İnsani Yardım ve Güvenlik[1]
Serhat Orakçı
Soğuk Savaş’ın sona
ermesi, peşinden gelen liberalizm dalgası, 11 Eylül ve küreselleşme gibi dış
faktörler göz önünde bulundurulduğunda hem toplumların hem de sivil toplum
olgusunun dönüşüme uğradığı görülmektedir. Bu dış faktörlere Türkiye özelinde
son dönemde yakalanan siyasi-ekonomik istikrar ve devlet-sivil toplum
yakınlaşmasını da belirleyici iç faktörler olarak saymak gerekir.
Uluslararası İnsani
Yardım Örgütleri (UİYÖ) sivil toplum içerisinde önemli bir yere sahipler.
Giderek küresel boyut kazanan bu örgütler yürüttükleri sınır ötesi çalışmalarla
ulus-devletlerin egemenlik sınırlarını esnetmekteler. Acil insani yardım gibi
çalışmaların yanında insani diplomasi ve kırsal kalkınması gibi değişik
alanlarda rol alabilmekteler. Bu tarz küresel sivil toplum örgütleri gerek
fonları, gerek gönüllüleri, gerekse de çalıştıkları proje ve yürüttükleri
kampanyalar ile milli kalıpların ötesine geçmekteler.
İşlediğimiz konuyu İHH
özelinde daha somutlaştıracak olursak; Bangladeş, Fas, Suriye, Arnavutluk gibi
ülke vatandaşlarına istihdam sağlayan, Türkiye dışında fon toplayabilen,
Amerika’dan Endonezya’ya kadar geniş bir alanda gönüllüleri olan, 100’ün
üzerinde ülkede proje gerçekleştirebilen, sosyal medyada geniş bir takipçi kitlesine
sahip, ümmetçi bir vizyonla hareket eden bir yapıdan bahsediyoruz. Bu tür bir
yapının faaliyetleri de elbette güvenlik ile yakından ilişkili. Çünkü güvenlik
ve istikrarın olmadığı bir ortamda çalışma yürütmekte zorlaşmakta. Ancak her ne
kadar teoride böyle olsa da işin sahadaki pratiği farklılık arz etmekte.
Kriz, çatışma, iç
savaş, doğal afet ortamlarında çalışan Uluslararası İnsani Yardım Örgütleri
(UİYÖ) çoğu zaman zor bir seçim yapmak durumundalar. Bu seçim ihtiyaç sahibi
kitlelere ulaşmak ile kendi güvenliklerini riske etmek arasında denge kurmaya
yönelik bir seçim. İHH özelinde son dört yılda gerçekleşen bazı olayları
sıralayacak olursak bu seçimin zorluğu daha net anlaşılabilir:
-2010 yılında
Afganistan’da yetimhane kurulumu için arazi bakmaya giden İHH çalışanı Faruk
Aktaş ve İHH gönüllüsü Bahattin Yıldız altyapının oldukça kötü olduğu
Afganistan’da bindikleri uçağın düşmesi nedeniyle hayatlarını kaybettiler.
-Aynı yıl içerisinde Gazze’ye
yardım götüren Mavi Marmara gemisi İsrail terörüne maruz kaldı. 9 sivilin
hayatını kaybettiği olayda çok sayıda insan yaralandı. Bu olay aynı zamanda
küresel sivil toplum girişimlerinin etki alanlarını da gösteren iyi bir
örnektir. Çok sayıda farklı ülkeden yola çıkarak aynı hedefi gerçekleştirmek
isteyen silahsız insanlar İsrail komandolarının gece saldırısına uğradılar ve
terörist olmakla suçlandılar. Bu olay terörün ne olduğu ve teröristin kim
olduğunun son derece göreceli olduğunu bize göstermektedir.
-Yine aynı yıl içinde İHH
çalışanı İzzet Şahin Ramallah’ta İsrail istihbaratı tarafından gözaltına alındı
ve bir aya yakın tutsak edildi.
-2011 yılı içerisinde
iki İHH çalışanı Somali’de el-Şebab örgütü kontrolündeki bölgede yardım
dağıttıkları gerekçesiyle Somali istihbarat birimlerince tutuklandı. Bu olay Amerika
ve İsrail medyasında manipülatif tarzda işlenerek haberleştirildi.
-2012 yılında İHH
çalışanı Abdullah Özkaya ve beraberindeki İHH gönüllüleri Kenya’nın başkenti
Nairobi’de silahlı saldırıya maruz kaldılar. Olayda ağır yaralanan Abdulla
Özkaya uzun bir ameliyatın ardından hayata döndürülebildi.
-2014 içerisinde
İHH’nın Kilis ofisi polis baskınına maruz kaldı, birçok bilgisayara el
konulurken kurum üzerine çirkin iftiralar atılarak manipülatif haberler
yapıldı.
-2014 içerisinde İHH
gönüllülerinden oluşan bir grup insani yardım dağıtmak için gittikleri
Suriye’de İŞİD militanlarınca kaçırıldılar ve kısa süreli alı konuldular.
-Bu süre zarfında pek
çok yardım çalışanı sıtma, dizanteri ve stres bozukluğu gibi hastalıklara maruz
kaldılar.
Yukarıda saydığımız bu
ve benzeri olaylar sadece İHH’nın değil bu sektörde faaliyet gösteren tüm
kurumların karşılaştıkları olaylar aslında. Uluslar arası raporlar insani
yardım çalışanlarına yönelik saldırıların giderek arttığını göstermekte. Her ne
kadar tedbirlerle risk faktörleri azaltılabilse de riski tamamen ortadan
kaldırmak gerçek dışı bir olasılık. Kaçırılma, yaralanma, ölüm, ciddi
hastalıklara yakalanma insani yardım çalışanlarının maruz kaldığı durumlar.
2003 yılında Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1502 nolu karar insani yardım
çalışanlarını korumayı hedeflese de gerek hükümetler gerekse de çalışma yapılan
bölgelerdeki silahlı örgütler koruyucu tedbirler alınması noktasında
isteksizler. Özellikle 11 Eylül sonrasında silahlı çatışmaların yükselişe geçtiği
Afrika’ya baktığımızda çoğu durumda insani yardım örgütlerinin politik
nedenlerle hedef alındığı görülmekte. İstihbarat çalışması yaptıkları, delil
topladıkları, isyancı grupları destekledikleri gibi çoğu zaman geçersiz gerekçelerle
kolaylıkla günah keçisi ilan edilebilmekteler. Bu bakış açısını etkilemenin en
mümkün yolu ise şeffaflaşmadan geçiyor. Sivil Toplum şeffaflaştıkça kötümser
bakış açısı daha gerçekçi zemine kaymakta.
İnsani Yardım
Örgütlerinin maruz kaldığı kaçırılma ve şiddet içerikli saldırıların son
yıllarda artışa geçtiği görülüyor. The Aid Worker Security Database’in
hazırladığı Operating in Insecurity başlıklı rapora göre 1996-2010
arasında 750 ayrı saldırıda 2.000 kadar insani yardım çalışanı ölüm, yaralanma
ve kaçırılma gibi hadiselere maruz kalmış. Humanitarian Outcomes’ın 2014 Aid
Worker Security raporuna göre ise 2013 yılında 251 ayrı saldırıda 460
yardım çalışanı hedef alınmış. Bu saldırılarda 155 yardım çalışanı hayatını
kaybederken 171’i ağır yaralanmış ve 134 kişi ise kaçırılmış. Bu rakamlar 2012
yılına göre saldırıların %66 arttığını göstermekte. Bu saldırıların 3’te
2’sinin Suriye, Pakistan, Afganistan ve Güney Sudan’da meydana geldiği
görülmekte. Afrika’da Mali, Kamerun, Nijer, Somali, Güney Sudan, Orta Afrika ve
Sudan yabancılara yönelik kaçırma faaliyetlerinin sık rastlandığı yerler
arasında.
Yüksek miktarlarda
fidye talep eden silahlı örgütler istediklerini alamadıklarında ellerindeki
tutukluları infaz etmekteler. Bu durum sadece insani yardım çalışanlarını
etkilemiyor elbette. Misyon görevlileri, diplomatlar, işadamları, din
görevlileri ve yerel halk da bu türden olaylarla maruz kalmaktalar. Nijerya’da
200 kız çocuğunun Boko Haram tarafından kaçırıldığı Chibok hadisesini
hatırlayalım! 1998’de Nairobi ve Darusselam’da Amerikan elçiliklerine yönelik
saldırılarda çok sayıda insan hayatını kaybetmişti. 2013’de Somali’de T.C
Büyükelçiliği’ne yapılan silahlı saldırıda 3 polis memuru hayatını kaybederken
9 kişi de yaralandı.
Şiddet içerikli
olayları gerçekleştirenler sadece sözde İslamcı gruplar değil elbette.
Uganda’da faal Hıristiyan tandanslı Tanrı’nın Direniş Ordusu (Lord’s Resistance
Army), Orta Afrika’da Müslümanlara soykırım uygulayan Hıristiyan terör örgütü
Anti-Balaka’yı da unutmamak gerekir. Günümüzde terör olaylarına sadece örgütsel
bazda bakmak gibi bir yanlış içerisindeyiz. Devletlerin siyasi gerekçelerle bu
tarz eğilimler taşıdığını da unutmamalı! Orta Doğu’da İsrail terörü, Çin’de
Uygur Türklerine yönelik terör, Amerika’nın insan haklarını ihlal eden
uygulamaları, Myanmar’da yerel Müslümanlara yönelik Budist terörünü de görmek
gerekir.
İnsani yardım çalışanlarına
yönelik saldırılar yerel halkın inançlarından da kaynaklanabilmekte.
Kolera-Ebola gibi salgın ortamlarında yabancılar kolayca hedef haline
gelebilmekte. Daha yakın bir zamanda 8 kişiden oluşan Ebola yardım ekibi
Gine’de yerel halkın saldırısına uğradı. Sağlık çalışanlarından oluşan ekip
Liberya sınırına yakın bir noktada Womey kasabasında halk tarafından taşlandılar.
Bu saldırı halkta hakim olan “yabancıların ülkeye Ebola getirdiği” gibi bir
düşünceden kaynaklanıyordu. Bu yönde saldırıların artması üzerine MSF Gine’deki
çalışmalarını durdurduğunu açıkladı.
İnsani yardım örgütleri
kriz bölgelerine gitmekle kendi güvenlikleri arasında bir seçim yapmaktalar
çoğu zaman. İnsanlık adına verilen bu zor karar bazen acı hadiselerle
sonuçlanmakta. İnsani duyguların erozyona uğradığı günümüze insani yardım
ruhunu ayakta tutmak giderek güçleşiyor. Bu saldırıların sonucunda etkilenen
sadece bizler olmuyoruz, asıl mağdurlar ulaşamadığımız kitleler aslında.
Sonuç olarak, insani
yardım çalışanları çoğu zaman güvensiz sularda hareket etmekteler ve farklı
odakların saldırılarına maruz kalmaktalar. Son yıllarda artan saldırılar insani
yardımın mağdur kitlelere ulaşmasını zorlaştırıyor. Ulus-devletlerin ya da faal
silahlı grupların getirdiği keyfi yasaklar insani yardım çalışanlarının
faaliyetlerini zaman zaman sınırlamakta. Taraflar arasındaki güven sorununun
aşılmasında uluslararası insani yardım örgütlerinin şeffaflaşmaları önemli bir
etken. Öte yandan siyasi ve askeri aktörlerin insani ihtiyaçlara daha duyarlı
olmaları ve bu alanda çalışanlara saygı göstermeleri gerekmekte. Bu aktörlerin
insani yardım çalışanlarının daha güvenli bir ortamda çalışmalarını sağlayacak
ortamı sunmaları gerekmekte.
[1]
Bu sunum 5-7 Aralık tarihleri arasında UTSAM tarafından Antalya’da düzenlenen
6.Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Sempozyumu’nun “Güvenlik Tehdidi:
Saha Perspektifi” oturumunda yapılmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder