AIDS context, South Africa has had its most high-profiled judgment recently. President Thabo Mbeki fired Former Deputy President Jacob Zuma in 2005, because the latter having found a ‘generally corrupt relations’ with his ex-financial adviser by the Durban High Court. While this high profile corruption case is waiting to take its course in June-July, the nation has shocked by another incident that linked to the same person, Jacob Zuma. An old friend’s daughter who has HIV issued a rape case against Zuma. Even though the court concluded that Zuma is found ‘not guilty’ on 9 May 2006, during the court proceedings the largely white-dominated media has cartoonized a high-profiled Zuma basing their arguments on rape and HIV.

Psychological and mental imprint of apartheid history on South African society are quite vivid. As is the case in all colonial societies, South Africa’s psychological and mental liberation are still on the way. Far from having new, indigenous and local intellectuals, the society is battling to find solutions for deep-seated problems. Although, there is an increasing group of intelligentsia who are ready to re-define South Africa from many perspectives, the number of them and most importantly the influential ones are few. This nascent group is different from those who become influential after the independence in colonial countries in Africa. The group are, to a large extent, more preoccupied with Africa than South Africa. They deeply believe in African Renaissance- the rhetoric that has been favoured by Thabo Mbeki of South Africa. In that field of transformation, there can bee seen huge hope for future, which might re-define Africa’s role in global politics in coming years in general.

While South Africa consolidated internal politics during Mandela presidency (1994-1999), after Mbeki elected it developed and implemented more rational and long-term oriented policies internally and externally. Internally government engaged a huge redistribution of wealth process between historically advantaged whites and historically disadvantaged blacks. Black Economic Empowerment and Affirmative Action have been the pioneering plans in this regard. It is not necessary to go into details but it is fair to say that there is many controversies related to these a plans. Highly respected people in the society such as Desmond Tutu, who won also Nobel Peace Prize, are very critical and saying it serves only a small group of people rather than entire society. South African president Thabo Mbeki’s brother Moeletsi Mbeki has become more critical by saying South African state is ‘a distributing state rather than productive one’.

Overall South African society and government have been dealing with to transform society. ‘Transition’ took place in 1994, but ‘transformation’ is still taking time, it seems it will take more. Economical, mental and social injustices are the words to define South African society. On the one hand, there is a strong government with a strong economy, on the other, a weak society and social economy in terms of social conditions prevails. One is a timely-bomb; the other is the engine of Africa. The imbalances between state and society is something to watch carefully in South Africa, because unless a balance is created, South Africa will be living on the verge of crisis and social disorder.

SOUTH AFRICA, TSOTSİ and OSCAR

South Africa, Tsotsi and Oscar: A Long Term Perspective
Writer: Mehmet ÖZKAN

The 2006 the Best Foreign Language Film Oscar Academy Award went to South Africa, and Africa at large. Based on a novel, Tsotsi is story of a township gangster in South Africa. At large, the award was not a surprise for South Africans, because last year (2005) a South African movie, Yesterday, was also being nominated for Oscar, however was unsuccessful.

Africa at large and South Africa in particular have been suffering a rate of violence crime that has been increasing, not least last five years. Put simply, this ranges from hijacking cars, breaking houses and robbery. Government is trying to prevent crime but its efforts are, in best term, worthless. Police forces enjoy no legitimacy in the eyes of public. Society does not trust them, but as they do private security companies. It is normal to see everyday a security company existing. If not solved, with a worsening and complicating situation, South Africa is heading toward a cul-de-sac.

South African society has inherited a complex social (in)security from apartheid era. Until a decade ago, society was defined in accordance with people’s race. The role of people in society was defined on the base of, not what they could achieve or could not, but what their ‘skin’ colour was. Apartheid era, which represents a period of huge human rights abuses, left an undeniable imprint on South African society, whites and blacks alike.

South Africa has deep problems. Rape and crime is the never-changing headlines of the newspapers and prime-time TV news. Society read and listen crime stories everyday; children grow by listening hijack stories of their 'brothers'; and people afraid of walking on the street because of crime; all of which do not exaggerate the main problem of South Africa, but tell the truth honestly.

Against this background, Tsotsi represents the real face of South Africa. It is the very normal story for an ordinary South African. To some, even this movie do not show the worse.

Politicians and society leaders together with the public have enthuasticaly welcomed Tsotsi’s bringing Oscar to South Africa without questioning, let alone doubting, it. Newspapers and TV commentators emphasised the role that Tsotsi could play globally: to advertise the country. However, one point is always missed. The movie, yes, advertises the country but in a bad way. If anyone sees this movie will re-think to come to South Africa for tourism purposes, where tourism is one of the fastest growing sectors and South African government pay too much attention to develop it. People must remember the influence of the Midnight Express, a movie that portrays Turkey in a very negative way. Although the movie was made in 1978, it is very interesting to see that people, mostly those who have never been to Turkey, still ask about this movie today. Even in South Africa I came across personally that people know Turkey the way it is shown in the Midnight Express. In that regard, Tsotsi’s long-term influence would be negative on South Africa. In general, Africa as a continent has been already equated with negative perceptions (AIDS, poverty, malaria etc.) for global society and ordinary people in the East and East alike; and after Tsotsi’s wide-screening globally, it would just contribute (or even support) to this existing negative image of Africa at large and South Africa in particular, I am afraid. Especially in the ahead of World Cup 2010 which will be hosted by South Africa, one needs to ask how many people might change their minds to come South Africa. In Tsotsi, there are some scenes that are really threatening. At the beginning of the movie, the scene where Tsotsi and his friends kill a man in a train is really perplexing. To add salt to the injury, the indifference of people in the train is worse. If we take into account the fact that during the World Cup, most of the visitors would be relying on train for transportation, this movie is unlikely to contribute positively on South African tourism.

The other interesting (perhaps contradicting) point is that South Africa itself has trying to create a positive image of Africa for last a couple of years, through the NEPAD project, re-awakening of the African Union (AU), and G-8 meetings. In today's world, no one can underestimate the influence of media on the people's perception, positively or negatively. It would be interesting, I guess, to wait and see the clash between a self-made Midnight Express of South Africa (Tsotsi) and a self-picked up role to depict Africa positively in South African foreign policy discourse.astly but not least, winning Oscar is good and attractive, but in the long run the movies that portrays any country negatively might be an obstacle rather than part of solution, as Turkey experienced by the Midnight Express for more than two decades.

SOUTH AFRICA-THE DECADE


SOUTH AFRICA – THE DECADE
Writer: Edward Phatudi

The first decade has gone by; South Africa a country which marveled the rest of the world by the historical transition it undertook to achieve a democratic regime. A country (South Africa) which has been under Dutch east Indian company colonial rule, British colonial rule and apartheid regime close to three centuries. In all that period the majority of the people have been pacified, grossly robed of their self esteem, psychological and cultural identity as African people.

The developments that led to the transition to end injustice, inequities and captivity from a crippling system were made possible by a political will from both the leadership of the African National Congress and National Party in the early 1990’s. The Negotiation process named CODESA facilitated by the National Party government went underway and were ‘frank but cordial’, which led to the first democratic elections in the country. On the 10th of May 1994 Nelson Mandela was sworn as the first democratically elected President of South Africa..

President Nelson Mandela’s term was used to put in place the Policies of reconstruction and development and the introduction of the Truth and reconciliation commission to facilitate the confessions and exposure of politically motivated crimes and their pardons, With the intention of promoting reconciliation. However critics say that the commission discouraged rather than encouraged reconciliation because it was seen as being lenient towards the ANC leaders, the process none the less was hailed as a success both in South Africa and in the international community.

In 2004 the country went to the polls the for the third time to elect Thabo Mbeki (Nelson Mandela’s successor) as the president of South Africa, who will be serving his second and last term.

It is with this background that one will be able to contextually fully comprehend and understand the significance of the country’s achievements thus far in only ten years and challenges that are facing the country.

The ‘New South Africa’ is currently undergoing a historical restructuring process both internally and in relation to the African continent and the rest of the world.
Over the past ten years policies and measures were specifically put in place to address the imbalances caused by colonial and apartheid legacy. The existence of what is loosely coined the two economy (one poor the other rich), the attempt was to decrease the gap between the poor mainly the majority and the rich predominantly the minority.

One of the profound challenges facing the country is the stringent capacity to deliver efficiently and timely to its people and often used by critics and the opposition as failure of the ruling party to deliver. This is an unfortunate reality which must be addressed by both government in creating an enabling environment and the private sector in expanding the technical skills and personal capability.
Since 1994 South Africa went through a wave of an escalating reported crime largely coursed by lack of capacity and insufficiently trained police staff .According to statistics South Africa(mid year estimates 2004) there is nationally one police officer for every 415 citizen. It will take the efforts of government in improving the conditions, increasing the police force and a reasonable remuneration, civil society in assisting the police force to detect and arrest the suspects and an efficient court system in trialing and prosecuting them.

In recent years South Africa’s disturbing and a concerning scourge of HIV/AIDS epidemic, the scourge has led it to be both a political and a human issue. The government has rolled out AZT or Nevirapine to pragnent woman and infants. The former President Nelson Mandela has been an influential patron in making the public aware of the epidemic and endeavoring to remove the stigma of shame associated with the infection. His most recent display of his preaching was when he declared to the South African Public and the rest of the world that his only surviving son Makgatho Mandela died from an AIDS related illness.

When the country opened itself to the rest of the world, the country’s fiscal condition was in a bad shape. South Africa had a huge budget deficit, huge inequalities between the rich and the poor high level of unemployment.
Today South Africa as a strong middle power and an influential emerging economy enjoy low inflation rate of 3.6%,though what is seemingly relatively high interest rates at 11%, they have been falling from high levels of 17% a couple of years ago ,the country’s deficit leveling at around 3% and a Rand/Dollar exchange rate at around R5.84 to 1 dollar and a relatively stable foreign reserve account. The above achievements are attributable to the country’s economic fundamentals and the governments macroeconomic strategy labeled GEAR(Growth Equity And Redistribution) a stable political environment, a policy introduction of employment equity(its aim being to ensure proportional representivity in the work place),the facilitation of the introduction of black economic empowerment charters which its objective is often misunderstood, its aims are to redress the imbalances in the economy which in the past and to an extend today, the white minority have been dominating the economy (the details of the black economic empowerment will not be elaborated satisfactionately as it falls out of the scope and objective of the article) and of course favorable global economic conditions particularly in the emerging economies.
The critics of the government’s GEAR Policy have cited the shortcomings of the policy in reducing high levels of unemployment, reducing poverty and stringent labour laws which are seen as hampering the economic growth and employment.

South Africa’s relation with the rest of the world post apartheid regime and the beginning of the democratic era was somewhat ambiguous and almost undefined. The Ruling party’s close relation with the so called the ‘pariahs’ or ‘threats’ of the world like Cuba, Iran and Libya even concerned western powers to intervene and try direct the country’s diplomatic relations. The attempt by the United States to influence South Africa to distance itself from Libya failed dismally, the country asserted itself on the direction of its diplomatic relations. The assertion was mainly informed by the moral principle of maintaining a friendship dating back during the years of the struggle and the hospitality which the countries have given to the ruling party.
This however was not achieved without criticism both locally and internationally. They maintained that South Africa should not be associated with such countries as they will be alienated (both politically and economically) by pivotal critical western countries. The Lockerbie issue vindicated South Africa’s diplomatic relation with Libya, as it served as the catalyst to broker a deal of handing over the suspects to the United Nations.

South Africa’s foreign policy has been constructed from the premise of rebuilding relations with the Fellow African States and building new strategic partnerships in critical regions in the world.
President Thabo Mbeki’s administration foreign policy on the African continent is somewhat prudent and cautious. South Africa’s hegemonic position on the sub regional level and she being Africa’s wealthiest and well resourced country, she is cautious of being overbearing and dominating. At the same time endeavoring being a facilitator of solving conflicts on the continent and uniting the continent in order for it to speak with one voice, this is seen with south Africa’s presence in Democratic Republic of Congo Burundi Togo and Cote d’Ivoire, that may seem ambitious and idealistic but it’s a course to be pursuit by generations to come till its achieved.

South Africa’s relationship with its neighboring state Zimbabwe has sparked criticism towards Mbeki’s approach of quite diplomacy when dealing with the Zimbabwean issue. The proximity of the country, the close relationship between the ANC and ZANU-PF and President Robert Mugabe’s stature through the African continent makes the approach a complex diplomatic issue for South Africa to deal with. The Last thing South Africa needs is to publicly condemn and polarize Robert Mugabe and risk to loose the moral currency which the country so needs to obtain co operation with critical regions on the continent in order for it to push the African Union’ Agenda of reconstructing and rebuilding the continent.

South Africa is strategically using regional and global structures such as SADC (Southern African Developing Countries), UN and AU to pursue its diplomatic objective. It has opted to use the SADC in dealing with the Zimbabwean issue. It has formed strategic partnership with Brazil and India in creating strong lobby group to put forward the agenda of the poor developing countries on the western countries discussion tables.

South Africa, a decade has gone by; challenges are laying ahead, the country with enormous potential, a country full of opportunities. History will be the judge of today’s sociological and political events.


AFRİKA'DA DİN


AFRIKA’DA DİN
Yazan: Münir İKBAL

GELENEKSEL AFRİKA DİNLERİ

Batili Avrupali gucler tarafindan gecmiste Afrika’nin mikaddesatina karsi saygisizlik yerli Afrika insaninin geleneksel kulturlerini ciddi sekilde etkiledi ve bir cok geleneksel inanclar, sosyal degerler, gelenekler ve ritueller gormezlikten gelindi ya da yokedildi. Avrupali hristiyanligin ve degerlerin girisiyle Afrikali yerli insanlar geleneksel antik ruhi koklerinden koparildi.

Hepsi olmamakla birlikte Geleneksel Afrika dini tek Hakim Yuce Tanri’nin varligini merkeze alir. Bundan dolayi O yerdeki ve gokteki herseyin yaraticisi olarak onlarin kaynaklari da yalnizca O’na aittir. O hasmet ve celalinde mukayese edilemeyecek kadar krallarin uzerinde buyuk bir kraldir. O heryerdedir. O herseye gucu yetendir. O mutlak sonsuz, herseyi goren bilendir. Geleneksel Afrika dininin tanrisi ritual ve etik olarak da Kutsal Tanridir.

Dini inanclarda gunluk hayatta kutsal ve sekuler diye bir ayrim yoktur. Kutsal ve sekuler dunya ayrilmadigi icin hayatta ayrilmamisti. Bu yuzden ibadet etmek icin belirli bir zaman yoktur. Her gun her an ibadet edilebilir. Yazili hicbir inanc yoktu cunku butun inanclar yaslilarin gelenegi vasitasiyla sahislarin kalplerinde sonraki nesillere ulasmisti. Inanc dogmatizm uzerine kurulmustu.

Bir diger onemli unsur da ruhlardir. Ruhlar heryerdedir, agaclarda, nehirlerde, kayalarda. Bu ruhlar Afrika toplumunun ahlaki sahipleri olarak hareket ederler. Onlar suclardan igrenirler. Bu ruhlar geleneksel din adamlari vasitasiyla isteklerini topluma iletirler. Geleneksel din adamlari da dinsel torenler vasitasiyla onlari memnun ederler. Bu dinsel torenler dans, muzik, sanat veya tanriya sarap sunmakla yerine getirilir. Afrikali ruhlar guclerini, ilhamlarini ve hikmeti Tanri’dan alirlar. Semboller de cok onemlidir. Cunku semboller gorunmeyen ruhlarla yasam arasindaki bagi kurarlar. ( African Traditional Religions: A Definition, Idowu E.B., London: SCM Press 1980 s 103 vd)

Tanri icinse Afrikalilar kendi dillerinde cesitli isimler verdiler. Burada birkac ornek verecegiz. Mulungu Kenya-Akamba, Makumba Zambia-Aushi, Si Kamerun-Bamileke, Imana Ruanda-Banyarwonda, Mulungu Malawi-Chewa, Kalunga Angola-Chokwe, Unkulunkulu Guney Afrika Cumhuriyeti- Ndebele ve Zulu. Afrika dinleri hakkinda simdiye kadar kullandigimiz kavramlari batililarin kullandiklari kavramlardan aldigimiz icin biz de onlarin dinlerini ilkel, putperest, fetisist, animist, atalara ibadet edenler, totemistler, tabiata tapanlar gibi kavramlar kullandik. Fakat bunlarin hepsi geleneksel Afrika dininin alimleri tarafindan reddedilmektedir. Kullandiklari kimi kavramlar ve unsurlar Tanrinin yuceligine isaret diye kullanilmaktadir. Gunes ve ay cok degerlidir. Etiyopya’nin Galla insanlarina gore tanri’nin gozudur. Zambia’nin Ila insanlarina gore ise Tanri’nin sonsuzlugunun gostergesi olarak kabul ederler. Bu gunese tapma olarak genellestirilmistir. Son yuzyil Geleneksel Afrika dinleri icin tam bir felaket olmustur. Ozellile Roma Katolik kilisesinin calismalari sebebiyle yuzde doksan oraninda kaybetmislerdir. Angola gibi. Isin garibi tek Tanriya inanan geleneksel Afrika dinlerine mensup insanlar uc tanrili hristiyanlik dinine girince putperestlestiler.

AFRIKA’DA YAHUDILIK
Yahudiler inanc olarak sadece ana tarafindan yahudi olanlari yahudi olarak kabul edip kimlik verirken Afrika’da cok farkli bir politika izliyorlar. Kayip yahudi kabilelerinin bir kisminin Afrika’da oldugunu iddia ediyorlar. Bugun Afrikali yahudilerin atalarinin bu kayip yahudi kabileleri oldugunu iddia ediyorlar. Gana’da, Abayudaya’da (Uganda) cok az Timbuktu’da (Mali), Fas, Tunus, Rusape (Zimbabwe) de Afrikali yahudiler var. Afrika kitasinin guneyinde Zimbabve, Guney Afrika, Zamba, Malvi bolgesinde yasayan Lemba kabilesi mensuplri da Hz Suleyman’in soyundan geldiklerine inanmaktadirlar. Zimbabve’deki Ophir harabelerinin kalintilarinin Zimbabve’ye altin aramak icin gelen Hz. Suleyman’in Sebe Melikesi icin yaptirdigi kalenin kalintilari oldugunu soyluyorlar. Yerel Karongo dilinde insanlar burayi “”Mumbahuru’’ diye adlandirmaktadir. Manasi ‘’buyuk / yuce kadinin evi’’ demek. Lemba kabilesi mensuplari cenaze torenlerinde, Harman festivallerinde soyledikleri Ndinda sarkisinda ‘’Biz Sina’dan geldik’’ demektedir. Fakat bu sina Misrir’daki mi, Yemen’deki mi, yoksa Mozambik’teki Zambezi nehrinin kiyisindaki koy mu? Bu kesin degildir. Domuz eti yemeyen, erkek cocuklarini sunnet ettiren bu kabile Afrika kitasinda yahudi oldugu kabul edilen yerli en buyuk gruplardan biridir.

Guney Afrika Cumhuriyeti’nde ise Afrika kitasindaki en buyuk yahudi nufusu vardir. Su anda 400 binin uzerinde fakat resmi kayitlarda pek gorulmez. Bunlarin cogu Finlandiya ve diger avrupa ulkelerinden gelmislerdir. Ozellikle altin ve elmasin bulunmasindan sonra buraya yerlesmislerdir. Ekonomiyi ellerinde tutmaktadirlar. Bugun Afrika genelinde besyuzbine yakin yahudi bulunmaktadir.

AFRIKA’DA HRISTIYANLIK
Hristiyanlik Roma’nin resmi dini oldiktan sonra Roma’nin girdigi her yere girme imkani buldu. Fakat bu Afrika’da Kuzey afrika ve Kizildeniz cevresi ile sinirli kaldi. Bu donemde Afrika’da iki merkez iskenderiye ve Kartaca Hristiyanlik icin iki onemli merkezdi. Sahra altina hristiyanligin girisi ise 15. yuzyilda Avrupa’dan Incili getiren ilk misyonerlerle baslar. 1415’te Portekizlilerin Barbarey korfezindeki Ceuta’yi almalariyla baslar. 1484’te Kongo’ya 1486’da Umit Burnuna ulastilar. 1490’larda Kongo Krallligi Hristiyan kralligi oldu fakat Benin ve Mutapa’da daha az basariliydilar. Afrika’da Hristiyanligi Roma Katolik Kilisesi, Protestan Kiliseleri ve Afrika Yerli Kiliseleri diyebilecegimiz uc ana grup altinda toplayabiliriz. Son gruptakiler protestanligin Afrikalilasmis versiyonudur. Misyonerler yapmis olduklari nokta atisi calismalari ile Afrika ulkelerinin basina gecen liderler siki birer hristiyandir. Kenya’nin kurucusu Jomo Kenyatta ve ikinci devlet baskani Daniel Arap Moi, Zambia’nin kurucusu Dr. Kenneth Kaunda, Fildisi Sahillerinde Houphouet Boigny, Tanzanya’da Nyere, Malawi’de Dr. Banda gibi.

Papalik 1920’lerde strateji degistirmeye baslamistir. Once kilisenin tarihinde ilk defa 22 Ugandali Azizlik mertebesine yukseltildi ve Aziz Peter Meydani ilk defa Afrika davullarinin sesleriyle yankilandi ve Papa Benedict ‘iste bu Afrika’nin saati’ diyordu. Misyonerler gecici bir merhaledir diyordu Papaz Pierre Charles ve ekliyordu ‘‘Afrika’yi hristiyanlastiracak olanlar Siyah Afrikalidir.’’ 1965’te sona eren II. Vatikan Konsili’nden diyalog calismalari yolu ile hristiyanlastirma karari alinmasindan sonra Afrika’da yeni stratejiler gelistiren Papalik bunun neticesini almistir. II. Vatikan Konsiline kadar 75 milyon olan hristiyan nufus 2000’de 351 milyon olmustur. ( A History of Church in Africa, Bengt Sundkler and Christopher Steed, Cambridge 2000, 627,629,906) Cogunlukla Tek Tanri’ya inanan yerli Afrika insani Hristiyanlikla karsilastiktan sonra uclesen tanri karsisinda kimileri kabul etmis fakat Kenya’daki Masaai kabilesi gibi kimileri ise direnmislerdir.

AFRIKA’DA ISLAM
Islam Afrika’ya ilk Habesistan’a hicretle girdi. Ve bizim hic dusunmeyi aklimiza getirmedigimiz Islam’in Medine’den once Afrika’ya ulastigi gercegiyle Afrika’daki Hicri Yilbasi kutlamalarindan Mevlid Programlarina varincaya kadar heryerde karsilasirsiniz. 639’da Islam ordularinin Misir’a girisinden 711’de Tarik bin Ziyad’in Atlas Okyanusu’na ulasmasiyla Afrika kitasinin Kuzeyi Islam’la tanisti. Putperest Roma ve Hristiyan kulturunu Magrib’den sildi. Daha sonra 7. yuzyilin sonu ile 8. yuzyilin basinda Emevi Hilafetine karsi ayaklanan Umman Araplarinin Afrika’nin dogusundaki Zanzibar’a kacip kitanin dogusunda Zanzibar’a yerlesmeleriyle Afrikaya ikinci giris basladi. Zanzibar Farsca’dan gelme, zenc siyah, bar da sahil demek. Yani zencilerin sahili, yasadigi yer. Bugunku Kenya, Tanzanya ve Mozambik tarafindan Afrika’ya girdiler. Afrika’ya ise yeni bir din ve kultur getirdiler. Bantu dil ailesine mensup kabilelerle karsilastilar. Ve simdi ‘’swahili’’ (Arapca sahil kelimesinden sahiller-sahile ait olanlar ve neredeyse yuzde kirkindan fazlasi arapca olan dil) diye adlandirilan dil ve kultur ortaya cikti. Araplar yerli kadinlarla evlenmekten kacinmadiklari icin Islamlasma daha hizli ve fazla olmus. Hindistandan geleneler ise Afrikali yerlilerle evlenmedikleri icin Islam’in yayilmasindan ziyade Islam’in bir Hint dini diye anlasilmasina sebep olmus.

13. yuzyilda sahil bolgesinde 37 tane sehir vardi. Zimbabve’den gelen altin ticareti’nin merkezi olan Kilve ise Sirazi Devleti’nin baskenti olarak en mureffeh zamanini yasadi. 15. yuzyila kadar sahil devletlerinin hepsi Muslumandi. Araplarin yerel halkla irtibata gecmis olmalari iyi bir baslangic iken kitanin iclerine dogru girmeye tesebbus etmemeleri ve sadece ticaretle ilgilenmeleri Musluman nufusun Orta Afrika’da az, Guneybati Afrika’da ise yok denecek kadar az olmasina yolacmistir. Indonezya adalarindan gelen Malayca (Malagasy) konusanlarin yerlestigi Madagaskar’a bir sahabenin geldigi ve bir zamanlar adanin ucte ikisinin Musluman oldugu bilgisi varolmakla birlikte kesin bir kayit hala bulunamamistir. Fakat dibindeki Komor (Kamer-ay) adalarinin yuzde 98’i su anda Muslumandir.

Nil’in kaynagina dogru yayildiktan sonra Araplar bu bolgeden baslayarak Etiyopyanin yuksek bolgelerine oradan da Senegal Irmaginin agzindan Kamerun’a kadar olan bolgeye ‘Bilad-i Sudan yani Siyahlarin memleketi’’ adini vermisler. 8. yuzyilda altin ticaretiyle unlu Ghana’yi da astronom Al Fazari herhalde Arapca’daki ‘’zengin, varlikli’’ manasindaki ‘’gana’’ kelimesinden alarak adlandirmis ve ‘’altin bolgesi’’ adini vermis. Cezayir Fas bolgesinden asagi inen Muslumanlar bugunku Mali, Moritanya, Nijeya bolgelerinde Islam’in yayilmasini saglamislar. Fakat maalesef Kongo, Angola, Namibya, Bostwana ve Guney Afrika’ya inilmedigi icin cok az Musluman nufus var.

Kuzey Afrika’da Maliki Mezhebi yagin olmasina ragmen kitanin diger bolgelerinde Hanefi ve Safii mezhebleri agirliktadir.

Kasif-somurgecilerin gelmesinden sonra yaklasik besyuzyildir suren bir mucadele baslamistir. Modern zamanlarda somurgecilik girmeye basladiktan sonra Afrika’daki en buyuk direnisi Ticanilik, Kadirilik, Sazeliye, Muridilik, Senusilik gibi tasavvufi hareketler gostermislerdir. Kadirilik Afrika’daki en buyuk tasavvufi harekettir. Tasavvufi hareketler Islam’in kitada yayilmasini sagladigi gibi Muslumanlarin entellektuel gelisimlerini de saglamistir. (The History of Islam in Africa, Ed. Nehemia Levtzion and Randall L. Pouwels, Ohio University Press 2000)

Bugun Afrika kitasinin yuzde ellisinden fazlasi Muslumandir. Misyoner calismalari neticesinde kimi yerlerde gittikce azalmasina ragmen hala yuzde ellisinden fazla oldugunu iddia ediyoruz. Hristiyanlar da yuzde ellisinden fazlasinin hristiyan oldigunu iddia ediyor. Yoksulluk icinde cirpinan, misyonerligin kiskacindaki kara kitali kardeslerimiz hala direnmektedirler. Renk, irk, sinif ayrimini kabul etmeyen Islam ve O’nun mensuplari sahabe tavirli ikinci bir habes cikarmasi yaparlarsa yillardir renkleri ve irklari yuzunden hor gorulen kara kitanin masum cocuklari onlara butun kalpleriyle sevinc gozyaslari icinde hosgeldiniz diyeceklerdir.