DARFUR İZLENİMLERİ
Serhat Orakçı
İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi
Geçtiğimiz günlerde Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMÜ) ve Uluslararası Afrika Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri “Afrika-Türkiye İlişkileri Sempozyumu” için Sudan’ın başkenti Hartum’daydık. Türkiye ve Afrika’nın değişik ülkelerinden teşrif eden değerli akademisyenler konuyu tarihî, siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan değerlendirdiler. FSMÜ’nün Güzel Sanatlar Fakültesi Raşid Diab Sanat Merkezi’nde Geleneksel Türk Sanatları sergisi açarak Türkiye’den götürülen birbirinden güzel hat, ebru ve tezhip çalışmalarını sergiledi. 2008 yılından bu yana Afrika’da insani yardım çalışmalarına dâhil olmam nedeniyle ben de sempozyumda insani yardımlar üzerinden Afrika-Türkiye arasında kurulan dayanışma ruhunu aktarmaya çalıştım. Elbette Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişimine vizyon kazandırması nedeniyle bu tarz akademik toplantıların sıklığının ve sayısının artmasında fayda var.
Konferans programının bitiminin ardından ise gruptan ayrılarak İHH İnsani Yardım Vakfı’nın gerçekleştirdiği projeleri yerinde görmek amacıyla 2003 yılından beri kabilesel çatışmalara sahne olan Darfur’a geçtim. Daha önceki yıllarda da zaman zaman gitmişliğim olduğu için bölgeye çok yabancı sayılmazdım. 2008-2011 arasında Batı ve Güney Darfur eyaletlerine gene insani yardım amacıyla pek çok defa gitmiştim ama bu sefer Orta Darfur’un küçük bir şehri Umşalaya’ya gidecektim. O yüzden biraz heyecanlıydım.
Darfur ile ilgili kapsamlı çalışmalar yapılmasına ihtiyaç var. 2003 yılından beri çatışmalar devam ediyor ancak konu dünya gündeminden düşmüş durumda. Kimse Darfur’u hatırlamıyor artık. 3,5 milyon iç göçmenin büyük kamp alanlarında yaşadığı Darfur’da büyük bir insani kriz var aslında. Bu izlenim yazısını kaleme alma niyetim de bundan kaynaklanıyor.
Sabahın çok erken bir saati Hartum’daki iç hatlar terminaline giderek seyahatimize başladık. Küçük bekleme salonu giderek hareketlenirken güneş de ufukta belirmeye başladı. Darfur’un değişik şehirlerine giden uçaklar kalkış için yolcularını almaya başladığında biz de El Cenine uçağındaki yerimizi aldık. Yolcuların geleneksel kıyafetleri ve taşıdıkları yükler dikkat çekiciydi. Hartum’dan temin edilen plastik leğenler, kap kacaklar, elektronik eşyalar ve içinde ne olduğu anlaşılamayan çuvallar, bir yokluk beldesine gittiğiniz izlenimi veriyordu.
İki saatlik sorunsuz bir uçuşun ardından El Cenine semalarındaydık. Uçak alçaldıkça küçük evler, ağaçlar, sağda solda otlayan hayvanlar görünmeye başladı. Sonunda koca uçak gövdesini yerle buluşturdu. Gözüme ilk çarpan şey, yapımı bir yıl önce tamamlanan yeni Şehit Sabire Havalimanı’ydı. Eskisine nazaran bu yeni binanın oldukça modern göründüğünü söyleyebilirim. 2009’un Mayıs ayında ilk geldiğimde kullanılan küçük, eski havalimanı biraz ileride görülebiliyordu. Birden o günlerin heyecanı içimi kapladı. Daha sonra birkaç kez daha gelip gitmiştim Batı Darfur’un başkenti El Cenine’ye.
Havalimanını şehre bağlayan 10-15 km’lik yol yeni asfaltlanmıştı. Darfur’un bu küçük ücra şehri bu sabah beni hayli şaşırtıyordu. Ancak şehir merkezine vardığımızda değişimin bunlardan ibaret olduğunu anladım. Şehirdeki dükkânlar ve çarşı her zaman olduğu gibi yine hareketliydi. Seyahat boyunca gerekecek malzemelerin alımını tamamladığımızda saat 11 sularıydı. Bu, Sudan’da hayatın durduğu ve herkesin kahvaltı yaptığı en önemli saatti. Biz de bir kahvaltı salonuna girerek yemek siparişi verdik. İştahla yemeğe koyulan Sudanlı yol arkadaşlarım benim çay, ekmek ve meyveyle idare ettiğimi görünce biraz garipsediler. Ben de Afrika yolculuklarında üç şeyin (güneş, sivriler ve yemek) beni çok korkuttuğunu eğer kendime dikkat etmezsem bu ücra diyarda hastalanarak başlarına bela olacağımı söyledim. Anlayış gösterdiler.
Sudan’ın Çad sınırında bulunan El Cenine’den Umşalaya’ya gitmek için 2-3 saatlik bir araba yolculuğu yapmamız gerekiyordu. Tekrar yola koyulduk. Asfalt bir yolda bir saat kadar, toprak bir yolda da iki saat kadar yol aldık. Yol boyunca kızgın güneş altında eşeğiyle veya atıyla seyahat eden köylüler gördük. Yol kenarında ağır ağır ilerleyen at ve eşek arabaları çoğu zaman tahıl ya da saman türü yükler taşıyordu. Umşalaya’ya vardığımızda saat 15 sularıydı. Kalacağımız misafirhaneye vardığımızda kendimi oldukça uykusuz ve yorgun hissediyordum. Günün geri kalanını dinlenerek geçirdik.
Akşam ezanıyla hava karardı ve hayat durdu âdeta. Geceye damgasını vuran dört şey vardı: zifiri karanlık, milyonlarca yıldızdan oluşan gök kubbe, cırcır böceklerinin aralıksız ötüşleri ve jeneratörlerden çıkan gürültü. Sağda solda cılız ışıklar haricinde her yer karanlıktı. Chinua Achebe’nin Parçalanma (Things Fall Apart) romanında zikrettiği, o insanın ağzını bile bulamadığı karanlık gecelerden biriydi. Çay-kahve içmek ve sohbet etmek dışında yapılacak pek bir şey yoktu. Saat 22.00 sularında yatsı namazı kılındı ve şehir uykuya daldı. Gece kaldığımız evin avlusunda yıldızlara hayran hayran bakarken şu hisse kapıldım: Bu yer ve bu zorlu yaşam koşulları dışarıdan birinin gelip de nüfuz etmeye güç yetiremeyeceği şeyler. Nasıl bir güç olursa olsun burayı ele geçirmeye güç yetiremezdi. Bu topraklar, yakıcı güneş ve kum, buna asla izin vermezdi.
Gece dikkatimi çeken diğer bir şey ise silah seslerinin olmayışıydı. Bu zamana kadar Darfur’da gittiğim değişik yerlerde geceleri hep silah ve çatışma sesleri duyardım ama bu sefer neredeyse tüm seyahat boyunca hiç silah sesi duymamıştım. Bu da Darfur’daki değişimin diğer bir yüzüydü sanırım. Çatışmalar özellikle 2011’de Güney Sudan ayrıldıktan sonra azalmıştı. Bu da bölge insanları tarafından “Batılılar istediklerini aldılar ve Darfur’u terk ettiler” şeklinde yorumlanıyordu. Hemen hemen konuştuğumun herkes benzer görüşteydi. Güney Sudan’ın ayrılmasından sonra Darfur’da yabancı sayısı oldukça azalmıştı. Bu kanaate ben de uçağa bindiğimde kapılmıştım. Önceden Darfur’a giden uçaklarda çok fazla yabancı olurken bu sefer ki gelişimde kendimden başka yabancı görmemiştim.
Gün erkenden başladı. Sabah namazı sonrası güneş usul usul kendini göstermeye başlarken horoz sesleri ve kuş cıvıltıları duyuluyordu. Gece serinleyen hava yeniden ısınıyordu. Biz de hazırlanmaya başladık. Sabahın erken saatlerinde yola koyularak İHH’nın bu bölgede desteklediği ve yaptığı projeleri ziyarete koyulduk. Köy köy gezerek açılan su kuyularını bir bir ziyaret ettik ve GPS üzerinden koordinat bilgilerini kaydettik. Su kuyularının başında kadınlar, çocuklar ve hayvanlar vardı. Çocuklar annelerinin su doldurmalarına yardım ederken hayvanlar da etrafta oluşan küçük su birikintilerinde susuzluklarını gideriyordu.
Yolumuz üzerinde bir ortaokulu ziyaret ettik. Okulun fiziki şartları oldukça yetersizdi. Sandalyeler, masalar, sıralar ve okulun boyasız duvarları dökülüyordu. Bir sınıfına girerek öğrencileri selamladık. Ön sıradaki öğrencilerden birinin önünde Chinua Achebe’nin Parçalanma romanı açıktı. Sınıfın iç duvarlarında kurşun kalemle yazılmış sloganlar, kalpler ve şiirler vardı.
Öğlen namazını Umşalaya’nın merkezindeki çarşı camisinde kıldık. Namaz sonrası cemaatle biraz sohbet ettik. İçlerinde sağlık sorunu olan yaşlılar vardı. Umşalaya’da sağlık hizmeti veren sadece küçük bir klinik olduğundan ciddi ameliyatlık işi olanların ya Hartum’a ya da Türkiye’nin Niyala’da yaptırdığı tam teşekküllü 140 yataklı bölge hastanesine ulaşması gerekiyordu. Bu da elbette maddiyat gerektiriyordu. Maalesef küçük cerrahi operasyonlar için bile insanların uzun yolculuklar yapması gerektiğini her gelişimde görüyordum.
Cami sonrasında şehrin kalabalık pazarını gezerek tezgâh başındaki satıcılarla sohbet ettik. Karpuzlar, bamyalar, fasulye, soğan derken açık et pazarına girdik. Sineklerin doluştuğu iplere asılı etlerin yaydığı kokular eşliğinde pazar gezmemizi bitirdik.
Gün boyu Orta Darfur’un Umşalaya şehrine bağlı küçük köyleri ziyaret etmeyi sürdürdük. Pek çok köyde su kuyusu açılmış olmasına rağmen gene de yetersiz kalıyordu. Bunun yanında köylerin cami ihtiyacı vardı. Biraz daha büyük yerleşim yerlerinde okula ihtiyaç vardı. Sağlık hizmetleri neredeyse hiç yoktu. Yol olmadığından ulaşım oldukça sıkıntılıydı. Devlet tarafından sağlanan hizmet neredeyse yok gibiydi.
Akşam dinlenmek için kaldığımız misafirhaneye döndüğümüzde kalabalık bir heyet bizi bekliyordu. Gelenler Umşalaya beldesinin ileri gelenleriydi. Beldenin akil adamları diyebileceğimiz heyet, 30-40 kişiden oluşuyordu. Hepsiyle tek tek selamlaştıktan sonra biraz sohbet ettik. İçlerinden en ileri gelen kişi Umşalaya beldesinin yaşadığı zorluk ve sıkıntıları anlattı. Özellikle 2003 yılında başlayan Darfur krizinden ve yaşanan silahlı çatışmaların etkilerinden bahsetti. Beldeyi terk etmek ya da kalmak gibi zor bir seçim yaptıklarını ve Allah’a her daim dua ederek sabrettiklerini söyledi. Hemen hemen herkes onunla aynı görüşteydi ve söyledikleri hep tasdik edildi. İçlerinden başka biri İHH’nın logosunu çevre köylere açılan kuyularda dört beş yıldır devamlı gördüklerini, bu akşam ise ilk kez tanışma fırsatı yakaladıklarını belirterek bize teşekkür etti. Bizim beldelerine yaptığımız katkıyı dualarının kabulü ve Allah’ın kendilerine yardımı olarak değerlendiriyorlardı. Bu adamların içten ve samimi konuşmaları karşısında duygulanmamak mümkün değildi.
Günlerden 1 Kasım. Türkiye’de seçim var. Neticeyi merak ediyoruz elbette. Ama bulunduğumuz yerde internet ve telefon şebekeleri çok zayıftı. Yaklaşık bir saatlik bir uğraştan sonra AK Parti’nin yeniden tek başına iktidar olduğunu öğrenebildik. Bu netice başımda toplanan gençlerde büyük bir sevinç ve coşku doğurdu. Etrafımdaki Darfurlular sevinç içinde bana sarılarak beni tebrik ettiler. Türkiye’nin ülkelerden sadece bir ülke olmadığını bir kez daha kuvvetle hissettim.
Diğer gün sabahın erken saatlerinde köy gezmelerine yeniden başladık. Daha uzak yerleşkelere gitmemiz gerekiyordu. Mesafe aslında çok uzak olmasa da yol olmadığından gitmemiz oldukça vakit alıyordu. Gittiğimiz köylerde ilk dikkatimi çeken şey ise köy meydanlarında görünür vaziyette asılı “Catholic Relief Service” tabelalarıydı. İstisnasız her girdiğimiz köyün meydanında bu tabela asılıydı. Tabelanın hikmetini sorduğumuzda köylüler Katolik bir kurumun ara ara yardım getirdiğini söylediler. Ancak tabelalar o kadar görünür ve heybetliydi ki, bu bölgeyi tanımayan birinin bölgede hatırı sayılır bir Hristiyan nüfus olduğunu düşünmesi olasıydı.
7-8 milyon nüfusa sahip Darfur, misyonerlerin bugüne kadar başarı elde edemediği, hafız oranının oldukça yüksek olduğu ve insanlarının İslam’a gönülden bağlı olduğu bir yer. Buna rağmen çatışan kabileler aynı inanca sahipler. Bu da İslam dünyası için ayrı bir utanç.
Umşalaya, merkezden yaklaşık 20 km kadar uzakta bir köye girdik. Önce köyün okulunu ziyaret ettik. Geniş bir düzlükte yaklaşık sekiz sınıftan oluşan bir okuldu. Ne sıra ne masa ne de sandalye vardı. Sadece güneşten korunmak için hasırdan yapılma bir güneşlik vardı. Bunun altına doluşan çocuklar ders yapıyordu. Gördüğümüz manzara karşısında yokluk kelimesi bile yetersiz kalıyordu. Sınıflara yakın bir yerde sadece taşlarla sınırı belirlenmiş bir mescit vardı. O kadar. Bu kadar ücra ve yokluk içindeki bir yerde “Kurtlar Vadisi” posteri görmek de ayrıca şaşırtıcıydı.
İlerlediğimiz güzergâhta uzaklaştıkça çok ücra köylerde İHH’nın yaptırdığı su kuyularını görmek beni gerçekten çok mutlu etti. Kilometrelerce devam eden sorgum tarlalarının arasında zaman zaman yolumuzu kaybettik. Mısır bitkisine benzeyen bu bitkinin boyu yer yer iki metreyi aşıyordu. Bu yüzden yolun ilerilerini görmek pek mümkün olmuyordu. Hasat zamanı olduğu için tarlalarda çalışan köylüler yardımımıza koştular. Onların yardımıyla tekrar yolu bulurken aracımız bazen yolda kalma tehlikesi attı.
Kurumuş nehir yataklarında elleriyle kuyu kazarak su çıkarmaya çalışan insanlarla sohbet ettik. Bir buçuk iki metre kadar kazılan bu kuyular geçici bir süreliğine köylülerin su ihtiyacını karşılıyordu. Kuyunun suyu bittiğinde başka bir kuyu daha açılıyordu. Bu yağmur mevsimine kadar böyle devam ediyor, yağmurlar başlayınca nehir yatağı tekrar suyla doluyordu.
Seyahatimizin son durağında bir ortopedi kliniği vardı. Sazlardan yapılmış küçük küçük kulübelerden oluşan klinikte bir kırık-çıkık doktoru vardı. Halkın doktor diye hitap etmesine rağmen adam diplomalı doktor değildi aslında. Kırık-çıkık işlerinden anlayan bir uzmandı sadece. Kulübelerde yatan hastaların çoğunluğu düşme sonucu bir tarafını yaralayanlardı. Hastanenin olmadığı bu diyarda, klinik ücretsiz hizmet veriyor ve insanların önemli bir ihtiyacını karşılıyordu.
Üç günlük Darfur seyahatimiz süresince 50 kadar su kuyusu, köyler, cami ve okullar ziyaret ettikten sonra artık gitme vakti gelmişti. Bulunduğumuz ücra yerden El Cenine Havalimanı’na varmamız vakit alacağı için gece çok erken bir saatte yola koyulmak zorundaydık. Uçağı kaçırmak istemiyorduk, aksi halde birkaç gün daha yeni gelecek uçağı beklememiz gerekiyordu. Hazırlıklarımızı yaparak gece 04.00 sularında yola koyulduk.
Önceden geçmiş araba izlerini takip ederek zifiri karanlıkta yol aldık. Şoförün doğal bir yön bulma kabiliyeti vardı sanki. Yoldaki izlerin kaybolduğu yerlerde iç güdüleri ile yolu buluyordu. Bu şekilde 08.00 sularında yeniden El Cenine’ye vardık. 10.00 uçağına binerek öğlen vakitlerinde sıcak bir Hartum gününe iniş yaptık.