Çarşamba, Aralık 17, 2014
Turkey and the Horn of Africa: Emerging Interests and Relations
Chatham House, Round Table Discussion, 28 June 2012
Serhat Orakci
Africa Director, IHH Humanitarian Relief Foundation
Ambassador David Shinn
Adjunct Professor of International Affairs, George Washington University
Jason Mosley
Associate Fellow, Africa Programme, Chatham House
Chair: Jehangir Malik
Director, Islamic Relief UK
Discussion summary:
http://www.chathamhouse.org/sites/files/chathamhouse/public/Research/Africa/280612summary.pdf
Chatham House, Round Table Discussion, 28 June 2012
Serhat Orakci
Africa Director, IHH Humanitarian Relief Foundation
Ambassador David Shinn
Adjunct Professor of International Affairs, George Washington University
Jason Mosley
Associate Fellow, Africa Programme, Chatham House
Chair: Jehangir Malik
Director, Islamic Relief UK
Discussion summary:
http://www.chathamhouse.org/sites/files/chathamhouse/public/Research/Africa/280612summary.pdf
Pazartesi, Aralık 15, 2014
Afrika’nın Ebola İmtihanı
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Kasım 2014
Afrika’nın bir bölümü birkaç aydır Ebola tehdidi
altında. Geçtiğimiz Mart ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün Gine’de hastalığın
ortaya çıktığını bildirmesi ile Ebola bir anda gündemimize girdi. Gine’nin
komşusu Sierra Leone ve Liberya’da da kısa sürede vakalar ortaya çıkarken ölüm
haberleri de gelmeye başladı. Sonradan yapılan araştırmalar hastalığın bu
bölgede 2013’ün Aralık ayından beri yayılmakta olduğunu ortaya koydu. Önceleri
Batı Afrika ile sınırlı olan yayılma alanı hastalığın Amerika ve Avrupa
ülkelerine sıçraması ile küresel bir boyut kazandı. Geçtiğimiz Ağustos ayında
ise Dünya Sağlık Örgütü küresel çapta acil duruma geçti. Nijerya, Senegal,
Demokratik Kongo ve Mali’de de yeni vakalar görülmeye başlandı. Ölü sayıları
hızla yükselişe geçti. Bu hafta itibariyle Batı Afrika’da 5.160 kişinin
(Liberya’da 2.836, Sierra Leone’de 1.169, Gine’de 1.142) hayatını kaybettiği
açıklandı.
Ebola sağlıkla ilgisi olan bir salgın hastalık olsa da bölgesel ve küresel
boyutu ile siyasi, ekonomik ve toplum üzerinde psikolojik etkileri olan bir
durum. Toplum içerisinde ve toplumlar arasında ilişkileri etkileyen bir boyutu
da bulunmakta. Avustralya ve Kanada salgının gerçekleştiği ülkelere vize verme
işlemlerini durdururken birçok ülke bu hat üzerinden gelen yolculara kontroller
uygulamakta. Salgının yoğun yaşandığı ülkelerde bölgesel karantina uygulaması,
insanların hastalıklarını gizlemeleri, çaresi olmayan bir hastalık için doktora
başvurmayı reddetmeleri toplumlar üzerinde ağır psikolojik tahribat yapmakta. Bunların
yanında bir de işin ekonomik boyutu bulunmakta. Batı Afrika ülkelerine gemiler
uğramazken bölgenin dışarıyla irtibat düzeyi en düşük seviyede seyrediyor. Gıda
krizi başlaması beklenen olasılıklar arasında. Atmosfer Albert Camus’un Veba’da
anlattıklarını aratmıyor gerçekten.
İlaç şirketleri yarış halindeler. İlk etkili aşıyı geliştiren şirket büyük
sayılarda aşı satacak. Ebola’nın tehdit ettiği Batı Afrika’da yaşayan insanlar,
aşıyla ilgili gelecek olumlu bir haberi bekliyorlar. Dedelerinin bağımsızlık
savaşlarında topraklarından zorla çıkarttıkları Batılıları şimdi dört gözle,
umutla bekliyorlar. Eskiden İncil getirenler şimdi aşı getirmeye
hazırlanıyorlar. Ancak bu sorun sadece Batı’nın ve Batı Afrika’nın sorunu
değil. İnsanlığı ilgilendiren bir vakıa.
Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı kayıtlara göre Ebola virüsü ilk olarak 1976’nın
Haziran-Kasım ayları arasında Sudan’ın güneyindeki (şimdi Güney Sudan) Nzara,
Maridi, Tembura ve Juba yerleşkelerinde görülmüş salgın bir hastalık. Bu zaman
zarfında 284 vaka tespit edilirken 151 kişi kısa sürede yaşamını yitirmiş. DSÖ
raporuna göre Nzara’da bir pamuk fabrikasında ortaya çıkan hastalık kısa sürede
çok sayıda işçinin yaşamını yitirmesine neden olmuş. Nzara’dan Maridi’ye seyahat
eden bazı kişiler üzerinden de bu yerleşkede de ölümler başlamış.[1]
Güney Sudan’da cereyan eden olaylarla ilgili olarak 1 Eylül 1976’da o
zamanki adı ile Zaire’nin kuzeyinde Bumba isimli bir bölgede de benzer bir
salgın görülmeye başlamış. 44 yaşlarında yaşadığı bölgedeki kilise bünyesinde
çalışan bir adam sıtmaya benzer şikayetlerle 26 Ağustos 1976’da hastaneye
gidiyor. Öncesinde Ekvator hattında 12 gün araçla beraberindeki 6 misyonerle
seyahat eden bu görevlinin Maboye-Bongo bölgesinde bazı büyük kasabalara
uğradığı öğrenilen bilgiler arasında. Bu yolculuk esnasında Yambuku ismindeki
bir yerleşkeye 50km. uzaklıkta antilop ve maymun eti satın alıyorlar. Maymun
etini yemeseler de antilop etini yiyorlar. Bu olayı takip eden birkaç gün
içinde ise bazı sağlık sorunlarının belirmeye başlaması üzerine Yambuku’daki
tek hastaneye gitmeye karar veriyor.
Kısa sürede başka hastalar da benzer şikayetlerle Belçikalıların 1935’den
beri bu bölgede işlettiği Yambuku Katolik Hastanesine başvuruyor. Ülkenin
başkenti Kinşasa ise olayı ancak 20 gün sonra öğrenebilmiş. Hastalığa yakalanan
Belçikalı bir hemşire Kinşasa’ya gönderilmesinin üzerinden kısa bir sürede
hayata veda etmiş. Bir ay gibi kısa bir zaman zarfında hastanede çalışan 17
personelden 11’i Ebola nedeniyle yaşamını yitirmiş. Bu ilk salgının sonunda 318
vaka kaydedilirken 280 ölüm gerçekleşmiş. 38 hastada ise iyileşme görülmüş.
Yapılan incelemelerde hastalığın Sudan’ın Güney kesimindeki Nzara kasabasından
geldiği tespit edilirken başka bir tespit ise kullanılan şırıngaların iyi
sterilize edilmeden başka hastalarda da kullanıldığı olmuş.
Zaire’nin kuzeyinde yaşanan bu olaya konuyla ilgili uluslar arası
kuruluşların müdahil olması ise salgının çıkışından ancak yedi hafta sonra
olabilmiş. Konuyla ilgili oluşturulan uluslararası komite Zaire hükümetine ilk
önerilerini 18 Ekim’de yapabilmiş ancak. Konuyla ilgili araştırma yapan
komisyon birçok soruya yanıt bulamamış. Olay yerine vardıklarında salgının
etkileri yok olmak üzereymiş zaten. Yaklaşık 38 yıl önce pek bilinmeyen bir
kasabada geçen bu olayda insan sirkülasyonunun şimdiye kıyasla çok daha düşük
olması olayın daha fazla yayılmasını önlemiş elbette.[2]
1976’da peşpeşe gelen bu iki salgının ardından Ebola salgınları farklı
zamanlarda Uganda, Fildişi, Güney Afrika, Gabon ve Kongo’da görülürken
İngiltere, Rusya, Filipinler, İtalya ve Amerika’da tek tük vakaların görüldüğü
olmuş. 2000 yılında Uganda’da hastalığa yakalanan 425 kişiden 224’ü hayatını
kaybederken 2007’de Demokratik Kongo’da hastalığa yakalanan 264 kişiden 187’si
hayatını kaybetmiş.[3]
Bugün Batı Afrika’da Ebola salgınına maruz kalan ülkeler, tarihlerinde ilk
defa bu salgınla mücadele ediyorlar. Salgını daha önce geçirmiş ülkelere göre
bu konuda neredeyse hiçbir tecrübelerinin olmaması ölümleri arttırıcı bir
faktör. Dünya Sağlık Örgütü önümüzdeki aylarda ölecek insan sayının daha da
artmasını bekliyor. Batı Afrika’da yaşamını kaybedenler için cenaze törenleri
düzenlenmeden, pek alışık olmadığımız koruyucu kostümlü görevliler tarafından Ebola
mezarlıklarına gömülüyorlar.
1976’da Zaire’de olayın dar bir alanda kalmasında insan hareketliliğinin
fazla olmaması etkiliydi. Günümüzde uçaklar salgın bir hastalığı okyanusları ve
sınırları aşarak hızla başka yerlere transfer edebiliyor. Bu yüzden bu
mahiyetteki hiçbir sorun sadece çıktığı yerde kalmıyor. Salgın hastalıkların
yayılma hızı da ulaşım araçlarının hızı ile yarışıyor. 38 yıl önceki tabloda
şimdiki tabloda Afrika’da sağlıkla ilgili altyapının aradan geçen bunca zamana
rağmen hiç ilerleme kaydetmediğini gösteriyor. O zamanlar Kilise örgütleri
tarafından işletilen hastaneler hala Kiliseler tarafından işletilmekte. Bu
ülkeler bu sorunla baş edebilecek ekonomik ve teknik güçten yoksunlar. O yüzden
dış destek gerekmekte.
[1] Dünya Sağlık Örgütü’nün konuyla ilgili 1978 tarihli raporu http://whqlibdoc.who.int/bulletin/1978/Vol56-No2/bulletin_1978_56(2)_247-270.pdf
[2] Dünya Sağlık Örgütü’nün konuyla ilgili 1978’de
yayınladığı komisyon raporu http://whqlibdoc.who.int/bulletin/1978/Vol56-No2/bulletin_1978_56(2)_271-293.pdf
[3] 1976’dan günümüze Ebola salgınlarının kronolojik sıralaması için bkz.: http://www.cdc.gov/vhf/ebola/outbreaks/history/chronology.html
Burkina Faso Halk Devrimi ve Afrika Baharı
Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Kasım 2014
Burkina Faso halkı sokaklarda
birkaç gündür. Çoğunluğu gençlerden oluşan sokak göstericileri Devlet Başkanı
Blaise Compaore’nin 27 yıldır sürdürdüğü görevini bırakmasını istiyor.
Parlamento binası ateşe verildi, devlet televizyonu göstericilerin eline geçti.
Polisin müdahalesi sonucu 30 kadar ölü var. Compaore biraz ayak direse de
görevden istifa etti ve Gana’ya doğru yola çıktı. Afrika’nın sakin bir
ülkesinde yaşanan bu olaylar akla Tunus örneğini getiriyor ister istemez. Soru
şu: Afrika Baharı ya da Siyah Bahar mı geliyor?
İki yıl önce Mali’den kaçan
göçmenleri ziyaret için Burkina Faso’ya gittiğimde sakin bir atmosfer vardı ülkede.
Mali’de çatışan güçler arasında arabuluculuk dışında pek fazla siyasi bir
gündem yoktu. Kısa bir süre sonra muhalif gazete ve radyolara bazı baskınlar
yapıldı ve tutuklamalar oldu. O sükunetin altında yatan değişim isteğini görmek
pek mümkün değildi. Devlet Başkanı Compaore’nin görev süresini uzatmak için
anayasada değişikliğe gitmek istemesi bardağı taşıran damla oldu adeta. Başkan
Compaore 27 yıl önce Burkina Faso için önemli bir figür sayılan “Afrikalı Che”
lakaplı Marksist Thomas Sankara’yı devirerek iktidara gelmişti. Soğuk Savaş
konjonktürü içinde S.S.C.B etkisinin yayılmasını istemeyen Fransa ve ABD bu
darbeyi desteklemişti. Sonrasında ABD ülkeyi yardım programına aldı. Şimdi Batılı
güçler Compaore’yi gözden çıkartmış görünüyor. Verdikleri demeçlerde anayasa
değişikliğini onaylamadıklarını belirttiler zaten.
Geçtiğimiz günlerde Durban’dan Güney
Afrikalı Yazar Daniel Sincuba’nın bir çıkışı oldu. İsyan mahiyetindeki çıkış
özetle Afrika’da bağımsızlık sonrası mevcut siyasi ve ekonomik yapı içinde olumlu
bir değişiklik yapma ihtimalinin bulunmadığını vurguluyordu. O yüzden iyi veya
kötü liderlere sahip olmanın bir öneminin olmadığını, mevcut durumun her
durumda azınlık bir gruba hizmet ettiğini vurguluyordu. Sincuba sitem dolu
yazısında mevcut liderleri “Beyaz sistemin Siyah yüzleri” olarak tanımlıyordu.
Sonuç olarak gayri-resmi politika yapımını öneren yazar kısaca Kaos Düzeni’ne
çağrı yapıyordu. Her ne kadar bazı değerlendirmeler Güney Afrika özelinde olsa
da Afrika genelinde de durum pek farklı değil.
Afrika’da muhalif sesler uzun
zamandır bastırılıyor. Kamerun devlet başkanı 39 yıldır, Angola ve Ekvator
Ginesi devlet başkanları 35’şer yıldır, Zimbabve devlet başkanı 34 yıldır,
Uganda devlet başkanı 28 yıldır, Sudan devlet başkanı 25, Eritre ve Çad devlet
başkanları 23’er yıldır iktidardalar. 2010 verilerine göre Sahra-altı Afrika’da
414 milyon insan aşırı yoksulluk içinde yaşıyor. Ne demek aşırı yoksulluk?
Günlük geliri 1.25 doların altında olan kişiler. Bu bölge nüfusunun %48,5’i
demek aynı zamanda. 250 milyondan fazla insanın temiz suya erişimi bulunmuyor.
Gene Sahra-altı Afrika’da 589 milyon insan elektrikten yoksun bir hayat
sürüyor. Dünyanın en fakir ülkelerinin %75’i Afrikalı. Nüfusu 1 milyarı geçen
kıtada nüfusun yarısı 18 yaş altı gençlerden oluşuyor. İşsizlik ve gelecek
endişesi en büyük problem. Afrika’nın geleneksel aile sisteminin yakın aile
ilişkileri işsizlik baskısını hafifletse de hızlı şehirleşme birey-aile
bağlarını zayıflatıcı etkiye sahip. Bu tablo bile başlı başına gençlerin neden
sokağı tercih ettiğini açıklamaya yetiyor. Gençler sokaklarda telefon kartı,
kontör, su, sigara vs. satarak hayata tutunuyor.
Eğer Burkina Faso’da yaşanan
gelişmelere bu minvalde bakacak olursak çok da farklı olmayan bir tablo
göreceğiz. 27 yıllık bir iktidar ve gelişmiş bir grup elit dışında büyük yoksul
kitleler. Halk bu elim tabloyu değiştirmek için çırpınıyor, sokağa dökülüyor
ama iktidarı değiştirmek sorunu çözmeyecek. Henüz asıl aktörler son sözü
söylemediler. Amerika ve bu bölgedeki etkili güç Fransa krizi yönetmek için
geldiklerinde değişen fazla bir şey olmayacak. Blaise Compaore’nin yerine belki
daha genç bir versiyonu iktidara geçecek ama halkın yoksulluğu devam edecek.
Halkın pastadan aldığı pay (daha doğrusu bazı kabilelerin) biraz daha artacak
sadece. Bu güçler açısından önemli olan kendi bölgesel çıkarları. Daha yakın
zamanda Mali ve Orta Afrika’da olanları unutmamak lazım!
Burkina Faso özelinde sorulması
gereken soru: “Compaore mi Sankara mı daha iyiydi?” ya da “Kim kimin adamı?”
türünden sorular değil. Asıl soru: Nüfusun %60’ını oluşturan Müslümanların
siyaset içinde neden olmadığıdır. Müslümanların siyaset içinde etkili olması
halinde ne Marksist Sankara ne de Katolik Compaore gibi azınlık iktidarını
temsil eden adamların esamesi bile okunmazdı. Bu durum oluşmasındaki ana faktör
ise eğitim sistemi.
Sömürgecilik döneminde
kendilerini sekülerleşme ve Hıristiyan eğitim kurumlarından uzak tutan Müslüman
çoğunluk maalesef en eğitimsiz kitle. Siyasi alanda hiçbir etkinliği yok bu
kitlenin. Bir lider çıkartma potansiyeli de yok. Ülkede eğitim sistemi ikili
bir yapıya sahip: Franko-Arap model ve Fransız modeli. Franko-Arap modeli
İslami ilimlere ağırlık vermekte, bu sistemde yetişen çocuklar matematik ve fen
ilimlerinde zayıf olduklarından üniversite sınavlarında başarı oranları çok düşük.
Müslümanlar kimliklerini korumak adına Hıristiyanlar tarafından yönetilmeyi
yeğlemişler. Müslüman ailelerin çocukları Franko-Arap modelde eğitim veren dini
okullara devam ettiklerinden üniversite okuma, devlet içinde üst düzey
görevlere gelme ihtimalleri çok düşük kalmış. Mevcut iktidarlarda bu sistemin
devamını desteklemekte beis görmemiş. Fransız modeli ise Fransa’daki eğitim
modelinin bir kopyası. Bu modelde eğitim tamamen Fransızca ve seküler.
Kiliseler hala eğitim sisteminin ana omurgasını oluşturmaya devam ediyor. Devletin
yönetim kadrosu bu okullar yoluyla şekilleniyor.
Afrika’nın herhangi bir ülkesinde
çıkacak isyan dalgasının domino etkisiyle tüm kıtaya hızla yayılmasından
korkuluyor. Kimsenin kontrol edemeyeceği kaotik bir ortam oluşması halinde bazı
silahlı örgütlerin ve hareketlerin durumdan faydalanması mümkün. Afrika’nın
yoksul halklarının kaybedeceği zaten bir şey yok. Günlük 1.25 dolarlık gelirden
mahrum kalmak ile kalmamak arasında bir seçim bu. Sudan ve Uganda’nın önünde de
benzer bir siyasi atmosferin olduğunu vurgulamak da fayda var. Halkın başıboş
şekilde sokağa dökülmesi çok da bir şey ifade etmiyor. Sokağa dökülen halkın
istediği lideri de çıkartması lazım. Aksi halde büyük güçlerin kendilerine laik
gördüğü yöneticileri kabullenmek zorunda kalacaklar. Bildikleri bir diktatörden
kaçıp bilmedikleri bir diktatörün kucağına atlamış olacaklar. Sadece geliş
yöntemi atama ya da darbe değil de seçim olacak.
Burkina halkın iki günde tarih
yazdığı konusunda hem fikiriz. Halk zafer sarhoşu. Yönetim düştü. Burkina
Faso’da yönetim orduya geçmiş durumda. Devrik başkanın sadık adamlarından General
Honore Traore başkanlık görevini aldığını açıkladı. Hemen peşinden başka bir
ordu mensubu General Issaac Zida da görevi devraldığını açıkladı. Kısacası ordu
içinden iki grup iktidarı ele geçirmeye çalışıyor. Yeni iktidar ülkeyi seçime
hazırlayacak. Bu süreç asıl belirleyici dönem. Bölgedeki hakim güçler bu süreci
etkileyerek, manipüle ederek, yöneterek istedikleri adaya iktidarın yolunu
açmaya çalışacaklar. ABD-Fransız ittifakı belirleyici olmaya taşları yeniden
dizmeye başlayacak. Umarız Burkina halkı başkalarının gösterdiği değil de
gerçekten istedikleri lideri iktidara taşımaya muktedir olur.
Çarşamba, Nisan 09, 2014
UNUTULAN KRİZ: DARFUR
Serhat Orakçı, Nisan 2014
İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi
http://www.ihhakademi.com/unutulan-kriz-darfur/
Sudan yüzölçümü açısından
Afrika’nın en büyük ülkesi konumundaydı daha düne kadar. 1985-2005 arasında
güney-kuzey arasında cereyan eden iç savaş çok sayıda sivil kaybı ve büyük bir
göçmen kitlesi bırakırken ülkenin bölünmesinin de başlıca sebebidir. 2011
yılında Sudan’ın güney bölgelerinde yapılan bağımsızlık referandumu büyük bir
halk katılımı ile gerçekleşmiş ve ülke resmen ikiye bölünmüştür. Uluslararası
kamuoyu tarafından tanınan Güney Sudan Afrika’nın 54. ülkesi olarak tarih sahnesine
çıkmıştır. Ülkenin bölünmesi sonrasında siyasi, ekonomik ve kültürel dengelerde
değişme meydana gelmiştir. Ülkenin kuzeyinde yaşayan güneyli halk bağımsızlık
kazanan Güney Sudan’a göç etmiştir. Ayrıca ülkenin petrol kaynakları da
bölünmüştür. Petrol rezervlerinin büyük bir bölümü Güney Sudan’da kalırken
ülkedeki tek boru hattı Hartum hükümetinin elinde kalmıştır. Ayrıca iki bölge
arasında sınır çatışması ise devam etmiştir.
Askeri harcamalar hem kuzeye hem
de güneye ağır külfet getirmiştir. Hem güney hem de kuzey Sudan ekonomik
türbülansa girerek yoksullaşmaya devam etmiştir. 2011 bölünmesini takip eden
yıllarda her iki Sudan’da toparlanamamış, halklarına refah getirmemiştir. Güney
Sudan’daki iç politik çekişmeler başarısız bir darbe girişimiyle sonuçlanırken bu
çekişme silahlı bir çatışmaya dönüşmüş ve ülke istikrardan daha da
uzaklaşmıştır.
Sudan’ın batısındaki Darfur
bölgesinde ise 2003 yılından beri çatışmalar yaşanmakta olup bölge ciddi bir
insani krize sahne olmaktadır. Yaklaşık 2 milyon insanın göçmen haline geldiği
Darfur bölgesindeki sorunun çözümü için Katar’da bir takım görüşmeler
yürütülmektedir ancak bölgede güç sahibi olan büyük silahlı gruplar bu
görüşmelerde yer almamaktadır. Darfur bölgesi kabileler arasında ve Sudan
ordusu ile isyancı gruplar arasında yaşanan yoğun silahlı çatışmalar nedeniyle
istikrardan uzaklaşmıştır. Bölgedeki istikrarsızlık Sudan’ın geneline de farklı
şekillerde yansımaktadır.
Dünyanın neredeyse unuttuğu
Darfur aslında Afrika’daki en büyük insani krize sahne olmaktadır. Yaklaşık 500
bin kilometre karelik bir alanı kapsayan Darfur bölgesi adeta açık hava kampını
andırmaktadır. Sadece 2013 yılı içinde yaşadığı yerleşkeyi terk etmek zorunda
kalanların sayısı 380 bin dolaylarındadır. Darfur genelinde 3.5 milyon insan
yardım ihtiyacı içinde yaşamaktadır. Faşir, Zalince, Niyala, Cenine, Ed Daein
gibi büyük şehirlerde çok büyük sayılarda göçmen kamp alanlarında yaşamaktadır.
2014’ün ilk aylarında Güney ve
Kuzey Darfur’da yaşanan sıcak çatışmalar 215 bin insanın evlerini terk etmesi
ile sonuçlandı. Özellikle Um Gunya, Khor Abeche ve Saraf Omra gibi kırsal
yerleşkelerde Sudan ordusu ile isyancı gruplar arasında yoğun çatışmalar
yaşandı. Evlerini terk edenler daha güvenli yerlerde yeni bir yaşam başlatmak
için kamplara sığınmak zorunda kaldı. 2003 yılından bu yana Darfur’da yaşanan
çatışmalar çok büyük bir insani krize yola açarken bu krizin çözümü maalesef
mevcut şartlar içinde pek mümkün gözükmüyor.
Sudan hükümetinin Katar
aracılığıyla yürüttüğü barış görüşmelerine tam katılım sağlanamadığı için
bölgeye barışın gelmesi uzak bir ihtimal. Sudan’ın bölünmesi sürecinde Batı
tarafından sıklıkla bir baskı aracı olarak kullanılan Darfur krizi Sudan
bölündükten sonra tam anlamıyla Batılılar tarafından unutuldu. İslam alemi
zaten hiçbir zaman gereken ilgiyi göstermemişti. Komşu ülkeler ise bu krizi
zaman zaman kaşıyarak Sudan’a karşı koz olarak kullanmaktalar. Boyutları artık
oldukça büyüyen Darfur sorunun Sudan hükümeti tarafından çözümü ise pek mümkün
gözükmüyor. Yardım ihtiyacı içinde yaşamlarını zor şartlar altında sürdüren 3.5
milyon insan ise resmen geleceksiz yaşıyor. Eğitim, sağlık ve su gibi temel
hizmetlerden bile yoksun yaşayan bu kitleler krizin bedelini en ağır şekilde
ödemektedirler. Yazının başında da belirttiğim gibi her ne kadar unutulsa ya da
ilgilenilmese de Darfur krizi Afrika’da devam eden en büyük insani krizdir.
Çarşamba, Nisan 02, 2014
ORTA AFRİKA’YI UNUTALIM!
Serhat Orakçı
İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi
http://www.ihhakademi.com/orta-afrikayi-unutalim/
Bu yazıda rakamlar vermeyeceğim!
Şu kadar öldü bu kadar göçtü demenin anlamı yok! Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
yaşanan şiddet olayları utanç verici boyutlarda devam ediyor. İnsanın kanını
donduran akıl almaz görüntüler gelmeye devam ediyor. Ülkede Müslümanlara
yönelik sistematik bir katliam programı sürdürülüyor. İnsani krizin boyutları son
aylarda inanılmaz bir boyuta ulaştı. İslam dünyası ise doğal taraf olduğu bu
krizi görmemedeki ısrarını anlamsız biçimde sürdürüyor.
2013 yılı içerisinde bir takım
siyasi olaylar yaşandı Orta Afrika’da. Seleka Koalisyonu diye isimlendirilen
silahlı bir grup François Bozize iktidarını devirerek başa geçti. Kasası
sıfırlanmış, batık bir devlet almışlardı aslında. Durumu düzeltmek, adil bir
ekonomik paylaşım gerçekleştirmek gibi seküler söylemlere sahiptiler. Yani
ortada el-Kaide yoktu! Çevre ülkelere ve İslam ülkelerine işbirliği çağrıları
yaptılar. Beklenti büyüktü; İslam ülkeleri ellerinden tutacak sosyo-ekonomik
kalkınma adımları atılacaktı. Ancak kısa sürede bunun bir hayal olduğu ve daha
kötüsü Orta Afrika’nın İslam ümmetinin hafızasında yerinin olmadığı anlaşıldı.
Koca bir ümmet Orta Afrika’da yaşayan Müslüman halktan habersizdi.
Azınlık durumundaki Müslümanların
iktidara talip olması Afrika realpolitiğinde yeri olmayan sıra dışı bir
durumdur. Afrika’yı idare eden küresel güçlerin (ABD, Avrupa ve İsrail) asla
kabullenemeyeceği bir durumdur. Tam tersi olabilir ve olmalıdır da. Azınlık
Hıristiyan zümrenin yönetme hakkı her zaman vardır ve sorgulanmaması gereken bu
hak doğal bir meşruiyet oluşturur. Batılıların garantisi altındadır.
Orta Afrika’da seküler olsa bile
azınlık Müslümanların idaresi asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Başka
ülkelerdeki Müslüman halklara cesaret verebilecek, onların aklını
karıştırabilecek bir örnek teşkil edebilir. Uganda, Tanzanya, Kenya, Kamerun,
Nijerya gibi ülkelerde bu tutumun tekrarlanması ihtimali doğabilir. Bu
Hıristiyan alemine büyük bir darbe vurabilir. O yüzden böyle bir kalkışmanın
çok çok ağır bir şekilde cezalandırılması gerekir. Müslümanların bu yönde bir
beklenti, umut ve tasavvurunun tamamen yok edilmesi gerekir.
Bugün Orta Afrika’da yaşanan
durum bize bunu net olarak göstermektedir. Bir takım Hıristiyan çeteler
inanılmaz şiddet olayları ile Müslümanları katletmekte adeta tüm İslam alemine
mesaj geçmektedirler. Bu saldırılar örtük bir şekilde bizim coğrafyamıza
yapılmaktadır. Kabul etsek de etmesek de biz bu meselenin doğal tarafıyız.
Medya kışkırtmaları ve politik oyunlarla iki din çatıştırılmak istenmektedir.
Bu çatışmayı önleyen tek unsur Müslümanların sağduyusudur ve hala bizden
umutlarını kesmemeleridir. Bunca olaya rağmen hala şiddet olaylarına
bulaşmamaları başka nasıl açıklanabilir ki?
Batı medyasının dile getirdiği,
yani şiddet olaylarının Müslümanlar tarafından başlatıldığı ve Balaka denen
çetelerin savunma refleksinden doğduğu temel argümanını çöpe atın! Bu
manipülasyon bilinçli şekilde yapılmaktadır ve kafaları karıştırmayı
hedeflemektedir. Bu izah tarzının amacı şiddet olaylarından Müslümanları
sorumlu tutmaktır. Ancak gerçek tüm çıplaklığıyla önümüzde durmaktadır. Orta
Afrika’da sistematik şiddete uğrayanlar Müslümanlardır ve bu zulme alet olanlar
terörize olmuş aşırı dinci Hıristiyan gruplardır. Seleka’nın tasfiyesi ve
Müslümanlar idarenin sona ermesine rağmen saldırılar son sürat hala devam
etmektedir.
Eğer bizler doğal olarak taraf
olduğumuz bu tramvayı önlemek için şimdi harekete geçmeyeceksek ne zaman
harekete geçeceğiz? İslam İşbirliği Teşkilatı buradaki Müslüman halkların
onurunu ve haklarını korumaktan sorumlu değil mi? Afrika Açılımı yapan Türkiye
sadece açılım yaptığı bazı ülkelerdeki insani krizlere mi duyarlı? Harekete
geçmek için illa 94 Ruanda katliamı mı yaşanması gerekli? Bu sorulara samimi
cevaplar vermemiz gerekir. Orta Afrika’da katledilen Müslümanlar var ve onlar
önce Allah’tan sonra bizden hala umutlarını kesmediler.
ORTA AFRİKA’DA DİN SAVAŞLARI
Serhat Orakçı/Dünya Bülteni
Ocak 2014
Orta Afrika Cumhuriyeti (OAC) son günlerde siyasi, dini ve
insani bir kriz ile çalkalanıyor. Her üç krizin de boyutları giderek büyüyor ve
ülkede işler karmaşık bir hal alıyor. Her üç kriz de birbirini tetikleyerek çığ
gibi büyürken durum son derece tehlikeli bir noktaya ilerliyor.
Ülkedeki kaotik atmosferi anlamak için bahsettiğimiz krizleri
biraz açmaya çalışalım. Bilindiği gibi ülkenin kırsal bölgelerinde oluşan 5
silahlı hareket başkent Bangiu’ya kadar gelerek Mart 2013’de yönetimi devirdi.
Bu silahlı hareketler 2012 yılı içinde Seleka ismi altında bir koalisyon
oluşturmuştu. Büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Seleka harketi François
Bozize’den yönetimi devralarak bir geçiş hükümeti kurdu. Devlet Başkanlığı
görevine Seleka komutanlarından, daha önce Sudan’da diplomatik görev yapmış,
Michel Dijotodia getirildi ve ülkenin 18 ay içinde seçime götürülmesi istendi. Michel
Dijotodia ülkedeki ilk Müslüman devlet başkanı sıfatına sahip. Anlaşma gereği
Djotodia ve Seleka üyeleri seçimlerde aday olmayacaktı. Djotodia’nın göreve
başlaması ile Seleka tasfiye edilirken Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşan yeni
bir hükümet kuruldu. Başbakanlık görevi ülkenin tanınan avukatlarından daha
önce Bokasso ve Bozize’nin avukatlığını yapmış Nicolas Tiangaye’ye verildi.
Seleka’nın koltuğundan ettiği François Bozize ise ülkeyi terk
ederek önce Kamerun sonrasında ise Benin’e sığındı. Kısa süre içinde taraftarlarını
toparlayan Bozize hükümete karşı atağa geçerek şiddet olaylarını başlattı.
Balaka ismi verilen Bozize’ye sadık çeteler özellikle Müslüman köylerini,
camileri ve Seleka üyelerinin evlerini basarak infazlara başladı. Balaka denen
bu çeteler her türlü insanlık dışı uygulamaya imza atarak kısa sürede binlerce
insanı katletti.
Ülkenin şu an içinde yaşadığı krizi tetikleyen son olaylar
dizisi Aralık ayının başında başladı. Balaka çetesi Müslümanlara yönelik
saldırılarını sıklaştırırken 5 Aralık gecesi eski Seleka komutanlarının
evlerini basarak infazlar gerçekleştirdi. 4 önemli liderin hayatını kaybettiği
gece baskınında diğer Seleka liderleri kurtulmayı başardı. Ancak evleri yerle
bir edilmişti. Katliamdan kurtulmayı başaran eski Seleka üyeleri cami ve okul
gibi daha güvenli yerlere sığındı.
Aynı günlerde ülkede tırmanan şiddet olaylarını bahane eden
Fransa, BM güvenlik konseyinden karar çıkartarak ülkedeki asker sayısını
arttıramaya başladı. Fransa 1.600 civarında askerini ülkeye kanalize ederek
sivilleri koruma görevini üstlendi. Fransa birliklerine Afrika Birliği
askerleri de eşlik etti. Ancak Fransa’nın askeri varlığı şiddeti azaltmaktan
çok daha da fazla tırmandırdı. Çünkü Fransa’nın varlığından güç alan Balaka
çetesi Müslümanlara yönelik saldırılarını daha da arttırarak kan dökmeye devam
etti.
Şiddeti dindirmek için silahsızlandırma siyaseti uygulamaya
koyan Fransa, Seleka üyelerini silahsızlandırma adı altında Müslüman
mahallelerine girerek silah ve kesici aletleri toplamaya, üst-baş aramalarına
başladı. Bu tek taraflı silahsızlandırma girişimi Müslümanları
güçsüzleştirirken karşıdaki Balaka çetesini daha da cesaretlendirdi. Fransa’nın
tarafsızlığını yitirdiğini düşünen Müslüman topluluklar Fransa’yı eleştirmeye,
sokak protestoları ile tepkilerini göstermeye başladılar. Son olarak Fransa’ya uyarı
veren Müslüman’lar durum değişmez ise Fransa’ya karşı mücadele vereceklerini
açıkça ilan ettiler.
Bozize taraftarı Hıristiyan Balaka çetesi şiddeti tırmandırırken
ülkedeki kriz siyasi görünümden dini ve insani boyuta kanmaya başladı. Şiddet olaylarından
kaçan insanlar kamplara, camilere, okullara, medreselere, kiliselere sığınmaya
başladı. Bu durum Hıristiyanlar ile Müslümanları kutuplaştırarak iki dini karşı
karşıya getiren tehlikeli bir yere geldi. Ülkedeki insani krizin boyutu giderek
genişledi. İmkan bulanlar ülkeyi terk ederken bulamayanlar daha güvenli yerlere
sığınmaya başladı. 4.5 milyon nüfusa sahip ülkede 600 binden fazla insanın
evlerini terk ettiği tahmin ediliyor.
Fransa’nın askeri varlığı dengeleri değiştirirken ülkedeki
hükümeti de etkisizleştiriyor. Askeri müdahalenin gölgesindeki hükümet işlemez
hale gelirken ülkede bankalar, okullar ve ticarethaneler uzun zamandır kapalı.
Kamu kurumları işlemez hale gelirken hükümet memur maaşlarını ödeyemez halde.
Sokaklar askeri araçlar ve kontrol noktaları ile dolu. Sokaklarda serbest
dolaşım neredeyse imkansız.
Orta Afrika’da tarafsızlığını yitiren sadece Fransa değil
elbette. Batılı medya kuruluşları da yaptıkları haberlerde objektif olmaktan oldukça
uzak. Yapılan çarpıtmaları ise ülkeyi yakından tanımayanların anlaması zor. Bu
noktayı açmak adına bazı örnekler vermekte fayda var: Öncelikle olayın
aktörlerini adlandırma da çarpıtma hemen göze çarpıyor. Yerel halkın “Balaka”
yani “Palalı” diye adlandırdığı çeteleri Batı basını “anti-Balaka” olarak
adlandırıyor. Şiddeti doğuran bu çeteleri pala kullanmaya karşıymış gibi
tanımlayarak şiddet doğuran aktörleri ters konumlandırıyor. Bu söylem ile ülkede
şiddeti tırmandıran şer odağı Seleka’ymış gibi algılanıyor. Oysa Mart ayından
sonra tasfiye edilen Seleka grubu ortada yok bile. Diğer bir çarpıtma ise
OAC’da yaşayan Müslümanların yabancı unsurlar olduğu tezinin işlenmesi.
Müslümanların azınlık olduğunu ve Çad, Sudan gibi komşu ülkelerden gelen göçmen
tüccarlar olduğu söylemi işlenerek ülkenin asıl sahibi Hıristiyanlar mesajı
verilmekte. Oysa bu da oldukça sorunlu bir bakış. Nedeni ise İslamiyetin çok
önceden beri ülkede hakim din olması ve sömürgecilik öncesi dönemde ülkenin Müslüman
sultanlar tarafından yönetilmesi. Bu durum ancak sömürgecilik dönemi ile
sekteye uğrayarak bölge misyonerler tarafından Hıristiyanlaştırılmıştır.
Müslümanlar yabancı unsurlar olmayıp ülkenin sahiplerindendir. Diğer bir
çarpıtmada devlet başkanının Müslüman olması ile ilgilidir ki bu nokta sık sık
dile getirilirken çoğunluğu Hıristiyan olan bir ülkenin Müslümanlar tarafından
yönetildiği ima edilmektedir. Bu ise tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Ülkede
karma bir hükümet iş başındadır. Hıristiyan bakan sayısı Müslüman bakan
sayısından fazladır. Başbakan Hıristiyan olduğu gibi neredeyse tüm yetkileri
elinde bulundurmaktadır.
Batı medyası ceset dolu camileri görmezden gelmektedir.
Müslümanlar ölülerini bile gömecek yer bulmazken ülkedeki şiddetin sebebi olarak
gösteriliyorlar. Şiddet olaylarının baş aktörü Balaka çetesi Hıristiyan değil
de İslamcı olsa olaylar nasıl aktarılırdı acaba? Aşırı İslamcı, el-Kaide
bağlantılı terör örgütü denirdi sanırım. Oysa bilinçli olarak Balaka çetesi
için ne terörist ne de aşırı dinci denmemektedir. Tam tersine anti-Balaka
denerek şiddet karşıtıymış gibi gösterilmektedir.
Müslüman ve Hıristiyan
topluluğun daha düne kadar huzur içinde, çatışmadan uzak yaşadığı OAC
şimdilerde tehlikeli bir noktaya gelmiş durumda. Ruanda katliamını andıran bir
manzara var karşımızda. Aşırı dinci-terörist-Hıristiyan Balaka çetesi Müslüman
tüm unsurlara (barışgücü içindeki Müslüman askerler de dahil) savaş açmış, tüm
Müslümanların kökünü kazımaya yemin etmiş gibi her türlü insanlık dışı şiddeti
yapmaktadır. Fransa mevcut hükümeti baltalarken ülkede ticari hayat, eğitim ve
sosyal hayat durmuş vaziyettedir. Batı medyası ise şiddet olaylarını Seleka’nın
işlediği tezini işlemek ve Müslümanların durumunu görmezden gelmek çabası
içindedir. Batı dışında ise ülkede yaşananlara ilgi duyan bulunmuyor maalesef.
İslam dünyasından duruma el atan kimsecikler yok. Bu durum ülkedeki
Müslümanların çaresiz ve yalnız hissetmelerine yol açıyor. Öte yandan
Hıristiyan terör örgütü Balaka ise birileri tarafından cesaretlendirilerek
silahlandırılıyor. Böylece kirli bir oyun tezgahlanarak iki dinin çatışması
için uygun zemin ve söylemler hazırlanıyor. Olaylar yatıştırılamazsa çok büyük
bir din savaşı kapı demektir.
Mandela’nın Ardından
Serhat Orakçı / Dünya Bülteni
Aralık 2013
Uzun süredir hasta yatağında
yatan Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela 95 yaşında hayata gözlerini
yumdu. Ünü ülkesinin sınırlarını fersah fersah aşmış bir liderdir o. Sadece
ülkesinde değil dünya genelinde sevilen bir halk kahramanıdır. Güney Afrika’nın
sahip olduğu en büyük değerdir.
Güney Afrika’nın bilinen tarihi 1488’de
Ümit Burnu’nun keşfi ile başlar. Hindistan’a ulaşmak isteyen Avrupa’nın
bağrından kopmuş bir grup denizci Cape Town’da karaya ayak bastığında
şanslarına lanet ederler ve vardıklara yere “Fırtına Burunu” derler. Çünkü
maceraları istedikleri gibi gitmemiştir. Afrika’nın sonuna ulaşmış ancak
Hindistan’a varamamışlardır. Bu süreç Güney Afrika’nın sömürgeleştirilmesinin
de başlangıcıdır aynı zamanda. İşte bu yüzden Nelson Mandela’nın hikayesi
15.yy’a kadar uzanır.
Güney Afrika’nın değerini anlayan
Hollanda ve İngiltere ülkelerindeki işsiz, güçsüzleri gemilere doldurarak
buraya göndermiştir. Buraya yerleşen Avrupalılar bu vatanın asıl sahibi
yerlileri önce silah zoruyla sindirip sonra ülkeyi baştan sona kuşatmıştır. Daha
sonraki yıllarda ise ırk temelli Apartheid rejimini kurmuş ve beyazlar
dışındaki diğer topluluklara adeta kan kusturulmuştur. Nelson Mandela’nın
siyasi arenaya çıkışı da bu döneme rastlamıştır.
1948 yılında iş başına gelen
ırkçı rejim insanları renklerine göre bir arada yaşamaya zorlamış, beyaz olmayan
toplulukları yüksek eğitim ve toprak edinme gibi haklardan mahrum bırakmıştır. %10
azınlığın ülkenin geri kalanına hükmettiği bu yıllarda sosyal yaşam tamamen
renklere göre dizayn edilmiştir. Kamu binalarında siyahların ve beyazların
giriş-çıkış kapıları ayrılmış sokak ve parklardaki oturma banklarını
etiketlenmiştir. Bu dönemde siyahların ve beyazların denize girdiği plajlar
bile ayrılmıştır. Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) çatısındaki dava arkadaşları
böyle bir rejimle mücadele etmişlerdir. Müebbet hapis cezasına çarptırılan
Mandela hayatının 27,5 yılını hapiste geçirmiştir.
Mandela ile birlikte ANC’nin üst
düzey yönetim kadrosu uzun yıllar hapiste tutulmuştur. Ancak hakları gasp
edilen halk onları içerde yalnız bırakmamıştır. Sokak gösterileri, grev ve
sivil itaatsizlik yöntemleri ile mücadelenin arkasında durmuştur. Mandela’nın
resimlerine bakmanın bile yasaklandığı bu dönemde halk Mandela için bazen
“Madiba” bazen de baba anlamına gelen “Tata” demiştir.
Mandela’nın hayat hikayesi müthiş
ilham vericidir
O çektiği tüm sıkıntılara rağmen
giriştiği özgürlük mücadelesinden zerre taviz vermemiş gerçek bir halk
kahramanıdır. Tüm sıkıntılara rağmen ümidini hiç kaybetmeyen Mandela mücadelesi
ile ezilen milyonlarca insanın özgürleşmesine ve emperyalist sömürgeci Batı’nın
Afrika’daki son sağlam kalesinin de yıkılmasına vesile olmuştur.
O affetmesini bilen bir liderdi
aynı zamanda. Kin tutmamıştır. İktidara geldiğinde kendisine düşmanlık yapan
tüm şahısları cezalandırmak yerine onlara hoşgörü göstermiş ve affetmiştir.
Hapishanede kaldığı yıllarda kendisine eziyet eden gardiyanları bile bağışlamasını
bilmiş onlara dost elini uzatmıştır.
İktidara, koltuğa, makam-mevkiye
ve iktidarın sağladığı nimetlere sımsıkı sarılan bir lider hiç olmamıştır.
Devlet başkanlığı görevini sadece
bir dönem yaparak çekilmeyi uygun bulmuştur. İstese çok daha uzun yıllar
iktidarda kalabilirdi.
Mandela iktidara geldiğinde kuşatıcı olmuş ülkedeki diğer
renk ve siyasi görüşleri dışlamamıştır. Beyazları ülkeden aforoz etmemiş
onların mallarına el koymamıştır. Bu yüzden Güney Afrika’daki tüm kesimlerin
sempatisini kazanabilmiştir. Mandela’nın halk nazarında kazandığı sevgi ve
saygı çok az lidere nasip olacak türdendir.
O mücadelesinin her safhasında sabretmesini bilmiş tüm
baskılara rağmen geri adım atmamıştır. Bu sayede amaçladığı özgürlüğe kavuşmuş,
kendisine güvenen halk kitlesini hayal kırıklığına uğratmamıştır.
Mandela uzun süren mücadele hayatında dini ve etnik kimliğini
ön plana çıkartmadan her daim özgürlük, eşitlik ve temel insan hakları gibi
ilkeler üzerinden siyaset yapmıştır. O tüm dinlere ve siyasi görüşlere saygı
duymuştur. Mandela’nın özgürlük mücadelesi Güney Afrika’da İslam dininin de
özgürleşmesine, ülkede yaşana %2 azınlık Müslümanın ibadet özgürlüğü elde
etmesine vesile olmuştur.
Nelson Mandela’nın 1994 yılında Güney Afrika’daki ilk
demokratik seçimlerde devlet başkanı seçilmesi ülkede yeni bir dönemin
başlangıcı oldu. Bu yeni dönemde Apartheid rejiminden demokrasiye şeffaf bir geçiş
gerçekleşirken özgürlükleri garanti altına alan yeni bir anayasa düzenlendi.
Mandela’nın Güney Afrikası sadece bir ırka değil ülkede yaşayan tüm ırklara,
kültürlere, kimliklere ve dinlere kucak açtı.
Mandela kendi yazdığı otobiyografisi “Long Walk to Freedom”
kitabında başından geçenleri ve verdiği özgürlük mücadelesini sürükleyici bir
dille anlatmaktadır. Immanuel Wallerstein’in dediği gibi o hem doğunun ve
batının hem kuzeyin ve güneyin hem de sağın ve solun hayranlık duyduğu evrensel
bir şahsiyettir. Onun mücadelesi dünyadaki ezilen mazlum halklar için umut ışığı
olmuş, onlara ilham vermiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)