Afro-Arap Bir Sentez: Sudan
Yazan: Serhat Orakçı
Bilim ve Sanat Vakfı, Bülten, 67, 2008
Sudan’a ayak basmadan önce, orada burada ismini sıkça duyduğum ama hakkında teferruatlı bilgi sahibi olmadığım sıradan bir Afrika ülkesiydi gözümde. Uluslararası medyada sıklıkla “Darfur krizi” ile anılması, zihnimde devamlı kargaşanın yaşandığı bir atmosfer canlandırmama sebepti sanırım. Sıcak bir iklim kuşağında olması ise, gözümde canlanan bu kargaşayı daha da derinleştiriyordu. Kavurucu sıcak altında kabilelerin birbirleriyle savaştığını düşünüyordum. İster istemez biraz ürküyordum. Neyse ki ülkeye ayak bastığımda işin öyle olmadığını gördüm.
Sudan’a ayak basmadan önce, orada burada ismini sıkça duyduğum ama hakkında teferruatlı bilgi sahibi olmadığım sıradan bir Afrika ülkesiydi gözümde. Uluslararası medyada sıklıkla “Darfur krizi” ile anılması, zihnimde devamlı kargaşanın yaşandığı bir atmosfer canlandırmama sebepti sanırım. Sıcak bir iklim kuşağında olması ise, gözümde canlanan bu kargaşayı daha da derinleştiriyordu. Kavurucu sıcak altında kabilelerin birbirleriyle savaştığını düşünüyordum. İster istemez biraz ürküyordum. Neyse ki ülkeye ayak bastığımda işin öyle olmadığını gördüm.
Yeni bir coğrafyada geçirilen ilk gece… Bölük pörçük bir uyku. Gözümü her açışımda daha sabah olmamış. Kulağıma çalınan sesler, geldiğim yerde alışık olduğumdan farklı. Birkaç arabanın yoldan geçişi. Issız ve ürkütücü. Şehrin sesi farklı. Gece kuşlarının ötüşü farklı. Kafamın üstünde uğuldayan bir klima. Odanın tavanında çılgınca dans eden bir pervane. Gündüzden ısınan oda duvarları hâlâ rahatlamamış. Bunaltıcı bir hava…
Sabahın ilk ışıkları ile kızgın güneş yükselmeye başlıyor. Sabahın körü olmasına rağmen sıcaklık hissediliyor. Musluktan akan sular güneşle birlikte kızışmaya başlıyor. Saat öğleye yaklaştığında musluktan akan suya el değmek mümkün değil. Sıcağa rağmen şehir sokaklarında adımlayan insanlar. O sıcağın altında küçük tezgâhlarında satış bekleyen esnaflar. Üzerlerinde UN yazılı lüks jiplerin arasında telaşla dolanarak trafikteki araçlara su satmaya çalışan çocuklar. Tam ortama alıştığımı düşünmeye başlamışken, birden aylardan Şubat olduğunu hatırlıyorum. Mevsim daha kış. Yaz yaklaşıyor.
Sudan’a dair yazılmış birçok yazıda şu ifadeye rastladım: “Afrika kıtasının en büyük ülkesi.” Bu doğru. Sudan, bulunduğu kıta içerisinde yüzölçümü açısından en büyük toprağa sahip. Türkiye’nin iki üç katı büyüklükte bir ülke. Ama Sudan’ı diğer Afrika ülkelerinden daha ayrı kılan özellik belki de bir geçiş ülkesi olması. En kaba hatları ile ülke Arap dünyasından Afrika dünyasına geçiş özelliği taşırken, aynı zamanda Müslüman bir iklimden Hıristiyan bir iklime geçişi de simgelemekte. Bir kuş gibi Mısır’dan Sudan topraklarına, oradan da kıtanın daha aşağılarına süzülebilsek, uçsuz bucaksız Nil Nehri’nin yanında bu geçişi simgeleyen özellikleri de görürdük sanırım. Çöl ikliminden ekvatoryal iklime geçiş; Arap kültüründen Afrika kültürüne geçiş; camilerden kiliselere geçiş bu ülkenin bir ucundan diğer ucuna uzanmakta. Bu özellik Sudan’a diğer Afrika ülkelerinde de sıkça rastlanan bir miras bırakmış: çok kültürlülük. Hem kabilesel, hem de dinsel manada bir renklilik göze hemen çarpmakta.
Ülkenin başkenti Hartum, tam da bahsettiğim bu geçiş noktasının merkezinde bulunmakta. Uganda’dan çıkan Beyaz Nil ve Etopya’dan çıkan Mavi Nil nehirlerinin birbirine kavuştuğu “Nileyn” diye bahsedilen noktada yer almakta. Hartum, aynı zamanda geleneksel yaşamdan modern yaşama geçişi de simgelemekte. Özellikle son yıllarda ülkede çıkartılmaya başlanan petrol ile başkent Hartum’u “Afrika’nın Dubai’si” yapma hayali de gündeme gelmiş. Başkentin Nil’i çevreleyen bereketli topraklarında yükselen gökdelenler ve ihtişamlı binalar bu değişimin en büyük habercisi. Emlak fiyatlarının tavan yaptığı bu havzada lüks oteller ve iş merkezleri hızla yükselmekte.
Sudan varlık içinde yokluk çeken bir ülke. İnsan ister istemez Hindistan’dan İngilizler tarafından parçalanıp getirilerek Nil’in üzerine dikilen eski demir köprüden aşağıda akıp giden İstanbul boğazı genişliğindeki uçsuz bucaksız nehrin sessiz sedasız sularına bakarken böyle düşünüyor. Bu bile başlı başına büyük bir nimet bir ülke için. Su sıkıntısının yaşandığı Sahra Havzası’nda böyle bir su kaynağına sahip olmak en az petrol kuyularına sahip olmak kadar önemli olmalı. İş gelip yine Batı’nın tekniğinde tıkanıyor; bu suyu değerlendirmede, toprağa aktarmada kullanılacak alet edevatlarda kilitleniyor. Kaynak var ama teknik yok! Böyle bir kaynağa rağmen ülke su sıkıntısı çekiyor. Sömürgeci İngilizlerden kalma altyapı ile idare edilen ülkede su eşeklerin çektiği tankerlerle taşınıyor. Bu manzara karşısında ben de ülkeyi gezen diğer yabancılar gibi hayıflanıyorum. Olayı olduğu gibi kabullenmek varken, bu nehrin üzerine kaç baraj kurulabileceğini hesaplıyorum. Sonra da kendi kendime kızıyorum.
Başkentin tam göbeğinde diğerlerinden mimarî olarak farklı bir cami beliriyor. İnce el işçiliği dışarıdan bile hemen fark edilebiliyor ve caminin yakınlarında Osmanlı paşalarına ait türbeler beliriyor. Türkiye’den oldukça uzakta olmama rağmen hâlâ Osmanlı topraklarında olduğumu idrak ediyorum. Osmanlı’nın yaptırdığı camilerde ibadet etme şansı buluyorum. Osmanlı mirası denen şey bu olsa gerek. Daha caminin avlusundayken yerli halkın “Dedeleriniz…” diye başlayan cümleleri ile muhatap oluyorum. Konuşmalardan anlaşılan, dedelerim kimilerine göre sömürgeci, kimilerine göre ise kurtarıcı. İnsanın durup baktığı yere göre görüşü de farklılaşıyor.
Uluslararası krizlerle ismini sıkça duyduğum, katliam vs. iddiaları ile çalkalanan Darfur bölgesine uzak değilim; burnumun dibinde. Başkent Hartum’dan uçakla iki saatlik mesafede. Ama başkentte bir tuhaflık var… Buradakiler sanki Darfur’u hiç duymamış gibi; kimsenin Darfur’dan bahsettiği yok. Kısa sohbetlerimde Sudanlılara sorduğumda ise, ağızbirliği etmişçesine Darfur’da sorun olmadığından, Batı’nın konuyu bilerek gündemde tuttuğundan bahsediyorlar. Tatmin edici gelmiyor. Şaşırmamak mümkün değil. Başkentte herkes durumdan hoşnut görünüyor. Avrupa ve Amerika’nın iddia ettiği katliamlardan kimse haberdar değil; bu durumu anlamak oldukça güç. Darfur sanki kendi kaderine terk edilmiş uzakta bir yer.
Başkentin beş on kilometre dışında ise işler değişiyor. Petrol geliriyle inşa edilen gösterişli binaların yerini derme çatma evler ve yolu olmayan engebeli sokaklar alıyor. Başkentten uzaklaştıkça fakirlik daha da artıyor. Kırsal kesimlerde yaşam daha meşakkatli. Altyapı yok. Eğitim ve sağlık hizmetleri çok yetersiz. İşsizlik ve hastalık oranları yüksek. Çevre temizliği yok denecek derecede. Bütün bu olumsuzlukların üstüne bir de sıcak eklendiğinde durum daha da trajik hale geliyor.
Bütün bu olumsuzluğa rağmen, Sudanlılar tavırlarında ve inanışlarında içten, pozitif ve gururlu. Diğer coğrafyalardaki Müslümanlara örnek teşkil edecek kadar maneviyatlarına önem vermekteler. Özellikle namazları vaktinde ve camide kılmaya büyük özen gösteriyorlar. Başka yerlerde nadir rastlanacak sünnetleri hayatlarının rutini haline getirmişler. Tüm olumsuzluklar karşısında sabır göstermekte ve ne olursa olsun mutlu görünmekteler. Ülkede fakirlik ciddi boyutlara varmasına rağmen hırsızlık oranı çok düşük. Çoğu Afrika ülkesinin tersine, güvenlik yabancılar için bile oldukça iyi. Afrika’daki çoğu ülkenin tersine, AIDS ve tecavüz vakalarının oranı da çok düşük. Böyle nitelikli bir insan topluluğunu gördüğümde ülke hakkındaki tüm olumsuzlukları unutuyorum ve Sudan’ın geleceği için umutlanıyorum. Sokaklarda yalınayak gezen çocukların, işsiz güçsüz bekleşen fakir insanların durumunun iyileşeceğine; hastanelerdeki imkânsızlıkların, okullardaki tüm sorunların günü geldiğinde bir şekilde hallolacağına inanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder