Cuma, Şubat 20, 2015

İnsani Yardım ve Güvenlik[1]
Serhat Orakçı

Soğuk Savaş’ın sona ermesi, peşinden gelen liberalizm dalgası, 11 Eylül ve küreselleşme gibi dış faktörler göz önünde bulundurulduğunda hem toplumların hem de sivil toplum olgusunun dönüşüme uğradığı görülmektedir. Bu dış faktörlere Türkiye özelinde son dönemde yakalanan siyasi-ekonomik istikrar ve devlet-sivil toplum yakınlaşmasını da belirleyici iç faktörler olarak saymak gerekir.

Uluslararası İnsani Yardım Örgütleri (UİYÖ) sivil toplum içerisinde önemli bir yere sahipler. Giderek küresel boyut kazanan bu örgütler yürüttükleri sınır ötesi çalışmalarla ulus-devletlerin egemenlik sınırlarını esnetmekteler. Acil insani yardım gibi çalışmaların yanında insani diplomasi ve kırsal kalkınması gibi değişik alanlarda rol alabilmekteler. Bu tarz küresel sivil toplum örgütleri gerek fonları, gerek gönüllüleri, gerekse de çalıştıkları proje ve yürüttükleri kampanyalar ile milli kalıpların ötesine geçmekteler.

İşlediğimiz konuyu İHH özelinde daha somutlaştıracak olursak; Bangladeş, Fas, Suriye, Arnavutluk gibi ülke vatandaşlarına istihdam sağlayan, Türkiye dışında fon toplayabilen, Amerika’dan Endonezya’ya kadar geniş bir alanda gönüllüleri olan, 100’ün üzerinde ülkede proje gerçekleştirebilen, sosyal medyada geniş bir takipçi kitlesine sahip, ümmetçi bir vizyonla hareket eden bir yapıdan bahsediyoruz. Bu tür bir yapının faaliyetleri de elbette güvenlik ile yakından ilişkili. Çünkü güvenlik ve istikrarın olmadığı bir ortamda çalışma yürütmekte zorlaşmakta. Ancak her ne kadar teoride böyle olsa da işin sahadaki pratiği farklılık arz etmekte.

Kriz, çatışma, iç savaş, doğal afet ortamlarında çalışan Uluslararası İnsani Yardım Örgütleri (UİYÖ) çoğu zaman zor bir seçim yapmak durumundalar. Bu seçim ihtiyaç sahibi kitlelere ulaşmak ile kendi güvenliklerini riske etmek arasında denge kurmaya yönelik bir seçim. İHH özelinde son dört yılda gerçekleşen bazı olayları sıralayacak olursak bu seçimin zorluğu daha net anlaşılabilir:

-2010 yılında Afganistan’da yetimhane kurulumu için arazi bakmaya giden İHH çalışanı Faruk Aktaş ve İHH gönüllüsü Bahattin Yıldız altyapının oldukça kötü olduğu Afganistan’da bindikleri uçağın düşmesi nedeniyle hayatlarını kaybettiler.

-Aynı yıl içerisinde Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisi İsrail terörüne maruz kaldı. 9 sivilin hayatını kaybettiği olayda çok sayıda insan yaralandı. Bu olay aynı zamanda küresel sivil toplum girişimlerinin etki alanlarını da gösteren iyi bir örnektir. Çok sayıda farklı ülkeden yola çıkarak aynı hedefi gerçekleştirmek isteyen silahsız insanlar İsrail komandolarının gece saldırısına uğradılar ve terörist olmakla suçlandılar. Bu olay terörün ne olduğu ve teröristin kim olduğunun son derece göreceli olduğunu bize göstermektedir.

-Yine aynı yıl içinde İHH çalışanı İzzet Şahin Ramallah’ta İsrail istihbaratı tarafından gözaltına alındı ve bir aya yakın tutsak edildi.

-2011 yılı içerisinde iki İHH çalışanı Somali’de el-Şebab örgütü kontrolündeki bölgede yardım dağıttıkları gerekçesiyle Somali istihbarat birimlerince tutuklandı. Bu olay Amerika ve İsrail medyasında manipülatif tarzda işlenerek haberleştirildi.

-2012 yılında İHH çalışanı Abdullah Özkaya ve beraberindeki İHH gönüllüleri Kenya’nın başkenti Nairobi’de silahlı saldırıya maruz kaldılar. Olayda ağır yaralanan Abdulla Özkaya uzun bir ameliyatın ardından hayata döndürülebildi.

-2014 içerisinde İHH’nın Kilis ofisi polis baskınına maruz kaldı, birçok bilgisayara el konulurken kurum üzerine çirkin iftiralar atılarak manipülatif haberler yapıldı.

-2014 içerisinde İHH gönüllülerinden oluşan bir grup insani yardım dağıtmak için gittikleri Suriye’de İŞİD militanlarınca kaçırıldılar ve kısa süreli alı konuldular.

-Bu süre zarfında pek çok yardım çalışanı sıtma, dizanteri ve stres bozukluğu gibi hastalıklara maruz kaldılar.

Yukarıda saydığımız bu ve benzeri olaylar sadece İHH’nın değil bu sektörde faaliyet gösteren tüm kurumların karşılaştıkları olaylar aslında. Uluslar arası raporlar insani yardım çalışanlarına yönelik saldırıların giderek arttığını göstermekte. Her ne kadar tedbirlerle risk faktörleri azaltılabilse de riski tamamen ortadan kaldırmak gerçek dışı bir olasılık. Kaçırılma, yaralanma, ölüm, ciddi hastalıklara yakalanma insani yardım çalışanlarının maruz kaldığı durumlar.

2003 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1502 nolu karar insani yardım çalışanlarını korumayı hedeflese de gerek hükümetler gerekse de çalışma yapılan bölgelerdeki silahlı örgütler koruyucu tedbirler alınması noktasında isteksizler. Özellikle 11 Eylül sonrasında silahlı çatışmaların yükselişe geçtiği Afrika’ya baktığımızda çoğu durumda insani yardım örgütlerinin politik nedenlerle hedef alındığı görülmekte. İstihbarat çalışması yaptıkları, delil topladıkları, isyancı grupları destekledikleri gibi çoğu zaman geçersiz gerekçelerle kolaylıkla günah keçisi ilan edilebilmekteler. Bu bakış açısını etkilemenin en mümkün yolu ise şeffaflaşmadan geçiyor. Sivil Toplum şeffaflaştıkça kötümser bakış açısı daha gerçekçi zemine kaymakta.

İnsani Yardım Örgütlerinin maruz kaldığı kaçırılma ve şiddet içerikli saldırıların son yıllarda artışa geçtiği görülüyor. The Aid Worker Security Database’in hazırladığı Operating in Insecurity başlıklı rapora göre 1996-2010 arasında 750 ayrı saldırıda 2.000 kadar insani yardım çalışanı ölüm, yaralanma ve kaçırılma gibi hadiselere maruz kalmış. Humanitarian Outcomes’ın 2014 Aid Worker Security raporuna göre ise 2013 yılında 251 ayrı saldırıda 460 yardım çalışanı hedef alınmış. Bu saldırılarda 155 yardım çalışanı hayatını kaybederken 171’i ağır yaralanmış ve 134 kişi ise kaçırılmış. Bu rakamlar 2012 yılına göre saldırıların %66 arttığını göstermekte. Bu saldırıların 3’te 2’sinin Suriye, Pakistan, Afganistan ve Güney Sudan’da meydana geldiği görülmekte. Afrika’da Mali, Kamerun, Nijer, Somali, Güney Sudan, Orta Afrika ve Sudan yabancılara yönelik kaçırma faaliyetlerinin sık rastlandığı yerler arasında.

Yüksek miktarlarda fidye talep eden silahlı örgütler istediklerini alamadıklarında ellerindeki tutukluları infaz etmekteler. Bu durum sadece insani yardım çalışanlarını etkilemiyor elbette. Misyon görevlileri, diplomatlar, işadamları, din görevlileri ve yerel halk da bu türden olaylarla maruz kalmaktalar. Nijerya’da 200 kız çocuğunun Boko Haram tarafından kaçırıldığı Chibok hadisesini hatırlayalım! 1998’de Nairobi ve Darusselam’da Amerikan elçiliklerine yönelik saldırılarda çok sayıda insan hayatını kaybetmişti. 2013’de Somali’de T.C Büyükelçiliği’ne yapılan silahlı saldırıda 3 polis memuru hayatını kaybederken 9 kişi de yaralandı.

Şiddet içerikli olayları gerçekleştirenler sadece sözde İslamcı gruplar değil elbette. Uganda’da faal Hıristiyan tandanslı Tanrı’nın Direniş Ordusu (Lord’s Resistance Army), Orta Afrika’da Müslümanlara soykırım uygulayan Hıristiyan terör örgütü Anti-Balaka’yı da unutmamak gerekir. Günümüzde terör olaylarına sadece örgütsel bazda bakmak gibi bir yanlış içerisindeyiz. Devletlerin siyasi gerekçelerle bu tarz eğilimler taşıdığını da unutmamalı! Orta Doğu’da İsrail terörü, Çin’de Uygur Türklerine yönelik terör, Amerika’nın insan haklarını ihlal eden uygulamaları, Myanmar’da yerel Müslümanlara yönelik Budist terörünü de görmek gerekir.

İnsani yardım çalışanlarına yönelik saldırılar yerel halkın inançlarından da kaynaklanabilmekte. Kolera-Ebola gibi salgın ortamlarında yabancılar kolayca hedef haline gelebilmekte. Daha yakın bir zamanda 8 kişiden oluşan Ebola yardım ekibi Gine’de yerel halkın saldırısına uğradı. Sağlık çalışanlarından oluşan ekip Liberya sınırına yakın bir noktada Womey kasabasında halk tarafından taşlandılar. Bu saldırı halkta hakim olan “yabancıların ülkeye Ebola getirdiği” gibi bir düşünceden kaynaklanıyordu. Bu yönde saldırıların artması üzerine MSF Gine’deki çalışmalarını durdurduğunu açıkladı.

İnsani yardım örgütleri kriz bölgelerine gitmekle kendi güvenlikleri arasında bir seçim yapmaktalar çoğu zaman. İnsanlık adına verilen bu zor karar bazen acı hadiselerle sonuçlanmakta. İnsani duyguların erozyona uğradığı günümüze insani yardım ruhunu ayakta tutmak giderek güçleşiyor. Bu saldırıların sonucunda etkilenen sadece bizler olmuyoruz, asıl mağdurlar ulaşamadığımız kitleler aslında.

Sonuç olarak, insani yardım çalışanları çoğu zaman güvensiz sularda hareket etmekteler ve farklı odakların saldırılarına maruz kalmaktalar. Son yıllarda artan saldırılar insani yardımın mağdur kitlelere ulaşmasını zorlaştırıyor. Ulus-devletlerin ya da faal silahlı grupların getirdiği keyfi yasaklar insani yardım çalışanlarının faaliyetlerini zaman zaman sınırlamakta. Taraflar arasındaki güven sorununun aşılmasında uluslararası insani yardım örgütlerinin şeffaflaşmaları önemli bir etken. Öte yandan siyasi ve askeri aktörlerin insani ihtiyaçlara daha duyarlı olmaları ve bu alanda çalışanlara saygı göstermeleri gerekmekte. Bu aktörlerin insani yardım çalışanlarının daha güvenli bir ortamda çalışmalarını sağlayacak ortamı sunmaları gerekmekte.



[1] Bu sunum 5-7 Aralık tarihleri arasında UTSAM tarafından Antalya’da düzenlenen 6.Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Sempozyumu’nun “Güvenlik Tehdidi: Saha Perspektifi” oturumunda yapılmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder