Çarşamba, Aralık 17, 2014

The First Meeting of the COMCEC Poverty Alleviation Working Group (June 27th, 2013 in Ankara)

The Role of NGOs in Enhancing Productive Capacity of the Poor: Turkish NGO Perspective




http://www.comcec.org/UserFiles/File/WorkingGroups/Poverty/Presentations/Institution/%C4%B0HH%20SUNUM.pdf

Turkey and the Horn of Africa: Emerging Interests and Relations
Chatham House, Round Table Discussion, 28 June 2012

Serhat Orakci
Africa Director, IHH Humanitarian Relief Foundation

Ambassador David Shinn
Adjunct Professor of International Affairs, George Washington University

Jason Mosley
Associate Fellow, Africa Programme, Chatham House

Chair: Jehangir Malik
Director, Islamic Relief UK


Discussion summary:
http://www.chathamhouse.org/sites/files/chathamhouse/public/Research/Africa/280612summary.pdf

Pazartesi, Aralık 15, 2014

Afrika’nın Ebola İmtihanı
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Kasım 2014

Afrika’nın bir bölümü birkaç aydır Ebola tehdidi altında. Geçtiğimiz Mart ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün Gine’de hastalığın ortaya çıktığını bildirmesi ile Ebola bir anda gündemimize girdi. Gine’nin komşusu Sierra Leone ve Liberya’da da kısa sürede vakalar ortaya çıkarken ölüm haberleri de gelmeye başladı. Sonradan yapılan araştırmalar hastalığın bu bölgede 2013’ün Aralık ayından beri yayılmakta olduğunu ortaya koydu. Önceleri Batı Afrika ile sınırlı olan yayılma alanı hastalığın Amerika ve Avrupa ülkelerine sıçraması ile küresel bir boyut kazandı. Geçtiğimiz Ağustos ayında ise Dünya Sağlık Örgütü küresel çapta acil duruma geçti. Nijerya, Senegal, Demokratik Kongo ve Mali’de de yeni vakalar görülmeye başlandı. Ölü sayıları hızla yükselişe geçti. Bu hafta itibariyle Batı Afrika’da 5.160 kişinin (Liberya’da 2.836, Sierra Leone’de 1.169, Gine’de 1.142) hayatını kaybettiği açıklandı.

Ebola sağlıkla ilgisi olan bir salgın hastalık olsa da bölgesel ve küresel boyutu ile siyasi, ekonomik ve toplum üzerinde psikolojik etkileri olan bir durum. Toplum içerisinde ve toplumlar arasında ilişkileri etkileyen bir boyutu da bulunmakta. Avustralya ve Kanada salgının gerçekleştiği ülkelere vize verme işlemlerini durdururken birçok ülke bu hat üzerinden gelen yolculara kontroller uygulamakta. Salgının yoğun yaşandığı ülkelerde bölgesel karantina uygulaması, insanların hastalıklarını gizlemeleri, çaresi olmayan bir hastalık için doktora başvurmayı reddetmeleri toplumlar üzerinde ağır psikolojik tahribat yapmakta. Bunların yanında bir de işin ekonomik boyutu bulunmakta. Batı Afrika ülkelerine gemiler uğramazken bölgenin dışarıyla irtibat düzeyi en düşük seviyede seyrediyor. Gıda krizi başlaması beklenen olasılıklar arasında. Atmosfer Albert Camus’un Veba’da anlattıklarını aratmıyor gerçekten.

İlaç şirketleri yarış halindeler. İlk etkili aşıyı geliştiren şirket büyük sayılarda aşı satacak. Ebola’nın tehdit ettiği Batı Afrika’da yaşayan insanlar, aşıyla ilgili gelecek olumlu bir haberi bekliyorlar. Dedelerinin bağımsızlık savaşlarında topraklarından zorla çıkarttıkları Batılıları şimdi dört gözle, umutla bekliyorlar. Eskiden İncil getirenler şimdi aşı getirmeye hazırlanıyorlar. Ancak bu sorun sadece Batı’nın ve Batı Afrika’nın sorunu değil. İnsanlığı ilgilendiren bir vakıa.

Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı kayıtlara göre Ebola virüsü ilk olarak 1976’nın Haziran-Kasım ayları arasında Sudan’ın güneyindeki (şimdi Güney Sudan) Nzara, Maridi, Tembura ve Juba yerleşkelerinde görülmüş salgın bir hastalık. Bu zaman zarfında 284 vaka tespit edilirken 151 kişi kısa sürede yaşamını yitirmiş. DSÖ raporuna göre Nzara’da bir pamuk fabrikasında ortaya çıkan hastalık kısa sürede çok sayıda işçinin yaşamını yitirmesine neden olmuş. Nzara’dan Maridi’ye seyahat eden bazı kişiler üzerinden de bu yerleşkede de ölümler başlamış.[1]

Güney Sudan’da cereyan eden olaylarla ilgili olarak 1 Eylül 1976’da o zamanki adı ile Zaire’nin kuzeyinde Bumba isimli bir bölgede de benzer bir salgın görülmeye başlamış. 44 yaşlarında yaşadığı bölgedeki kilise bünyesinde çalışan bir adam sıtmaya benzer şikayetlerle 26 Ağustos 1976’da hastaneye gidiyor. Öncesinde Ekvator hattında 12 gün araçla beraberindeki 6 misyonerle seyahat eden bu görevlinin Maboye-Bongo bölgesinde bazı büyük kasabalara uğradığı öğrenilen bilgiler arasında. Bu yolculuk esnasında Yambuku ismindeki bir yerleşkeye 50km. uzaklıkta antilop ve maymun eti satın alıyorlar. Maymun etini yemeseler de antilop etini yiyorlar. Bu olayı takip eden birkaç gün içinde ise bazı sağlık sorunlarının belirmeye başlaması üzerine Yambuku’daki tek hastaneye gitmeye karar veriyor.

Kısa sürede başka hastalar da benzer şikayetlerle Belçikalıların 1935’den beri bu bölgede işlettiği Yambuku Katolik Hastanesine başvuruyor. Ülkenin başkenti Kinşasa ise olayı ancak 20 gün sonra öğrenebilmiş. Hastalığa yakalanan Belçikalı bir hemşire Kinşasa’ya gönderilmesinin üzerinden kısa bir sürede hayata veda etmiş. Bir ay gibi kısa bir zaman zarfında hastanede çalışan 17 personelden 11’i Ebola nedeniyle yaşamını yitirmiş. Bu ilk salgının sonunda 318 vaka kaydedilirken 280 ölüm gerçekleşmiş. 38 hastada ise iyileşme görülmüş. Yapılan incelemelerde hastalığın Sudan’ın Güney kesimindeki Nzara kasabasından geldiği tespit edilirken başka bir tespit ise kullanılan şırıngaların iyi sterilize edilmeden başka hastalarda da kullanıldığı olmuş.   
    
Zaire’nin kuzeyinde yaşanan bu olaya konuyla ilgili uluslar arası kuruluşların müdahil olması ise salgının çıkışından ancak yedi hafta sonra olabilmiş. Konuyla ilgili oluşturulan uluslararası komite Zaire hükümetine ilk önerilerini 18 Ekim’de yapabilmiş ancak. Konuyla ilgili araştırma yapan komisyon birçok soruya yanıt bulamamış. Olay yerine vardıklarında salgının etkileri yok olmak üzereymiş zaten. Yaklaşık 38 yıl önce pek bilinmeyen bir kasabada geçen bu olayda insan sirkülasyonunun şimdiye kıyasla çok daha düşük olması olayın daha fazla yayılmasını önlemiş elbette.[2]

1976’da peşpeşe gelen bu iki salgının ardından Ebola salgınları farklı zamanlarda Uganda, Fildişi, Güney Afrika, Gabon ve Kongo’da görülürken İngiltere, Rusya, Filipinler, İtalya ve Amerika’da tek tük vakaların görüldüğü olmuş. 2000 yılında Uganda’da hastalığa yakalanan 425 kişiden 224’ü hayatını kaybederken 2007’de Demokratik Kongo’da hastalığa yakalanan 264 kişiden 187’si hayatını kaybetmiş.[3]

Bugün Batı Afrika’da Ebola salgınına maruz kalan ülkeler, tarihlerinde ilk defa bu salgınla mücadele ediyorlar. Salgını daha önce geçirmiş ülkelere göre bu konuda neredeyse hiçbir tecrübelerinin olmaması ölümleri arttırıcı bir faktör. Dünya Sağlık Örgütü önümüzdeki aylarda ölecek insan sayının daha da artmasını bekliyor. Batı Afrika’da yaşamını kaybedenler için cenaze törenleri düzenlenmeden, pek alışık olmadığımız koruyucu kostümlü görevliler tarafından Ebola mezarlıklarına gömülüyorlar.

1976’da Zaire’de olayın dar bir alanda kalmasında insan hareketliliğinin fazla olmaması etkiliydi. Günümüzde uçaklar salgın bir hastalığı okyanusları ve sınırları aşarak hızla başka yerlere transfer edebiliyor. Bu yüzden bu mahiyetteki hiçbir sorun sadece çıktığı yerde kalmıyor. Salgın hastalıkların yayılma hızı da ulaşım araçlarının hızı ile yarışıyor. 38 yıl önceki tabloda şimdiki tabloda Afrika’da sağlıkla ilgili altyapının aradan geçen bunca zamana rağmen hiç ilerleme kaydetmediğini gösteriyor. O zamanlar Kilise örgütleri tarafından işletilen hastaneler hala Kiliseler tarafından işletilmekte. Bu ülkeler bu sorunla baş edebilecek ekonomik ve teknik güçten yoksunlar. O yüzden dış destek gerekmekte.



[1] Dünya Sağlık Örgütü’nün konuyla ilgili 1978 tarihli raporu http://whqlibdoc.who.int/bulletin/1978/Vol56-No2/bulletin_1978_56(2)_247-270.pdf
[2] Dünya Sağlık Örgütü’nün konuyla ilgili 1978’de yayınladığı komisyon raporu http://whqlibdoc.who.int/bulletin/1978/Vol56-No2/bulletin_1978_56(2)_271-293.pdf
[3] 1976’dan günümüze Ebola salgınlarının kronolojik sıralaması için bkz.: http://www.cdc.gov/vhf/ebola/outbreaks/history/chronology.html
Burkina Faso Halk Devrimi ve Afrika Baharı
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Kasım 2014

Burkina Faso halkı sokaklarda birkaç gündür. Çoğunluğu gençlerden oluşan sokak göstericileri Devlet Başkanı Blaise Compaore’nin 27 yıldır sürdürdüğü görevini bırakmasını istiyor. Parlamento binası ateşe verildi, devlet televizyonu göstericilerin eline geçti. Polisin müdahalesi sonucu 30 kadar ölü var. Compaore biraz ayak direse de görevden istifa etti ve Gana’ya doğru yola çıktı. Afrika’nın sakin bir ülkesinde yaşanan bu olaylar akla Tunus örneğini getiriyor ister istemez. Soru şu: Afrika Baharı ya da Siyah Bahar mı geliyor?

İki yıl önce Mali’den kaçan göçmenleri ziyaret için Burkina Faso’ya gittiğimde sakin bir atmosfer vardı ülkede. Mali’de çatışan güçler arasında arabuluculuk dışında pek fazla siyasi bir gündem yoktu. Kısa bir süre sonra muhalif gazete ve radyolara bazı baskınlar yapıldı ve tutuklamalar oldu. O sükunetin altında yatan değişim isteğini görmek pek mümkün değildi. Devlet Başkanı Compaore’nin görev süresini uzatmak için anayasada değişikliğe gitmek istemesi bardağı taşıran damla oldu adeta. Başkan Compaore 27 yıl önce Burkina Faso için önemli bir figür sayılan “Afrikalı Che” lakaplı Marksist Thomas Sankara’yı devirerek iktidara gelmişti. Soğuk Savaş konjonktürü içinde S.S.C.B etkisinin yayılmasını istemeyen Fransa ve ABD bu darbeyi desteklemişti. Sonrasında ABD ülkeyi yardım programına aldı. Şimdi Batılı güçler Compaore’yi gözden çıkartmış görünüyor. Verdikleri demeçlerde anayasa değişikliğini onaylamadıklarını belirttiler zaten.

Geçtiğimiz günlerde Durban’dan Güney Afrikalı Yazar Daniel Sincuba’nın bir çıkışı oldu. İsyan mahiyetindeki çıkış özetle Afrika’da bağımsızlık sonrası mevcut siyasi ve ekonomik yapı içinde olumlu bir değişiklik yapma ihtimalinin bulunmadığını vurguluyordu. O yüzden iyi veya kötü liderlere sahip olmanın bir öneminin olmadığını, mevcut durumun her durumda azınlık bir gruba hizmet ettiğini vurguluyordu. Sincuba sitem dolu yazısında mevcut liderleri “Beyaz sistemin Siyah yüzleri” olarak tanımlıyordu. Sonuç olarak gayri-resmi politika yapımını öneren yazar kısaca Kaos Düzeni’ne çağrı yapıyordu. Her ne kadar bazı değerlendirmeler Güney Afrika özelinde olsa da Afrika genelinde de durum pek farklı değil.

Afrika’da muhalif sesler uzun zamandır bastırılıyor. Kamerun devlet başkanı 39 yıldır, Angola ve Ekvator Ginesi devlet başkanları 35’şer yıldır, Zimbabve devlet başkanı 34 yıldır, Uganda devlet başkanı 28 yıldır, Sudan devlet başkanı 25, Eritre ve Çad devlet başkanları 23’er yıldır iktidardalar. 2010 verilerine göre Sahra-altı Afrika’da 414 milyon insan aşırı yoksulluk içinde yaşıyor. Ne demek aşırı yoksulluk? Günlük geliri 1.25 doların altında olan kişiler. Bu bölge nüfusunun %48,5’i demek aynı zamanda. 250 milyondan fazla insanın temiz suya erişimi bulunmuyor. Gene Sahra-altı Afrika’da 589 milyon insan elektrikten yoksun bir hayat sürüyor. Dünyanın en fakir ülkelerinin %75’i Afrikalı. Nüfusu 1 milyarı geçen kıtada nüfusun yarısı 18 yaş altı gençlerden oluşuyor. İşsizlik ve gelecek endişesi en büyük problem. Afrika’nın geleneksel aile sisteminin yakın aile ilişkileri işsizlik baskısını hafifletse de hızlı şehirleşme birey-aile bağlarını zayıflatıcı etkiye sahip. Bu tablo bile başlı başına gençlerin neden sokağı tercih ettiğini açıklamaya yetiyor. Gençler sokaklarda telefon kartı, kontör, su, sigara vs. satarak hayata tutunuyor.  

Eğer Burkina Faso’da yaşanan gelişmelere bu minvalde bakacak olursak çok da farklı olmayan bir tablo göreceğiz. 27 yıllık bir iktidar ve gelişmiş bir grup elit dışında büyük yoksul kitleler. Halk bu elim tabloyu değiştirmek için çırpınıyor, sokağa dökülüyor ama iktidarı değiştirmek sorunu çözmeyecek. Henüz asıl aktörler son sözü söylemediler. Amerika ve bu bölgedeki etkili güç Fransa krizi yönetmek için geldiklerinde değişen fazla bir şey olmayacak. Blaise Compaore’nin yerine belki daha genç bir versiyonu iktidara geçecek ama halkın yoksulluğu devam edecek. Halkın pastadan aldığı pay (daha doğrusu bazı kabilelerin) biraz daha artacak sadece. Bu güçler açısından önemli olan kendi bölgesel çıkarları. Daha yakın zamanda Mali ve Orta Afrika’da olanları unutmamak lazım!

Burkina Faso özelinde sorulması gereken soru: “Compaore mi Sankara mı daha iyiydi?” ya da “Kim kimin adamı?” türünden sorular değil. Asıl soru: Nüfusun %60’ını oluşturan Müslümanların siyaset içinde neden olmadığıdır. Müslümanların siyaset içinde etkili olması halinde ne Marksist Sankara ne de Katolik Compaore gibi azınlık iktidarını temsil eden adamların esamesi bile okunmazdı. Bu durum oluşmasındaki ana faktör ise eğitim sistemi.

Sömürgecilik döneminde kendilerini sekülerleşme ve Hıristiyan eğitim kurumlarından uzak tutan Müslüman çoğunluk maalesef en eğitimsiz kitle. Siyasi alanda hiçbir etkinliği yok bu kitlenin. Bir lider çıkartma potansiyeli de yok. Ülkede eğitim sistemi ikili bir yapıya sahip: Franko-Arap model ve Fransız modeli. Franko-Arap modeli İslami ilimlere ağırlık vermekte, bu sistemde yetişen çocuklar matematik ve fen ilimlerinde zayıf olduklarından üniversite sınavlarında başarı oranları çok düşük. Müslümanlar kimliklerini korumak adına Hıristiyanlar tarafından yönetilmeyi yeğlemişler. Müslüman ailelerin çocukları Franko-Arap modelde eğitim veren dini okullara devam ettiklerinden üniversite okuma, devlet içinde üst düzey görevlere gelme ihtimalleri çok düşük kalmış. Mevcut iktidarlarda bu sistemin devamını desteklemekte beis görmemiş. Fransız modeli ise Fransa’daki eğitim modelinin bir kopyası. Bu modelde eğitim tamamen Fransızca ve seküler. Kiliseler hala eğitim sisteminin ana omurgasını oluşturmaya devam ediyor. Devletin yönetim kadrosu bu okullar yoluyla şekilleniyor.

Afrika’nın herhangi bir ülkesinde çıkacak isyan dalgasının domino etkisiyle tüm kıtaya hızla yayılmasından korkuluyor. Kimsenin kontrol edemeyeceği kaotik bir ortam oluşması halinde bazı silahlı örgütlerin ve hareketlerin durumdan faydalanması mümkün. Afrika’nın yoksul halklarının kaybedeceği zaten bir şey yok. Günlük 1.25 dolarlık gelirden mahrum kalmak ile kalmamak arasında bir seçim bu. Sudan ve Uganda’nın önünde de benzer bir siyasi atmosferin olduğunu vurgulamak da fayda var. Halkın başıboş şekilde sokağa dökülmesi çok da bir şey ifade etmiyor. Sokağa dökülen halkın istediği lideri de çıkartması lazım. Aksi halde büyük güçlerin kendilerine laik gördüğü yöneticileri kabullenmek zorunda kalacaklar. Bildikleri bir diktatörden kaçıp bilmedikleri bir diktatörün kucağına atlamış olacaklar. Sadece geliş yöntemi atama ya da darbe değil de seçim olacak.

Burkina halkın iki günde tarih yazdığı konusunda hem fikiriz. Halk zafer sarhoşu. Yönetim düştü. Burkina Faso’da yönetim orduya geçmiş durumda. Devrik başkanın sadık adamlarından General Honore Traore başkanlık görevini aldığını açıkladı. Hemen peşinden başka bir ordu mensubu General Issaac Zida da görevi devraldığını açıkladı. Kısacası ordu içinden iki grup iktidarı ele geçirmeye çalışıyor. Yeni iktidar ülkeyi seçime hazırlayacak. Bu süreç asıl belirleyici dönem. Bölgedeki hakim güçler bu süreci etkileyerek, manipüle ederek, yöneterek istedikleri adaya iktidarın yolunu açmaya çalışacaklar. ABD-Fransız ittifakı belirleyici olmaya taşları yeniden dizmeye başlayacak. Umarız Burkina halkı başkalarının gösterdiği değil de gerçekten istedikleri lideri iktidara taşımaya muktedir olur.