Pazar, Nisan 11, 2010

SUDAN'DA SEÇİM

Sudan’da Seçim Neyi Değiştirecek?
Yazan: Serhat Orakçı
Nisan 2010, Dünya Bülteni

Afrika’nın 2.5 milyon km2’lik devasa ülkesi Sudan önemli bir dönüm noktasının eşiğinde. 16 milyonu aşkın seçmen sandık başına giderek oy kullanacak. 24 yıl gibi uzun bir zaman diliminin ardından halk ilk kez seçim sürecine katılıyor ve yöneticilerini belirliyor. 11-13 Nisan seçimi, Sudan’ın İngiliz-Mısır yönetiminden bağımsızlığını aldığı 1956 yılından sonra Sudan siyasi tarihinin belki de en önemli dönüm noktası. Görünürde pek bir şeyin değişmeyeceği, Ömer El Beşir’in tekrar devlet başkanlığına seçileceği seçimle aslında çok şey değişecek. Seçimi Sudan için önemli kılan nokta sandıktan kimin birinci çıkacağı değil Ulusal Kongre Partisi’nin ve Sudan Halk Kurtuluş Hareketi’nin (SPLM) güney ve kuzey eyaletler ile Darfur’da alacakları oy oranları. Bu ayrıntı önümüzdeki dönemde Sudan’daki siyasi aktörlerin politik tavırlarını belirleyecek.

Kısa bir süre zarfında seçimlere hazırlanan siyasi partilerin seçimden beklentileri çok farklılık göstermekte. Seçim öncesi bir çok parti tarafından ve uluslararası kamuoyu tarafında seçimin ertelenmesi gündeme getirildi ama iktidar tarafından bu istek kabul görmedi. Bazı partiler ise seçimi boykot ederek iktidar üzerinde baskı oluşturdu ve seçimin kredibilitesine gölge düşürdü. Buna rağmen iktidar ısrarını sürdürerek ertelemeye gitmedi. 26 eyaletten oluşan 2.5 milyon km2’lik devasa ülkenin tüm şehir ve kasabalarında seçim propagandası yürütemeyen partiler taktik olarak güçlü oldukları merkezlere çekildiler. Bu partilerin başında Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (SPLM) ve Ümmet Partisi gelmekte. SPLM önce başkan adayını çekerek daha sonra da kuzey eyaletlerinde ve Darfur’da seçime katılmayacağını duyurdu. Böylelikle Güney eyaletlerinde güçlü olan parti seçim propagandasını da sadece bu bölgede yürüterek sürdürdü. Ümmet Partisi de önce seçimi tamamen boykot ettiğini duyurdu ama daha sonrasında güçlü olduğu iki eyalette seçime gireceğini duyurdu. Siyasi partiler açısından Sudan’ın tümünde güçlü bir seçim propagandası yürütmek ciddi bir finansal kaynak ve organizasyon gerektirdiğinden; bu güçten yoksun partiler güçlü oldukları bölgelere yöneldiler.

2000’li yıllarda Sudan siyasi hayatı dört önemli olayın gölgesinde şekillendi. Bunlardan ilki güney ile küzey eyaletler arasındaki iç savaşı sona erdiren 2005 barış anlaşmasıydı. Bu anlaşma ile güney ile kuzey silah bırakarak barış yaptı. Bir diğer önemli gelişme 2003 yılında Sudan’ın Darfur bölgesinde patlak veren çatışmalardı. Uzun süre dünya gündeminden düşmeyen Darfur sorunu kısa sürede Sudan’ın dışarda elini kolunu bağlayıcı bir niteliğe büründü. Başka bir önemli gelişme yine aynı tarihte 2003 yılında Güney Sudan’da hatırı sayılır petrol rezervlerinin çıkartılmaya başlamasıydı. Bu gelişme ile Sudan batı ekseninden uzak doğu eksenine kaymaya ve Çin-Malezya gibi ülkeler ile işbirliği yapmaya başladı. Son önemli gelişme ise 2009 yılında Uluslarası Ceza Mahkemesinin (UCM) Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında Darfur’da soykırım yaptığı gerekçesiyle tutuklama kararı çıkartmasıydı. Tüm bu gelişmeler ışığında 2010’a gelen ülke bazı yönlerden bakıldığında bir kör düğümü andırmakta. Özellikle Darfur meselesi ve UCM’nin kararı ülkenin önündeki en büyük engeller. İşte bu yüzden Sudan seçim sürecine bakıldığında sandıktan çıkacak sonuç ülke için son derece önemli.

UCM’nin Sudan Devlet Bşkanı Ömer El Beşir hakkında çıkarttığı karar ile Uluslarası kamuoyunun Sudan üzerindeki baskıları doruğa ulaştı. Darfur meselesinin mimarı olarak lanse edilen diktatör devlet başkanı imajı sık sık uluslarası kamuoyu tarafından dillendirildi. Dışarda bu söylem geliştirilirken Sudan’ın içinde pro-aktif bir söylem inşaa edildi. Sudan halkı ülkelerinin elden gitmekte olduğunu, dış güçler tarafından parçalanmak ve sömürülmek istendiklerine inanırken böyle bir dönemde güçlü bir liderin başlarında olması gerektiği görüşüne sarıldı. Özellikle UCM’nin kararının sonrasında ülkede Devlet Başkanı Ömer El Beşir sevgisi fanatiklik boyutuna ulaştı. “UCM bana hayaledemeyeceğim bir iyilik yaptı,” diyen Ömer El Beşir’in kendisi de bu gerçeği sık sık dillendirmekte. Halk devlet başkanını dış etkilere karşı koruma kararı alarak Ömer El Beşir’in arkasında olacağının mesajını vermekte gecikmedi. Karar sonrası düzenlenen mitinglerde halkla buluşan Devlet Başkanı gittiği şehirlerde büyük bir coşku ile karşılandı. Müslümanların yıllardır özlemle beklediği ‘batıya karşı kafa tutan lider’ profili böylelikle Ömer Beşir de hayat buldu. İşte bu gelişme seçim sürecinde de kendini gösterdi. Ulusal Kongre Partisinin seçimden zaferle çıkması aslında UCM kararını büyük bir paradoksla başbaşa bırakacak. İstenmeyen diktatör lider imajı desteklenen demokratik lidere dönüşecek.

Seçimin bir diğer önemli sonucu da Sudan’ın siyasi haritasının yeniden çizilecek olması. Seçimde Ömer El Beşir’in Ulusal Kongre Partisi ve Güney Sudan’ı temsil eden Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (SPLM)’in toplayacakları oylar Güney Sudan ve Darfur üzerine üretilen siyasette etkili olacak. 2011 yılında Referandum ile Sudan’dan ayrılması mümkün olan yarı özerk Güney Sudan için 11-13 Nisan seçimi bir nevi ‘ön referandum’ mahiyetinde. SPLM’in Güney Sudan’da güçlü çıkması Güney’in ayrılmasına yorumlanacakken Ömer El Beşir’in burada yüksek oy alması Güney’in birleşmeden yana olduğuna yorulacaktır. Gene bu bağlamda Güney Sudan’ın sınırlarının çizilmesinde bu seçim referans noktası olarak kabul görecektir. Zira, 2011 referandumu ile Sudan’dan tamamen ayrılması gündem de olan Güney Sudan’ın net sınırları hala belirgin değil. Bu konuda spekülasyon ve ihtilaflar sürmekte. İhtilaflı bölgelerde sandıktan çıkacak oylar bu bölgelerin güneye mi kuzeye mi ait olacağını belirleyecektir. Kısaca özetlersek bu seçimle Güney Sudan’ın sınırları daha belirgin hale gelecektir.

Yine benzer bir şekilde seçim sonucu Darfur’da da etkile olacaktır. Ömer El Beşir’in bu sorunlu bölgede alacağı oylar Darfur sorunun çözümünde halkın beklentisini yansıtacaktır. Beşir’in alacağı oy devletin buradaki varlığını belirleyecektir. Beşir için Darfur’da yüksek oy çıkması aynı zamanda burada devletle çatışan silahlı grupları da köşeye sıkıştıracak ve Darfur’u kurtarma manifestoları büyük darbe alacaktır. Beşir’in burada beklediği oyu alamaması halinde ise UCM’nin ve Darfur isyancı gruplarının elleri daha da güçlenecektir.

Ömer El Beşir’in kazanmasına kesin gözle bakılan seçimde iki kriter ön plana çıkmakta. Bunlardan ilki Güney Sudan’ın kimi destekleyeceği ve ikincisi de sorunlu Darfur bölgesinde Ömer El Beşir’in ne kadar oy alacağı. Seçimi Ömer El Beşir’in kazanacağı neredeyse kesin iken bu iki kriter Sudan’ın önümüzdeki dönemde siyasi hayatını şekillendirecek.

Perşembe, Nisan 08, 2010

SUDAN'DA SEÇİM

Sudan’da Seçim: Son 25 yılın Hesaplaşması
Yazan: Serhat Orakçı
Nisan 2010, Dünya Bülteni

Sudan halkı 11-13 Nisan tarihleri arasında uzun bir aradan sonra ilk kez sandık başına gidecek. Bu vesileyle halk devlet başkanını, eyalet valilerini, millet vekillerini ve yarı özerk Güney Sudan’ın başkanını belirleyecek. Okuma yazma oranın düşük olduğu ülkede kimilerine göre oldukça kompleks görünen seçim, Sudan’ın geleceği için büyük önem taşıyor. Uzmanlara göre, bir çok tartışmayı gündeme taşıyan seçim Sudan için önemli bir dönüm noktası. Çünkü seçim farklı boyutlardan ele alındığında doğuracağı sonuçlar itibariyle Sudan siyasetinde önemli bir yere sahip. Sanırım Sudan’ın son çeyrek yüzyılının siyasi yönden hesaplaşması diyebiliriz.

Çok sayıda siyasi partinin ve bağımsız adayın katıldığı seçim sürecinde sadece altı siyasi parti ön plana çıkıyor. Bu partiler Ömer El Beşir’in iktidardaki Ulusal Kongre Partisi, Güney Sudan’ı temsil eden Salva Kiir başkanlığındaki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi(SPLM), devrik Başbakan Sadık El Mahdi’nin Ümmet Partisi, İslami hareket lideri Hasan El Turabi’nin Halk Partisi, devrik Devlet Başkanı Muhammed El Mirgani’nin Demokratik Birlik Partisi, ve SPLM’den ayrılma Dr. Lam Akol’un yeni kurduğu Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Demoktarik Değişim Partisi (SPLM-DC). Bu partilerden ikisi SPLM ve SPLM-DC Güney Sudan’da etkili iken; diğer dört parti küzey eyaletlerinde etkin siyaset yapıyor.

Farklı parti cephelerinden bakıldığında seçim sonucu her parti için farklı anlamlar taşıyor. Öncelikle İktidardaki Ulusal Kongre Partisi ve lideri Ömer El Beşir için meşrulaştırıcı bir boyuta sahip. Hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından tutuklama emri bulunan Sudan Devlet Başkanı seçimden galip çıktığında UCM’nin kararı büyük bir paradoksa dönüşecek. Uluslarası medyadaki istenmeyen diktatör lider imajı halkın istediği demokratik lider imajına dönüşecek. Özellikle Ulusal Kongre Partisinin Darfur’daki büyük beklentisi gerçekleşir de bölgede birinci parti olarak seçimi kazanırsa bu paradoks daha da derinleşecek. Ömer El Beşir’in Darfur’da ciddi oy alması durumunda ikinci bir paradoks daha gün yüzüne çıkacak ki o da Darfur’da hükümete karşı savaşan isyancı grupların ‘Darfur halkına özgürlük’ manifestolarının çürüğe çıkacak olması. Böyle bir durum ciddi amaç bunalımı doğurarak bu grupların bölünmesi ya da dağılması ile bitebilir.

Seçimin diğer bir boyutu da Sudan yönetiminin diktatörlükten demokratik bir yapıya tekrar bürünmesi yönündeki beklentiler. Zira 1989 yılında Ömer El Beşir tarafından yapılan darbe sonrası ülkede halk ilk kez sandık başına gidiyor. Bu yüzden Sudan dışında uluslarası medya, kurum ve kuruluşların seçimden beklentileri yüksek. Afrika Birliği, Avrupa Birliği, Amerika, Çin, Rusya ve Japonya tarafından gözlemcilerle izlenecek seçimde herkesin ortak temennisi seçimin özgür bir ortamda gerçekleşmesi ve Sudan’ın biran önce demokratikleşme sürecine girmesi ve böylelikle de globalleşme sürecinde mesafe katetmesi.

Güney Sudan’ı temsil eden SPLM’in seçim beklentisi ise 2011 Güney Sudan Referandumunu garanti altına almakla sınırlı. 2005 yılında 20 yıllık güney-kuzey iç savaşını bitiren barış anlaşması Ulusal Kongre Partisi ve SPLM tarafından imzalandığında 2010 yılında Sudan ulusal seçimlerin yapılması ve 2011 yılında da Güney Sudan için referandum yapılması kararlaştırıldı. Bu sebeptendir ki 2005 barış anlaşmasının şartları arasında yer alan bağımsızlık referandumu Güney Sudan için büyük önem taşımakta. 2011 Referandumu sonucuna göre Güney Sudan’ın bağımsız bir devlet olması ve Sudan’dan tamamen ayrılması gerçekleşebilir. Ama bu referandumun gerçekleşmesi için SPLM ve Ulusal Kongre Partisinin şimdiki pozisyonlarını korumaları gerekmekte. Farklı bir siyasi partinin Sudan’da iktidara gelmesi durumunda 2011 referandumunun askıya alınması gündeme gelebilir. SPLM’in başkanlık yarışı için önerdiği Yasir Arman’ı son anda adaylıktan geri çekmesi aslında bir nevi Ömer El Beşir’i rakipsiz bırakarak Ulusal Kongre Partisinin elini güçlendirdi. SPLM’in ve Ulusal Kongre Partisinin Güney Sudan’da çıkaracakları oy bir nevi 2011 referandumunun provası niteliğinde olacaktır. Ömer El Beşir’in güney eyaletlerinden yüksek oy alması durumunda bu Güney Sudan’ın ayrılmak istemediğine yorulacaktır.

Ümmet Partisi Sudan siyasetinde önemli bir yere sahip. 1945 yılında sufi Ensar Hareketinin uzantısı olarak kurulan partinin geçmişi aslında 1880 yılında Osmanlı-Mısır yönetimine karşı ayaklanan Mahdi hareketine kadar uzanıyor. Daha önce iki kez devlet başkanlığı görevini yürüten Sadık El Mehdi ve Mahdi ailesi Sudan siyasetinde dönem dönem etkili hale gelmiş. Son olarak 1986-1989 yılları arasındaki koalisyon hükümetinde Başbakanlık yapan Sadık El Mahdi, Ömer El Beşir tarafından yapılan askeri darbe ile görevinden olmuştu. Ümmet Partisi boyutundan bakıldığında Nisan seçimi bir nevi partinin eski pozisyonunu Ömer El Beşir’e karşı kazanma savaşı olacaktır. Siyasi gücü eskiye nazaran azalan partinin seçimden galip çıkma ihtimali yok denecek kadar düşük olmasına rağmen bazı eyaletlerde halen etkin olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

İslami Hareket lideri Hasan El Turabi’nin seçim beklentisi de bir hesaplaşmanın ötesine geçmekten uzak. 1989 darbesinde Ömer El Beşir ile işbirliği yapıp daha sonra Meclis Başkanlığı koltuğuna oturan Turabi daha sonraki dönemde Ömer El Beşir tarafından dışlanmış ve hükümetin dışında bırakılmıştı. Daha sonraki yıllarda ismi sık sık Darfur çatışmasının aktörü olarak anılmış ve zaman zaman göz altına alınmış yahut hapse atılmıştı. Hasan El Turabi için nisan seçimi bir nevi Ömer El Beşir ile heseplaşma boyutu kazanıyor. Bir çok partinin seçimi boykot edip adaylarını çekmesine rağmen Turabi ne olursa olsun partisinin seçimlere gireceğini duyurmuştu. ‘20 yıllık diktatörlüğün değişme zamanı geldi’ sloganını sık sık kullanan İslami hareket lideri konuşmalarında çok iddialı olsa da partisinin başkan adaylığı için ortaya koyduğu aday Abdullah Deng, Darfur ve civar eyaletler dışında odukça etkisiz kalmaktadır.

Tabanını sufi Hatmiyye tarikatının oluşturduğu Demokratik Birlik Partisi de Sudan siyasetinde önemli bir yere sahip. Partinin kurucusu İsmail El Ezheri Sudan’ın İngiliz-Mısır yönetiminden bağımsızlığını kazanmasıyla ilk Devlet Başkanlığı görevini yürütmüştü. İsmail Al Ezheri’nin ölümünün ardından Muhammed Mirgani partiyi ele almış ve 1986’daki Sudan’ın son demokratik seçimlerinde büyük bir halk desteği alarak koalisyon hükümeti kurmuştu. Muhammed Mirgani Sudan Devlet Başkanlığı görevini üstlenirken ortağı Sadık El Mahdi Başbakanlık görevini yürütmüştür. Ömer El Beşir’in 1989 askeri darbesi ile koalisyon dağılmış ve Muhammed Mirgani Mısır’a sürgün edilmiş ve kısa süre sonra Sudan’a geri dönmüştü. Her ne kadar partinin önemli ismi Muhammed Mirgani artık hayatta olmasa da Demokratik Birlik Partisi Sudan siyasetinde önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Liderliğini şimdilerde Hatim El Sir’in yaptığı Demokratik Birlik Partisi açısından da bu seçim partinin eski pozisyonunu geri kazanarak Ömer El Beşir ile hesaplaşma niteliğine bürünmektedir.

Uzun yıllar SPLM içinde siyaset yapan ve bir dönem Sudan Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Dr. Lam Akol, 2009 yılında yeni bir parti ile siyasi hayatına devam kararı aldı. Güney Sudan’ın bağımsızlık kazanması için mücadele veren Akol SPLM’in zayıflayarak etkisini kaybettiği iddiası ile SPLM-DC partisini kurdu. Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Demokratik Değişim adı taşıyan parti SPLM’e yeni bir boyut kazandırma iddiası taşımakta. Dr. Lam Akol boyutundan bakıldığında Nisan seçimi SPLM-DC için SPLM’in yerine geçerek yarı özerk Güney Sudan’ın yönetimini ele almak için büyük bir fırsat. Dr. Lam Akol Güney Sudan’da halk arasında sevilen bir lider olmanın avantajı ile yarışacekken rakibi SPLM lideri Salva Kiir bu avantajdan oldukça uzakta. SPLM’in elini güneyde güçlendiren tek unsur SPLM-DC’e göre daha organize olması ve şu an Güney Sudan yönetimini elinde bulunduruyor olması. Dr. Lam Akol halk tarafından sevilse de partisinin oldukça yeni olması zafere giden yolda büyük bir engel.

11-13 Nisan’da yapılacak seçim bir çok yönü ile önemli bir dönem noktası elbette. Sudan siyasi hayatının son 25 yıllık heseplaşması dersek abartmış olmayız sanırım. Ama şu var ki Sudan siyasetçileri için büyük önem taşıyan seçim Sudan halkı için aynı öneme sahip değil. Kuzey eyaletlerinde dört rakip partinin, Güney eyaletlerin de ise iki rakip partinin yarışacağı seçimde Darfur bölgesi tam bir muamma. Hükümet’in Darfur’dan oy alma motivasyonu ile Darfur’daki çatışmaları sonlandırma isteği ve isyancı gruplar ile tek tek masaya oturması olumlu bir gelişme olarak algılanmış ama son anda görüşmeler çıkmaza girerek süreç tıkanmıştır. Bu muamma içerisinde Darfur’da beklenmedik bir siyasi partinin yüksek oy alması bile olabilecek ihtimaller arasındadır.

Pazar, Mart 28, 2010

AFRİKA'DA BÖLÜNME SENARYOLARI-II

Afrika’da Bölünme Senaryoları-II
Yazan: Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Mart 2010

Afrika ülkelerinin günümüz ucube sınırları sümergeci Avrupa’nın acımasız çıkarları üstüne inşaa edilmiştir. Bugün üzerinde hala tartışılan günümüz Afrika sınırları doğallıktan ve Afrika iç dinamiklerini yansıtmaktan oldukça uzaktır. Afrika ülkelerinin sınırları çok değil bundan yüz sene evvel Avrupalı güçler tarafından masa başında çizilmiştir. 1884-85 Berlin Konferansında biraraya gelen İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz ve İspanya aralarında uzlaşmaya vararak sömürecekleri toprakları belirlemiştir. Bu konferans sonrası Afrika kıtası bugünkü tuhaf sınırlarına kavuşmuştur. Sonuça bir çok kabile iki sınır arasına sıkışarak bölünmüştür. Sömürge dönemi öncesi ‘Afrikalılar’ olrak tanımlanan kıta insanı Avrupalılar kıtadan çekildiğinde ‘Ugandalı’, ‘Kenyalı’ yahut ‘Nijeryalı’ olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Milliyetçilik hareketleri Afrika’da sömürgecilikle birlikte yeşermeye başlamıştır.


Sömürgeci güçler Afrika’ya önemli bir mıras bıraktılar kıtadan fiilen çekilirken. Afrika’nın vizyonsuz liderleri ise bu yapay sınırları o kadar ciddi benimsediler ki bu sınırlar için çatışmaya başladılar. Bugün bakıldığında kıta içerisinde 100’ün üzerinde sınır çatışması mevcut. Bu çatışmalarının tamamının odağında ise etnik ya da dinsel vurgular var. Cibuti ile Etopya arasında, Etopya ile Eritre arasında, Sudan ile Mısır arasında, Sudan ile Güney Sudan arasında, Nijerya ile Kamerun arasında sınır ihtilafları sürüp gitmekte. Bütün bu çatışmaların faturasını ödeyen ise sadece masum Afrika halkıdır.


Sınırlar arasında bölünmüş topluluklara en güzel örnek Masalit kabilesi verilebilir. Bugün tam olarak bilinmese de 250.000’in üzerinde nüfusa sahip Masalit kabilesi Sudan-Çat sınırına sıkışmış durumda. Kabilenin bir bölümü(140.000) Sudan’ın batıdaki Darfur eyaletinde yaşarken geriye kalan kısmı Çat’ın doğusunda yaşamakadır. Kendine has bir dil kullanan Masalitler Sudan-Çat sınırı ile ikiye bölünmüş ve iletişimleri kesilmiştir. Afrika kıtasının üzerine giydirilen yapay sınırlar Masalitler gibi birçok kabileyi bölüp parçalamıştır. Bu parçalanma bugün halen devam etmektedir.


Son zamanlarda parçalanması gündeme gelen önemli Afrika devletlerinden biri Nijerya ve diğeri Sudan’dır. Her iki ülkenin de Müslüman-Hıristiyan ya da bir diğer ifade ile Kuzey-Güney çatışması neticesinde bölünmesi gerektiği dillendiriliyor. Her iki ülke de son zamanlarda önemli petrol rezervleriyle gündeme gelmekte ve ikisi de Çin’e yakınlaşmalarıyla bilinmekte. ‘İslamın kanlı sınırları’ başlığı altında Sudan ve Nijerya’ya değinen Medeniyetler Çatışması tezinin sahibi S.P. Huntington’a göre de bu iki ülke fay hattı savaşlarının yaşandığı merkezler.


2011 yılında referandum ile yarı özerk Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılıp yeni bir devlet kurması bekleniyor. Bu ayrılmayı dört gözle bekleyen bazı güç merkezleri ise şimdiden referandum sonucu kesinleşmiş gibi hareket etmekte. Bu çevrelerin öngörüsüne göre 2011 Referandumu ile Güneyin Afrikalı Siyah Hıristiyan halkı Kuzeyin Arap Müslüman yöneticilerine sonunda dersini verecek. Bir taraftan tüm bu tartışmalar yapılırken ilginç bir ayrıntı ise daima es geçiliyor: Güney Sudan denen bölgenin neresi olduğu? Ya da Güney Sudan’ın sınırlarının nerede başladığı? Bu belirsizlik de aslında bölünme gerçekleşse bile Kuzey ile Güney arasında sınır anlaşmazlığının devam edeceğinin en büyük göstergesi. Helede bahsedilen sınırların tam da petrol çıkan yerleşim birimlerine yakın olması işi daha da derinleştiriyor.


Konuyu biraz daha irdelemek adına belki Sudan’ın güney bölgelerine daha yakından bakmak gerekir. Günümüzde Etopya, Kenya, Uganda ve Orta Afrika Cumhuriyeti ile çevrelenmiş Güney Sudan’ın Sudan’a dahil olması Sudan’daki Osmanlı-Mısır yönetimi dönemine rastlamakta. 1821 yılında Osman-Mısır yöneticileri Mısır’dan Sudan topraklarına indiklerinde o zaman Güney Sudan olarak adlandırılan bölge günümüz Sudan’ının Nuba-Kurdufan bölgesine tekabül etmektedir. O dönemde Sudan’da hüküm süren Funj Sultanlığının başkenti Sennar, Osmanlı-Mısır yöneticileri tarafından ele geçirilmiş ve daha sonra güney bölgelere doğru fetih devam etmiştir. Başkenti Sennar’dan bugünkü Hartum’a taşıyan Osmanlı-Mısır yönetimi, Funj Sultanlığını ele geçirip Nuba-Kurdufan bölgesini aşarak daha da güneye inip bugün Güney Sudan denilen bölgelerin büyük kısmını kontrol altına almıştır. Böylece 1874 yılı geldiğinde Ekvatorya ve Bahrel Gazel bölgeleri Sudan’a dahil olmuş; düşük yoğunlukta nüfusun barındığı Ekvatorya eyaleti İngiliz kökenli Gordon Paşaya devredilmiştir. Gordon Paşa daha sonraki yıllarda ise İsmail Paşa tarafından tüm Sudan’a yönetici olarak atanmıştır. Güney Sudan’ın Hıristiyanlaşması ise daha sonraki yıllarda İngiliz-Mısır hakimiyeti altında gerçekleşmiştir. O dönemde Sudan’da yürütülen eğitim faaliyetlerinde misyoner kiliseler aktif rol almış ve özellikle Güney Sudan’da çok sayıda okullar açmışlardır. 1926 yılına kadar eğitim faaliyetleri Güney Sudan’da sadece misyoner okulları aracılığıyla yürütülmüş ve bölgenin büyük bölümü bu sayede Hıristiyanlaştırılmıştır.


Bugün Afrika’da ayrımcılık için vurgululanan Güneyli Hiristiyan-Kuzeyli Müslüman ya da Arap-Afrikalı argümanları Afrika için çok yenidir. Yirminci yüzyıla kadar ‘Afrikalı’ olarak yaşayan halklar arasında etnik ve dinsel ayrımcılık unsurları tetiklenmiş ve bu yolla Afrika topluluklarının bölünmesi arzulanmıştır. Bu bölünmelerden hangi güçlerin ne gibi rantlar sağladığı ise sorulması gereken başka bir sorudur.

Cuma, Mart 19, 2010

AFRİKA'DA BÖLÜNME SENARYOLARI-I

Afrika’da Bölünme Senaryoları-I
Yazan: Serhat Orakçı
Dünya Bülteni, Mart 2010

Üç önemli medeniyetin temsilciliğini yapan Afrika kıtası bugün 1 milyarı aşan nüfusuyla Asya kıtasından sonra dünyanın en yoğun nüfuslu ikinci toprak parçası. Kıtlık, AIDS gibi olumsuzluklara rağmen %2,6 nüfus artışıyla 2050 yılında kıta nüfusunun 2 milyara yaklaşması bekleniyor. Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmasına rağmen halen en dinamik nufüsa sahip. Kıta nüfusunun neredeyse yarıya yakın kısmını %43 ile 15 yaş altı genç nüfus oluşturuyor. Giderek yaşlanan dünya genel nüfusu ile kıyaslandığında bu rakamlar her bakımdan ciddi bir potansiyel taşıyor. Bir bakıma bizlere gelecek yıllarda kıtanın öneminin giderek artacağını gösteriyor.


Ali Mazrui’nin ifade ettiği gibi Afrika kıtası İslam medeniyeti, Hıristiyan medeniyeti ve geleneksel Afrika inançlarına ev sahipliği yapmakta. Tarihten bu yana yeryüzünde bu üç medeniyetin önemli bir temsilcisi. Hıristiyan misyonerlerin hummalı çalışmalarına rağmen kıta genel nüfusunun %44’ü hala Müslüman. Aslında Afrika kıtası İslam coğrafyasının önemli bir parçası aynı zamanda. 1.6 milyarlık İslam dünyasının %28’ine Afrika ev sahipliği yapıyor. Kıtanın %36’sı Hıristiyan ve geriye kalan %20’lik kesim ise geleneksel inançlar barındırıyor. Buna rağmen önemli bir paradoksu işaret etmek gerekiyor. Bugün Afrika’nın geleceğini Batılı yahut Uzak Doğulu büyük küresel güçlerin sahneye koyduğu politikalar belirliyor. Tarihte Afrika’nın önemli bir bölümünde söz sahibi olmuş, Akdeniz, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu sahillerini donanma üstü olarak kullanmış önemli aktör Osman Devletinin ardından Afrika tamamen küresel güçlere teslim edilmiş durumda. Büyüme hızını katlamak için gerekli hammadde ihtiyacı için Afrika’ya saldıran Çin bile kıta üzerinde Müslümanlardan daha çok söz sahibi.


Hemen hemen her Afrika ülkesinde farklı inançtan insanları yanyana görmek mümkün. Örneğin Etopya nüfusunun %64’ü Hıristiyan iken %37’si Müslüman; Eritre nüfusunun %50’si Müslüman iken %50’si Hıristiyan; Çat nüfusunun %53’ü Mülüman iken %35’i Hıristiyan. Afrika’daki ülkelerin tamamı 20.yy’da her ne kadar bağımsızlıklarını ilan ettilerse de bu ülkelerin sınırları üzerine ihtilaflar devam ediyor. Batılı sömürge ülkeleri tarafından çizilmiş sınırlar doğallıktan çok uzak. Bu da beraberinde ciddi sorunları getiriyor.


Son günlerde önemli petrol rezervlerine sahip Nijerya ve Sudan hakkında bölünme seneryoları sık sık gündeme getiriliyor. Sebep olarak da Hıristiyan ve Müslüman çatışması gösteriliyor. Nijerya nüfusunun %47’si Müslüman ve bir o kadar da Hıristiyan nüfusu var. Diğer taraftan Sudan nüfusunun %70’i Müslüman iken %10’u Hıristiyan. Petrol zengini Güney Sudan’da yaşayan Hıristiyan nüfus 2011 yılında referandum ile Sudan’dan ayrılıp ayrılmayacağına karar verecek. Güneyli Hıristiyanlar üzerinde etki alanı oluşturmuş çevreler şimdiden ülkeyi bölünme psikolojisine hazırlıyor. Her fırsatta kuzey ile güney arasındaki gerilimi tırmandırıyor. Küresel rekabetin kızıştığı son yıllarda ülkeler bölgesel entegrasyonlar ile rekabet güçlerini arttırmaya çalışırken Afrika kıtasında tam tersine bir trend işliyor. Afrika Birliği yerine yeni bölünmeler bekleniyor. Daha düne kadar Afrika Birliğini her fırsatta dillendiren Libya lideri Kaddafi bile kendisiyle çelişerek etnik çatışmaların durması için Nijeryanın bölünmesi gerektiğini savunuyor.

Nijerya’nın ve Sudan’ın bölünmesiyle sorunların çözüleceğini beklemek saflık olur. Bu mantıkla gidilirse Afrika ülkelerin hemen hemen hepsinin iki ya da üç kez bölünerek küçük şehir devletlerine dönüşmesi gerekir. Bugün her Afrika ülkesinde Müslümanlar ve Hıristiyanlar yan yana yaşıyor. Kuzey Afrika’daki birkaç ülkeyi saymazsak halkının tamamının bir dine inandığı hiç bir ülke bulamayız. Bölmek her zaman birleştirmekten kolay. Kıta ülkelerini bölmek için harcanan çabalar eğitim ve sağlık gibi alanlara harcansaydı bugün Afrika kıtasının yüzleştiği hayati sorunların çoğu olmayabilirdi. Etnik ve dinsel çatışmalarda kullanılan silahlara ayrılan fonlarla kıtanın altyapısı baştan sona inşa edilebilirdi. Belki sorulması gereken asıl soru kıtanın kaderini neyin belirlediği: doğal kaynaklar mı dinsel çatışmalar mı?

Perşembe, Aralık 17, 2009

BATI DARFUR GEZİ NOTLARI

BATI DARFUR El-CENİNE GEZİ NOTLARI (Aralık 2009)
Yazan: Serhat ORAKÇI

Batı Darfur’un başkenti El-Cenine Sudan’ın bittiği yer sayılır. Çünkü bu kent Sudan-Çat sınırında uçta bir yerleşim merkezi. Şehir merkezinden bir kaç saatlik yolculukla Çat’a gidilebiliyor. Hatta çarşıda sırf bu iş için taksiler bulunmakta. Gün boyu sınıra yolcu taşıyan bu taksilerin fiyatı 5 Cüneyh yani 2 dolar. El-Cenine şehri aslında sakin bir kasabayı andırıyor. Çarşısı merkez ve bu merkezin etrafında evler ve resmi binalar bulunmakta. Şehrin hemen yanı başında kurumuş bir nehir yatağı var. El-Cenine’yi katadeden yatak Çat’a uzanıyor. Yağmurlu mevsimlerde nehrin aktığını görmek mümkün ama ben altı ay arayla yaptığım iki gezide de sadece kuru halini görebildim.



2003-2004 yıllarında Darfur’da çatışmaların artmasıyla şehir yüzbinlerce mülteciye sığınak olmuş. Şehrin çevresinde onlarca mülteci kampı bulunmakta. Bunlardan bir kaç tanesi oldukça büyük kamplar. Bunlardan bazılarının isimleri şöyle: Kirinding kampı, Riyad kampı, Ebuzer ve Huccac kampları. Tüm bu kamplarda çatışmalarda köylerini terketmiş insanlar yaşamakta. Kaçtıkları yerlerde güvenlik olmadığı için bu kampları terketmek istemeyen bu insanların yaşamı dışardan gelen yardımlara bağlı. Ama gene de ufak bir toprağı ekip biçmeye çalışan, koyun sağan, satıcılık yapan insanları görmek mümkün. Sağlık ve hijyen şartlarının ortalamanın çok çok altında olduğu bu kamplarda sağlık hizmetleri gönüllü yardım kurumlarının kurduğu ufak sağlık merkezlerinde sağlanıyor. Şehir merkezinde bulunan hastanelerin imkanları kısıtlı olduğu için ciddi operasyonlar için hastaların mutlaka Niyala ya da Hartum’a gitmesi gerekiyor. El-Cenine’den hartuma çitf yönlü uçuşlar 350-400 dolara tekabül ediyor. Maddi durumu el vermeyenlerin bu yoılculuğu yapması elbette ki imkansız.



Mayıs 2009’daki ilk ziyaretimden bu yana şehirde pek birşey değişmemiş. Geceleri patlamaya başlayan silah seslerinin ritmi bile aynı. Kurban bayramı olması nedeniyle şehir merkezi sakin. Dükkanlar ve seyyar satıcı tezgahları kapalı. Devlet daireleri de bayram boyunca kapalı. Hatta havalimanı bile çalışmıyor. Arife günü bizi getiren uçak bayram bitimine kadar hareket etmeyecekmiş öğrendiğime göre.



Bayram ın bu kadar sönük geçtiği bir yer görmedim hayatımda. Kurban kesildiğini dahi pek az gördüm. Üç-dört evin önünde toplaşan insanlarda olmasa bayram olduğunu anlamak çok güç. Bayram namazı neredeyse 10’a doğru kılınıyor. Öğlen namazı da 3’e yakın... İnsanlar bayram namazına beyazlar içinde geliyor. Büyük bir meydanı mescit haline getirerek bayram namazını kılıyorlar. Namaz bitiminde herkes yanındakinin elini sıkarak bayramlaşıyor.

Kasım ayının sonu olması nedeniyle havalar umduğumdan daha soğuk. Özellikle sabah 6 gibi buz gibi oluyor hava. Öğleye doğru tekrar ısınıyor. Akşamları gene soğumaya başlıyor. Tam bir çöl iklimi hakim.

Suya ulaşım kısıtlı olduğu için su taşıyan eşşekleri şehrin her yerinde görmek mümkün. Su taşıma işini de çocuklar üstlenmiş. Bir eşşek yükü su 2 cüneyh ediyor. Eşşeklerin sırlarında sağlı sollu tulumlar var. Bu tulumlar özel bir deriden yapılıyor ve öğrendiğime göre eşşeğin fiyatından daha pahalı. Evlerin bahçelerinde su varilleri mevcut. Eşşeklerle eve getirilen su bu varillere transfer ediliyor. Daha sonra ev-içi kullanımı ve banyo tuvalet kullanımı için farklı kaplara aktarılıyor. Bu eşşeklerin özel bir sistemleri var. Suyun ağırlığının eşşeğin dengesini bozmaması için su tulumları sağlı sollu azar azar boşaltılıyor. Bu şekilde sağ ve sol her zaman dengede kalabiliyor. Su satıcıları bu işte ustalaştığı için suyu hızla transfer edebiliyor.



El-Cenine’nin sıcak iklimi tarım için elverişli. Şehirde mandalina, portakal, limon ve mango ağaçları görmek mümkün. Buna karşın tarım üretimi yok denecek kadar az. Gerek teknik bilgi eksikliği gerekse bölgede yaşanan siyasi istikrarsızlık ve çatışmalar tarım üretimini ve sanayi üretimini geliştirmeyi imkansızlaştırmış. Yoğun bir nüfus barınmasına rağmen şehirde tek bir fabrika bulunmamakta. Tüm ihtiyaçlar Hartum’dan kamyonlarla temin edilmekte. Son yaşanan gelişmelerden belki de en olumlu olanı Hartum-El Cenine arasındaki ulaşımın eskiye nazaran geliştirilmesi. Daha önceden bir kamyonun bu güzargahta Hartum’dan Cenine’ye varması 20-30 gün sürereken şimdilerde bunun neredeyse 10-12 güne düşmüş olması. Şehre ayrıca Çat sınırından da malzeme girmekte. Bu sayede Hartum’da göremeyeceğiniz bazı ürünleri Cenine pazarlarında görmek mümkün. Şehirdeki başka bir ilginçlik de petrol istasyonunun olmaması. Benzinin de seyyar satıcılardan alınıyor olması.

Şehir merkezinde bulunan tahıl pazarı hareketli yerlerden biri. Bu pazarın ilginçliği ise Amerika’dan hibe gelen un ve şeker çuvallarının satılıyor olması. Üzerlerinde USAID yazılı bu amerikan bayraklı çuvallar tahıl satıcılarının depolarından halka satılmakta. Buna benzer daha başka bir üründe USAID ambalajlı yağ kutuları. Bunlarda hemen hemen tüm pazarlarda satılmakta. Zamanında hibe edilen bu gıda maddelerinin nasıl ticari meta haline dönüşerek pazarlarda alıcıya çıktığını bilemiyorum ama bu bile ayrı bir sektör haline şimdiden dönüşmüş.


El-Cenine Darfur çatışmalarından en çok etkilenen merkezlerden biri. İnsani yardım kurumlarına bölgede çok ihtiyaç var. Eğitim ve sağlık hizmetlerinin geliştitilmesi için özel çaba gerekli. Avrupa’dan bazı yardım kurumları bulunsa da bunların sayıları oldukça az. En çok dikkat çeken kurumların başında Unicef ve Dünya Gıda Örgütü geliyor. Maalesef Türkiye’den hiçbir kurum burada faaliyette değil. Bu yüzden İHH İnsani Yardım Vakfı adına bu kurban bayramında özellikle seçtiğimiz bir yer burası. Türk insanın Darfur halkını unutmadığını bu coğrafyaya kayıtsız kalmadığını göstermek istiyoruz. İleri ki dönemlerde daha farklı projelerle bu bölgeye gelmeyi bölgede barış gelmesine katkıda bulunacak çalışmalar yapmayı kendi adımıza umut ediyoruz.

Cumartesi, Ağustos 29, 2009

DARFUR - NİYALA İZLENİMLERİ

Darfur - Niyala Gezi Notları (Ağustos 2009)

Yazan: Serhat ORAKÇI

Bugüne kadar Sudan’ın büyük bölümünü gezip görme şansım olsa da özellikle Darfur sorunu nedeniyle ismini sıkça duyduğum Niyala’ya yolum henüz düşmemişti. Ramazanın başlamasına üç gün kala Güney Darfur’un başkenti Niyala için yol göründü. Çalışmakta olduğum IHH İnsani Yardım Vakfının bölgede yaptığı bazı faaliyetlere katılmam gerekiyordu. Çok fazla hazırlık yapma şansım olmadı. Bölge hakkında önceden duyduklarım ve okuduklarımla yetinecektim bu sefer.

Darfur için gereken özel izinleri İnsani Yardım Bakanlığından çıkarttıktan sonra uçak ile iki saate yakın bir yolculuk yaptık. Sorunsuz bir uçuşun ardından uçağımız Niyala’ya indi. Uçak fiyatları yoğunluğa göre dönem dönem değişmekte ve birkaç değişik firma Hartum’dan buraya uçmakta. Gidiş-dönüş bileti yaklaşık olarak 700-850 Sudan Cüneyhi tutuyor. Bu da yaklaşık olarak 350-400 dolar yapmakta.


Zahmetsiz bir yolculuğun ardından mütavazi bir havalimanına indik. Şimdiye kadar ziyaret ettiğim diğer şehrilere kıyasla Niyala havalimanı oldukça büyük geldi gözüme. Daha önce gördüğüm yerlerde valizler elle ya da arabalarla taşınırken burada en azından dönen bant vardı. Bu da bir nebze olsun buranın büyüklüğüne işaretti. Yabancılara uygulanan özel arama ve taramarı müteakip havalimanından şehre doğru yola koyulduk.


Havalimanı ile şehir arasında arabayla takriben 15 dakikalık asfalt bir yol var. Bu yolda ilerlerken ufak tepeler ve tek tük ağaç dışında pek birşey görülmüyor. Bazı yerlerde bitki örtüsü oldukça yeşil. Bu yolda oldukça geniş ama kurumuş bir nehir yatağı hemen göze çarpıyor. Yağmurun bollaştığı dönemde yağmur suları bu nehre hayat veriyormuş. Ama biz sadece kuru halini görebildik. Çocukların oyun sahası gibi içinde koşuşturdukları bu yerde yetişkinler elleriyle nehir zeminini eşeleyerek su aramaktaydı. On ikinci enlemde bulunan Niyala Sudan’ın başkenti Hartum ile kıyaslandığında daha ılıman ve tümüyle çöl değil. Şehrin etrafında yer yer korular mevcut.

Niyala şehir merkezi oldukça hareketli. Çarşı merkezi insan seli adeta. Burada istenilen hemen hemen herşeyi bulmak mümkün. Pazar Çin mallarının istilası altında. Fiyatlar oldukça yüksek. İhtiyaçlar Hartum’dan kamyonlarla gelmekte. Haftada 40-50 kamyonun Hartum’dan mal getirip boşalttığını öğrendik. Şehir dışına doğru tek tük fabrikaları görmek mümkün. Hatta havalimanı yolu üzerinde büyük bir otel inşası hemen göze çarpmaka. Herşeye rağmen şehirde ufak tefek kıpırdanma imareleri var.

Niyala nufüs yoğunluğu bakımından da oldukça kalabalık. Darfur’daki en büyük yerleşim merkezi burası. Başkent Hartumdan sonra en çok nüfusun yaşadığı yer. Tüm Sudan’ın ikinci ya da üçüncü büyük yerleşim birimi. İklim Hartum’a göre daha yumuşak. Sıcaklık çok şiddetli değil. Ağustos olmasına rağmen dışarda yürünebiliyor. En önemli toplumsal sorunlardan biri su sıkıntısı. Şehirde su kaynakları yetersiz. Şehre her daim su sağlayacak bir kaynak yok. Herhangi bir göl yatağı ya da baraj olmadığından su yeraltından çıkartılmakta. Tarım alanları oldukça geniş ve verimli ama su tarım için hayati önem taşıyor. Hali hazırdaki tarımsal ekip-biçme yöntemleri çok çok yetersiz. Sadece ekip biçenin karnını doyuruyor. Önemli bir diğer sorun da elektrik kesintileri. Sudan’ın diğer şehirlerinde yapılan uygulama burada da karşımıza çıkıyor. Şehir elektriği rutin olarak belli saatlerde kesiliyor.


Şehirde en çok dikkat çeken şey sivil toplum kuruluşlarının tabelaları, arabaları, bayrakları. Darfur sorunu nedeniyle bölgede çalışan çok sayıda insani yardım kurumu bulunmakta. Bunların bazıları devlet başkanı Ömer el-Beşir davasına kanıt sağladıkları gerekçesiyle geçtiğimiz aylarda sınır dışı edilmişti. Geride kalan kurumlar çalışmalarına devam etmekte. Türkiye’yi temsil eden dört kurum var: IHH, TİKA, Kızılay ve Kimse Yok mu? derneği. Bu dört kurum da yaptıkları çalışmalar ile Türkiye’nin bölgedeki imajına büyük katkı sağlamakta. Çok sayıda kurum faaliyet gösterse de bölgenin ihtiyaçları sıralamakla bitmez. Sivil Toplum Kuruluşlarına bölgede çok iş düşüyor. Dikkat çeken başka birşey ise resmi devlet dairelerinin önlerine mevzilenmiş ağır silahlı araçlar ve askerler. Her kurumun önünde bu askerleri görmek mümkün. Hatta ağır makineli tüfekli askerlere çarşı pazarda bile rastalamak mümkün. İsmi sık sık Darfur Krizi ile anılan Cancavit’ler ise pek ortalıkta görünmüyor. Ancak şehir dışına çıkıldığında ratlamak mümkün.

Ziyaretimiz esnasında gezdiğimiz bazı okullarda öğrencilerin ve sınıfların içler acısı durumuna şahit olduk. Çoğunlukla masa, sıra, defter, kalem olmadan eğitim yapılıyor. Bazı okullarda sınıf bile yok. Bahçeye bir ağaç dibine koyulan hasırlar ve karatahtayı andıran dört köşe bir levha sınıf olarak kullanılıyor. Eğitim daha çok ezbere dayalı. Matematik ve fen bilimleri çok zayıf. Coğrafya derslerinde kullanılan haritalar elle işlenerek yapılmış. Bu okullarda harita dağıtmak, masa, sıra bağışlamak bile oldukça önemli. Çocukların çoğunluğu yetersiz beslendiği aşikar. Okullarda birde su sıkıntısı var. IHH İnsani Yardım Vakfı’nın başlattığı her okula bir su kuyusu projesi gerçekten yerinde bir çalışma. En azından çocukların su ihtiyacı giderilmekte böylelikle. Öğrenciler arasında türlü türlü hastalık baş göstermiş. Hastane imkanları kısıtlı olduğundan çocuklar kaderlerine terk edilmiş. Bazı okullarda sağdan soldan bulunan çadırlarla sınıf oluşturulurken bazı yerlerde saz ve ağaç direklerden sınıf oluşturulmuş. Bu şartşarda sağlıklı bir eğitim olması zaten bir mücize. Öğretmenler her ne kadar ümitvari konuşsalarda onlarda iki ara bir derede kalmış. 10-15 m²’lik sınıflarda 100’ün üzerinde öğrenci eğitim görüyor. Dört öğrencinin ders gördüğü bir okulda topu topu 10 öğretmen var.

Kuran eğitimi verilen okulların durumu da farklı değil. Çocuklar hafızlık eğitimlerini el yazması tahta levhalarla yapıyor. Farklı surelerin yazılı olduğu levhalar elden ele geçirilerek ezberleniyor. El yazması olduğundan hata çok fazla. Okumayı bırakın okumaya çalışmak bile imkansız neredeyse. Tahta levhalar oldukça ağır. O levhayı taşımak bile on iki on üç yaşındaki çocuklar için büyük iş. O ağırlıkla bir de saatlerce okuyup ezber yapmak gıpta edilesi bir iş. O çocuklar boylarından büyük işe kalkışmış. Allah yardımcıları olsun inşallah. Bu okullarda dağıttığımız matbu Kuran nüshalarını eline alan çocukların heyecanı görmelmeye değerdi. Sanki omuzlarından büyük bir yük inmiş gibiydi. Sayfaları özenle çevirişleri görülesiydi.

Niyala’da şehrini saran tepelerin eteklerinde dışardan göç etmiş göçmenler yaşamakta. Bunların sayısı oldukça fazla. Resmi rakamlar ve Birleşmiş Milletlerin verdiği rakamlar arasında büyük farklar var. Buradaki insanlar Darfur sorunun gerçek madurları. Evlerini, köylerini terkederek buraya sığınmışlar. Ellerine geçen bez, çaput ve sopalardan ev yapmışlar. Binlercesi bir arada böyle yaşamakta. Sağlık koşulları ytersiz. Çocuklar için okul yok. Su kaynağı yok. Binlrce insan sadece dışarıdan gelecek yardımlara bağlı yaşıyor. UNICEF ve Dünya Gıda Örgütü (WFP) tarafından dağıtılan erzak ile yaşamlarını sürdürüyorlar. Sebep ne olursa olsun sayı ne olursa burada yaşayan insanlar çaresizliğe terkedilmişler. Büyük bir insanlık trajedisi yaşanmakta. Küçücük çocukların bir biskuvi için kavgaya tutuştuğu; dağılan ufak parçaları topraktan ayıklayıp yediğini görmek insana utanç veriyor. Bu kamplarda herşey çok değerli. Boş bir plastik su şişesi bile değer kazanıyor. Bitti diye atılan bir şişenin içindeki bir damla su bile ziyan edilmiyor. Sudan Hükümeti bu kamplarda kalıcı bina yapılmasına izin vermiyor. Burada yaşayanların köylerine geri gitmesini isityor ama güvenlik sağlanmadıkça kimsenin gitmeye niyeti yok. Hem siyasetçiler için hem de bölge sakinleri için büyük bir açmaz var ortada. Otash, Mosey, Kalma Niyala’yı çevreleyen kamplardan sadece birkaçı. Bazı kamplarda nüfuz oldukça yoğun on binlerin üzerinde. Bir kamp neredeyse Türkiye’de orta ölçekli bir ilçenin nüfusunu barındırıyor. Bu kamplarda güvenlik Birleşmiş Milletler ve Afrika Birliği ortak misyonu UNAMIS askerleri tarafından sağlanıyor. Her göçmen kampının çevresinde konuşlandırılmış askeri birlikler bulunmakta.

Darfur’da insanların bu hale düşmesine sebep her ne olursa olsun ortada halledilmesi gereken büyük bir mesele var. Hem de acilen harekete geçilmesi gerekiyor. Petrol, altın, makam, mevki, toprak vs. uğruna verilen savaş her neyse yüzbinlerce insanın geleceğinden daha değerli olamaz. En temel insani hak ve özgürlüklerden mahrum bu insanlara en azından onurlu bir yaşam çok görülmemeli. Bizi bu hale getiren şeyler üzerine vicdanımızı tekrar sorgulamamız gerekiyor. Çılgınca tüketime itildiğimiz bir dünyada bir yudum suyu içerken bile durup düşünmeli! Darfur tüm dünya insanlarına özellikle de müslamanların omzuna ağır bir sorumluluk yüklüyor.



Pazar, Şubat 15, 2009

How Mohair Industry and Tobacco Industry Developed in South Africa

How Mohair Industry and Tobacco Industry Developed in South Africa?*
Written by Serhat ORAKÇI



In 1838, Colonel John Henderson, a former British officer, imported the first Angora goats via India from the Ottoman Empire to the Cape. However, the goats were found infertile because the Turks did not want the breed to spread beyond the country. Luckily, one ewe gave birth to a ram kid during the voyage to the Colony and it was from these two that the first original Angora flocks in the Cape Colony were bred. “When Colonel John Henderson imported the first Angora goats to South Africa from Turkey in 1938 he planted a seed, the fruits of which he could not have foreseen.”1


The city of Angora (Ankara), now the capital of Turkey strongly resembles the up-country Karoo district of South Africa, in terms of geographical configuration, pasture, and climate. Not only the height above sea is similar, but also the hills and mountains especially around Somerset East and Cradock are densely filled with forest. In like manner, the similarity is borne out in the characteristics of abundant veldt, made up of dust, stones, and small dry scrub, of vast treeless flats dry as bone, and alluvial deposits descended from the hills.2 In addition to the abovementioned similarities between the natural home of the Angora and their new habitat in South Africa, the energy and the care of South African breeders paved the way for rapid growth of the Mohair industry in the Colony in the 19th century.


The fertile ram kid adapted to the climate and vegetation of the Eastern Cape well. He grew up and afterwards was mated successfully to selected ewes. The original ram had a long life and through careful selection several flocks were raised throughout the Colony. A single ram and ewe could not have any significant influence to the development of an industry if the second importation of Angora goats did not follow at least 15 years after the first one. Attempts were made by the Swellandam Agricultural Society to import some Angora goats from the Ottoman state as early as 1852.3 The society secretary F. W. Reitz asked for Government assistance in obtaining more Angora goats from the Ottoman state. It was difficult at that time to obtain any Angora goats from the Ottomans because the sultan placed an embargo on all Angora exports for a long time because Turkish adversity to the spreading of the breed beyond the country. Downing Street enlisted the cooperation of the British Ambassador to Istanbul who authorised the sale of an unlimited number of animals at 85 to 90 piastres4 for ewes and 150 to 200 piastres for rams. Therefore, the door for the importation of this attractive but little-known commodity was opened. During the second half of 19th century, Angora importation into the Colony continued. The British consular officials in Turkey played an important role in these imports. Agents from South Africa were sent to Turkey for better selection.5


The young Angora industry established international trade links within a short time. The first shipment of mohair left the Cape Colony for Britain in 1857 and in 1865 the first Angora goats were exported to Argentina. Angora shows also became commonplace in the Colony. In Port Elizabeth mohair exports comprised 97% of the total exports of the city in 1865; 94% in 1866 and 83% in 1876.6


By 1878 there were already more than 30 different purchasing houses for mohair in Port Elizabeth alone and 97,5% of the mohair was exported through Port Elizabeth, 2,2% through Cape Town, 1,9% through Port Alfred and 0,2% through Mossel Bay to different countries, especially Britain. During the 1880`s the number of Angora goats had risen substantial in the Colony thanks to further importation and cross-breeding programme. It was reported that there was two and a quarter million Angora goats in the Cape Colony in 1880.7 The period between 1882 and 1899 was expansion years for the mohair industry. By the year 1882 American and British authorities regarded South Africa’s mohair as equal to Turkey’s finest fleeces. The Zwarte Ruggens Farmers` Association (ZRFA) was formed to represent the interests of wool and mohair producers in 1883. In this period developments in the Cape mohair industry and an embargo on Turkish goat exports encouraged American interest in the importation of Angora goats from South Africa. In April 1894 the Angora Goat Breeders` Association was established. During this time the breeders of the Cape recognised the need for new, improved blood. The Cape Government allocated a sum of money for the private importation of Angoras by the Premier, Cecil John Rhodes. With the visit of Rhodes to the Ottoman Empire a concession was obtained from the sultan for the export of Angoras in 1895. By 1899, the quality of the Cape clip had surpassed Turkey. It had also grown to 56,3% of the total world production with Turkey producing 40,5%, 3,2% America and a very small quantity in Australia.8 It should be emphasised that mohair was an important export commodity for the Ottoman Empire. In 1899 mohair’s share in the Empire’s total exports was 6.7% with a value of 1,037,948 lira. However, after 1899 was a massive declining period for the Ottoman mohair industry. The Empire lost its monopoly on Angora giats and mohair industry.9 Owing to the superior intelligence and scientific methods of Cape breeders, the South African mohair industry turned from Cinderella to princess eventually.


Today, South African mohair is the purest and finest in the world. For the past few years, China has been the most important single destination for South African mohair. It was from a humble beginning that South Africa has become leadering country by producing 61% of the total world production of mohair at present.10


The success of the South African mohair industry reveals or general characteristic of South African farmers behaviour, especially the 1820 settlers during the 19th century. As immigrants from European countries, then experimented different crops to cultivate and animals to breed the best suited to their new circumstances. South African grown Turkish tobacco developed a very similar with the Angora goat industry. As happened previously in the mohair industry, from a very small beginning growers and farmers in the Cape opened the doors to a large industry unknown to them.


South African Grown Turkish Tobacco


J. F. Theron, a farmer from the Tulbagh district, was the first person formally applied to the Agriculture Department for a loan and assistance to grow Turkish tobacco on his plantation in 1909. Later, the De Meillon brothers from Stellenbosch asked for financial support from the Department to the cultivate Turkish tobacco. According to the report of the Department, De Meillon brothers had already undertaken small experiments on their farm ‘Ban Hoek’ with Turkish tobacco and the results were excellent. In the same year, a tobacco expert from the Department, Mr. Stella, visited some farms in Stellenbosch to establish a ‘Tobacco Experimental Station.’11 In 1910, at the request of Malan, Minister for Agriculture for the Cape Colony, the Ottoman Ministry of Foreign Affairs sent samples of Turkish tobacco seeds to Cape Town. According to the report of Ludwig Wiener, Ottoman Consul-General to Cape Town, one package ‘Samsun’ and two packages ‘d’Isketche’ were received and a third sample ‘De Cavalla’ was promised to be sent in a short time. These samples were requested by the Tobacco Experts for experimental purposes.12


The Department of Agriculture had been giving its attention to Turkish tobacco for some time and encouraging farmers, especially in Stellenbosch, to cultivate Turkish tobacco. It can be understood from the letter of the Department that from a very small beginning the industry expanded in a short time. During 1910, the Turkish tobacco crop was already about 70,000 lbs, a great deal of which had been sold to local factories at the auction sale of the Chamber of Commerce at very satisfactory prices. In 1911, South African Turkish tobacco growers were already seeking overseas markets for their production and there were many other growers as well as farmers who desired to grow Turkish tobacco.13 In 1917, the production of South African grown Turkish tobacco reached 150,000 lbs. per year and the first samples were sent to England and America for export purposes.14


South Africa was not the only country that cultivated Turkish tobacco. Some other European countries also used the Turkish seeds for cultivation. However, neither the importation of Angora goat nor the planting of Turkish tobacco seeds supports any regular and mutually based economic relation between the Ottoman Empire and South Africa at that time. In a very different nature, the Ottomans succeeded to establish some originated religious and political ties with the South African Muslim minority. The connection between the Ottomans and South African Muslim population commenced in 1862 with an alim (scholar), Abu Bakr Effendi, to teach and guide the Cape Muslim community.


Footnotes

*The article was compiled from MA dissertation 'A Historical Analysis of The Emerging Links Between The Ottoman Empire and South Africa Between 1861-1923' by Serhat Orakçı

1 D.S. Uys: Cinderella to Princes, The Mohair Board, Port Elizabeth, 1988, p. 3

2 Men of the Times, the Transvaal Publishing Company, Johannesburg, Cape Town & London, 1906, p. 137

3 Cape Town Archives, KAB GH Vol. 23/23 Ref. 41; see also GH Vol. 1/231 Ref. 6

4 Originally a dollar size silver coin, the piastre served as the major unit of currency of French Indochina (Present-day Vietnam, Cambodia, and Laos), and Ottoman Turkey. The kuruş, the subvision of the Turkish Lira, is commonly known as the piastre. 100 kuruş; equal 1 Lira.

5 Uys, P. 5-6

6 Ibid., p. 11-12

7 Ibid., p. 21-22

8 Ibid., p. 23-34

9 H.A. Erdem: Bir Başarı Öyküsü; Güney Afrika`da Tiftik Üretimi, Dış Ticaret Dergisi, Iss.: 13, April 1999. See online version: http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/nisan99/gafrika.htm, (accessed 1 February 2006)

10 J.L. Rtief: Presidential Report, The Angora Goat and Mohair Journal, SA Mohair Growers’ Association, September 2005, p. 39 See online version of the journal, http://www.mohair.co.za/home/journal.asp?cat=samohair&id=18, (accessed 15 February 2006)

11 National Archives of South Africa, TAB TAD Vol. 1005 Ref. N780/2

12 National Archives of South Africa, TAB TAD Vol. 1007 Ref. N784 13 TAB TAD Vol. 1008 Ref. N829 14 SAB IMI Vol. 3 Ref. I5/5

Cuma, Şubat 13, 2009

Travel Notes from South Sudan-1

South Sudan Travel Notes
January 2009
Written by Serhat ORAKÇI

In the morning people greet each other saying ‘Woro’ that means Good morning. The sun rises smoothly inside Jur River and leaves reddish light on the surface of water. It flows gently. The day starts in the small town. People pour out of the way. The bridge over the river meets with motorcycles, bicycles, pedestrians from different direction.

The town Wau is a home for three major ethnic tribes settled in Western Bahr El-Gazal State of Sudan. The tribes are Dinka, Luo and Fertit. Ordinary Dinka people are usually thin and tall. They walk with long sticks. Although they speak their tribal language besides Arabic and English, most of them do not know Arabic and English well.

Wau has very productive land for agriculture. However, activities on the soil are very poor. The area has six months rainy season from April to October. Rest of the year is hot and dry. While avarage rate for rainfall is 50m³ in the Northern Sudan, this rate increases to 1.500m³ in the South Sudan.

Lunch time people greet one another saying ‘Lotto’. Despite the temperature increases up, city market is quite crowded. Traders wait for customer and display their best product. 4x4 jeeps belonged to UN pass inside the market leaving a huge dust cluster behind. People move in the dust like ghosts. Since the petrol is five times more expensive compared to capial Khartoum, Wau settlers use bicycle and motorcycle for transportation. Most of the commodities in the market come from outside world. There is almost no production in the town. Therefore, everything is more expensive than expected except tropical mango.

The town has a big amount of mango source which grew spontaneously all over the town. Nobody even dare to sell or to collect them. During the harvest season, amount of mango is unimaginable. Because transportation facilities are rare from Wau to Khartoum, all mangos get rotten on trees. Trucks go to Khartoum not less than in a week. Air transportation is so expensive nearly reach to international rates.Return flight ticket from Wau to Khartoum costs approximately 500 USD. Usually small aircrafts carry the passengers. Although there is daily flights according to schedule, there is always possibility of posponement or cancellation.

Cumartesi, Ocak 31, 2009

Güney Sudan Gezi Notları

Woro Loto Taga
Güney Sudan - Wau Gezi Notları

Yazan: Serhat ORAKÇI
Ocak 2009


İnsanlar birbirlerini böyle selamlıyor bu kentte. Sabah güneşinin Jur nehrinden yükselmesiyle gün başlıyor. Erkenden yollara dökülen insanlar Woro yani ‘Günaydın’ diyor birbirlerine. Nehrin üzerindeki köprüde motorsikletler, bisikletler ve yaya insanlar beliriyor. Güneş usulca yükselirken kızılımsı bir renk bırakıyor nehirde.



Orta Afrika Cumhuriyeti ile komşu olan Wau etnik olarak üç dört büyük kabilenin toplandığı bir bölge. Bu kabilelerden en büyükleri Dinka, Fertit ve Luo. Dinka insanları ince ve uzun boylular. Yaşlılarının ellerinde boylarıyla orantılı sopalar var. Bunları asa ya da baston niyetine taşıyorlar. Kabilelerine has bir dil konuşuyorlar. Geçim kaynakları başlıca hayvancılık. Çok verimli bir arazi olmasına rağmen Wau’da tarım çok yetersiz. Jur nehrinin suladığı araziler Nisan-Ekim döneminde yağmurla yıkanıyor. Bölge yüksek oranda yağış alıyor. Sudan’ın küzey bölgeleri yılda ortalama 50 m³ iken bu oran Güney Sudan’da 1500 m³’e kadar çıkıyor. Küzey’in çölleri burada yerini yeşil ormanlara bırakıyor.



Öğlen vaktinde insanlar ‘Loto’ diyerek selamlaşıyor. Hava sıcaklığı sabah saatlerine göre daha da yükseliyor. Şehir pazarı sıcağa rağmen hareketli. Esnaflar tezgahlarını bekliyor. Halk öte beri alıyor. Tozlu yoldan Birleşmiş Milletlere ait resmi cipler geçiyor arkalarında toz bulutu bırakarak. Tozun içinde kaybolan insanlar hayaleti andırıyor uzaktan. Kullanılan araçların çoğunluğu 4x4 cipler. Halkın büyük kesimi bisiklet ve motorsiklet kullanıyor ulaşım için. Benzin başkent Hartum’a kıyasla beş kat daha pahalı. Üretimin olmadığı kentte herşey dışarıdan geliyor. Ve mango hariç herşey daha pahalı.



Wau şehri mango diyarı adeta. Şehrin dört bir yanında mango ağaçları kendiliğinden büyümüş. Kimse toplayıp satmaya bile tenezzül etmiyor. Hayal edilemeyecek miktarda mango ağaçı var bölgede. Güzelim mangolar mevsimi geldiğinde dallarında çürüyormuş. Hartum’a ulaşım imkanları kısıtlı olduğundan toplatılıp gönderilmiyormuş. Kamyonlar bir haftada gidebiliyormuş ancak. Uçakla ulaşım çok pahalı. Neredeyse uluslarası uçuş fiyatına. Hartum – Wau gidiş geliş yaklaşık 500 USD tutarında. Uçaklar 30 – 40 yolcu taşıyan küçük uçaklar. Haftanın hergünü sefer var ama bazı seferler iptal edilebiliyor. Bazen kargo uçakları gelip yük boşaltıyor. Eğer alanda yolcu varsa onları alıp gidiyor.



Wau’a gitmeden önce Hartum’dan çok farklı bir yer bulacağımı sanmıyordum. Ama gerek bitki örtüsü ile gerek iklimi ile ve gerekse kültürü ile çok farklı bir yer. Nüfusun bir bölümü hıristiyan bir bölümü müslüman ve kalan diğer kısmı ise animist. Wau’da camii ve medrese sayısı küzeye göre çok az. Ama klise sayısı küzeye göre çok fazla. Şehrin hemen merkezinde batılı kurumlarca yaptırılmış çok görkemli bir klise mevcut. Yokluk içerisindeki bir yerde böyle devasa bir klise görmek insanı şaşırtıyor.



Aslında yokluk içerisinde demek yanlış olur. Varlık içinde yokluk çeken bir şehir burası. Diğer Afrika ülkelerinde yaşanan bu tıkanma burada da göze çarpmakta. Akıp giden bir nehir sulama için müsaitken, canım mangolar dallarında çürürken, ekilebilir devasa toprak bomboş durur iken insanlar yalınayak ve perişanlık içinde.



Batı Bahr El-Gazal eyaletinin başkenti Wau’da İngiliz sömürü döneminden kalma çok büyük bir eğitim hastanesi mevcut. Ama bu hastanenin büyük bölümü atıl durumda. Sudan hükümeti kırsal bölgelere doktor göndermekte zorlanıyor. Eğitimli kesim başkentte işsiz durmayı kırsalda çalışmaya yeğliyor. Bu yüzden merkezin dışındaki kırsal bölgelerde hastaneler ve okullar büyük sıkıntı içinde. Yüz bini aşkın bir nüfusa rağmen Wau’daki doktor sayısı beşi geçmiyor. İnsanların tedavi için başkente gitme imkanları neredeyse yok gibi. Kaderine terkedilmiş bir topluluk adeta.



Sudan’da kuzeyden güneye ilerledikçe bitki örtüsü, iklim, kültür değişiminin yanında Afrika’nın en önemli sorunlarından AIDS’le yaşıyan insan oranında da değişme görülmekte. Kuzeyde AIDS oranı Afrika’nın geneline oranla daha düşük kalırken bu oran Güney Sudan’da çok ciddi bir sorun teşkil etmekte. AIDS’le mücadelede bilinçelendirme çabalarında rağmen somut ilerlemeler zaman alacağa benziyor. Bu süre zarfında Dünya Sağlık Örgütünün göndereceği ilaçları beklemek zorunda insanlar.



Wau şehri 2003’e kadar süren Sudan iç savaşından derinden etkilenmiş bir eyalet. Kuzey ile Güneyin amansız savaşında arada kalmış bir bölge. 2005’de kalıcı barış imzalanmasından ancak sonra sakinleşmiş şehir. Çok sayıda insanın hayatını kaybettiği ve göç ettiği iç savaş döneminde sosyal yaşam derin darbe almış. Wau eğitim hastanesinin bahçesi yaralı ve cesetlerle dolup taşarken üç yıl boyunca bir tek doktor bile uğramamış bölgeye. Elektiriğin gelmesi bile dört ay öncesine dayanıyor sadece.



Günbatımından sonra ‘Taga’ diyor insanlar. İyice karanlık basmadan sazlıklardan yapılmış evlerinin yolunu tutuyorlar. Aydınlatmadan yoksun sokaklar boşalıyor. Şehir kaderini andıran bir karanlığa gömülüyor. Şehir radyosundan günün gelişmeleri anons edilirken Jur nehri sessizce akmaya devam ediyor.

Cumartesi, Aralık 27, 2008

Afrika'da Açlık

Afrika'da Kronik Açlığın Temel Sebepleri

Yazan: Osman Atalay
Düşünce Gündem, Sayı: 47, 2008


Afrika, 1980’li yıllarda kıtada yaşanan büyük kuraklık ve buna bağlı sebeplerden kaynaklanan toplu ölümlerle dünya kamuoyunun gündeminde yer almaya başladı. Bu yıllardan sonra da dönem dönem -bazen yoğun bir şekilde- kıtadaki kuraklık, açlık, bulaşıcı hastalıklara bağlı ölümlerle ilgili yayınlanan istatistikler, dünya kamuoyunda düzenli olarak yer buluyor. Kıtaya dair yayınlanan bu istatistiki veriler ile buradaki insani durumun her yıl daha da kötüye giden bir grafik izlediğine tanıklık ediyoruz.

BM, Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar Afrika’ya yönelik yardım projelerini, programlarını ve Afrika’yı ıslah etme çalışmalarını ortalama üç ila dört yılda bir Afrika’da ya da Batı ülkelerinde düzenlenen konferanslarda dile getiriyorlar. Afrika’ya uzun yıllardır hem maddi hem de manevi, siyasi, kültürel ve ekonomik destekler verilmesine rağmen maalesef kıtada yaşanan sorunların çözümünde ilerleme sağlanamıyor. Kıtada kronikleşen açlık ve hastalıkların siyasi, ekonomik ve sağlık alanında yaşanan sıkıntıların bertaraf edilmesi konusunda ne yazık ki kayda değer bir iyileşme bir türlü sağlanamıyor.

Sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginlikleri, tarıma elverişli toprakları, tropikal iklimi ve çok büyük turizm potansiyeli düşünüldüğünde kıtadaki en temel sorunun, klişeleşmiş bir ifadeyle, sömürge devletleri ve onların yağmalama zihniyetleri olduğunu görüyoruz. Bugün Afrika’nın zengin maden yatakları güçlü Batılı şirketler tarafından işletiliyor ve elde edilen zenginlikten bölge insanı faydalanamıyor.

Diğer taraftan Afrika’da yaşanan tüm sorunların kaynağı olarak sömürge devletlerinin gösterilmesi, sorumluluklarını yerine getirmede başarısız olan bölge ülkelerinin idarecileri için bir kılıf görevi görüyor. Ülke kaynaklarını kullanmada başarısız olan ya da kendi çıkarlarını halkın çıkarlarının önünde gören idareciler, günah keçisi olarak Batılıları suçlamaktan geri durmuyorlar. Kıtada yaşanan insani problemlerin çözümü için herkesin üzerine düşen sorumluluğu alması gerekiyor. 1960’lı yıllarda Afrika ülkeleri kendi topraklarını ekiyor, kendi ihtiyaçlarını karşılayabildikleri gibi Avrupa’ya da gıda maddesi ihraç ediyorlardı.

Bugün aslında eğitim, uluslararası iletişim ve teknolojik imkanların çok kısıtlı olduğu ve küresel yapılanmanın tamamen dışında olan bir Afrika yok artık. Afrika, günümüzde Avrupa, Hindistan ve Amerika kıtası ile yakın ilişki içinde ve ülkeler arasında eski sömürge ilişkilerinden farklı bir yol izlenmekte. Ancak Afrika ülkeleri de küresel rüzgardan payını almakta, kapitalist sömürgeci sermaye, Afrika’nın çok yönlü potansiyelini dün olduğu gibi bugün de kullanmaya devam etmektedir.

Afrika halklarının kıtada yaşanan olumsuz koşullarla ilgili hiç mi günahı yok? Tabii ki asıl sorun Afrikalı devlet yöneticilerinin, Afrikalı akademisyenlerin, Afrikalı aydınların, eğitimini Afrika’nın dışında tamamlayan fakat ülkesine dönmeyen öğrencilerin, kabileci yönetim tarzı anlayışının… Yine, Afrika’nın kaynaklarının yabancı şirketlere satılması veya ortak işletilmesi, kıta halkının kendi kaynaklarını kullanamaması kıtada yaşanan açlığın ve yoksulluğun en temel sebeplerini oluşturmakta.

Yıllardır Dünya Bankası, IMF ve BM’den alınan yardımların yerli yerinde, programlı olarak kullanılmaması, sorunların kronikleşmesini beraberinde getirmiştir. Son yıllarda üst üste yapılan Afrika zirveleri Çin, Hindistan ve Türkiye’de Afrikalı üst düzey yöneticilerinin bir araya gelmeleri, daha ziyade ticari iş birliği kapsamında olmaktadır. Oysa bugün Afrika’daki asıl sorun hükümetlerde baş gösteren yolsuzluklardır. Bu yolsuzlukların önü alınmadığı takdirde Afrika’nın boğuştuğu temel sorunlar ne Dünya Bankası ne IMF ne de BM ve STK’lar tarafından sağlanan lokal yardımlar ile çözüme kavuşturulabilir. Afrikalı idarecilere ve onların kontrolüne bırakılan maddi desteklerin hiç biri, Afrika’nın problemlerini çözmeye muktedir değildir.

Afrika’nın yoksulluk ve geri kalmışlık kaderini ancak Afrika’nın kendi insanı değiştirebilir ama önce sorunların kaynağının doğru tespit edilmesi gerekiyor. Kıtada yaşanan yolsuzlukların temel sebebi, mevcut hükümetlerin yaklaşımları ve eğitim seviyesinin düşüklüğüdür. Kıtaya yardım götüren yabancı STK’ların yıllardır devam eden özverili çabalarının onda biri maalesef yerel idarecilerde görülmüyor.

Afrika'da Tarım Nasıl Yokediliyor?

Afrika'da Tarım Nasıl Yokediliyor?

Yazan: Prof. Dr. Walden Bello
Düşünce Gündem, Sayı: 45, 2008


Afrika’da tarımın bugün içinde bulunduğu durum, büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet eden, doktrinlere sıkı sıkıya bağlı ekonomi modellerinin koca bir kıtanın üretim gücünü nasıl yok ettiğini anlamak açısından örnek bir vaka.

Dünyadaki biyoyakıt üretimi, günümüzde yaşanan gıda krizinin şüphesiz başlıca sebeplerinden biri. Tarım ürünlerinin gıda ihtiyacını karşılamak için değil de biyoyakıt üretimi için ayrılması, son yıllarda yaşanan gıda fiyatlarının hızla yükselmesini tetikleyen nedenlerin başında geliyor. Ancak öncelikli sebep, kendi gıda ihtiyacını karşılayabilen ekonomilerin gıda ithaline bağımlı hale dönüşmelerinde yatıyor. Bu noktada Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) en önemli aktörler olarak öne çıkıyor.

Latin Amerika, Asya ya da Afrika’da hep benzer bir durum söz konusu. Dünya Ticaret Örgütü Tarım Antlaşması’nın bu bölgelerde serbest piyasa ekonomilerini altüst etmesinin ardından, ABD ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin devlet destekli tarım ürünleri, iç piyasaları işgal etti. IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal düzenleme programlarının yıkıcı etkileri de kırsal alanlarda yapılan devlet yatırımlarını işe yaramaz hale getirdi ve bu durumdan çiftçi üreticiler büyük zarar gördü.Afrika’da tarımın bugün içinde bulunduğu durum, büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet eden, doktrinlere sıkı sıkıya bağlı ekonomi modellerinin koca bir kıtanın üretim gücünü nasıl yok ettiğini anlamak açısından örnek bir vaka.

İhracattan ithalata 1960’larda, kolonilerin bağımsızlıklarını kazandıkları süreçte, Afrika ülkeleri sadece kendi gıda ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, 1966-70 yılları arasında yılda ortalama 1,3 milyon tona ulaşan ihracat rakamlarıyla da gıda ihracatı yapan ülkeler arasında yer alıyorlardı. Bugün ise Afrika kıtası, gıda ihtiyacının %25’ini ithal eder durumda. Son üç yılda Kuzeydoğu Afrika, Sahil, Orta ve Güney Afrika bölgelerinde görülen gıda krizlerine baktığımızda, açlık ve kıtlık sorununun tekrar gündeme oturduğunu görüyoruz.

Kıtada tarım alanında derin bir kriz yaşanıyor ve bu krizin iç savaşlar ve AIDS’in yayılması gibi pek çok önemli nedeni var. Ancak sorunun en önemli nedeni, birçok Afrika ülkesinde, hükümetlerin dış borçlarını ödeyebilmek için IMF ve Dünya Bankası’ndan yardım almalarının bedeli olarak, uygulamak durumunda kaldıkları “yapısal uyum programları” adı altında ülke içi kontrol ve destek mekanizmalarının aşamalı olarak zayıflatılması oldu.

Uygulanan yapısal düzenlemeler, Afrika ülkelerinde ekonomik büyüme ve refah seviyesinin artmasını sağlamak yerine, yatırımların, sosyal harcamaların, tüketimin, üretimin ve verimin azalmasına, bu durumun sonucu olarak da işsizliğin artmasıyla durgunluk ve gerilemeye sebep olan bir kısır döngüye yol açtı.

Gübre üzerinde uygulanan fiyat kontrolünün kaldırılmasıyla beraber, tarımsal kredi sistemlerinde de kısıntıya gidilmesi, yatırımların ve tarımdan elde edilen gelirlerin azalmasına yol açtı. Devletin tarım sektöründeki ağırlığını çekmesiyle piyasaların ve özel sektörün tarımı hareketlendirmesi beklentisi gerçekte karşılığını bulamadı. Dahası, özel sektör yatırımcıları, devlet desteğinin azaltılmasının daha büyük bir risk doğuracağına inandı. Ardı ardına, her ülkede neoliberal doktrinlerin öngörüleri tahminlerin tam tersine sonuç verdi: Devletin sahneden çekilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye çekmekten ziyade kaçırmaya yol açtı. Bu tür politikalar uygulandığında özel girişimciler, devletin sektörden ağırlığını çekmesiyle oluşan otorite boşluğunu çoğunlukla fakir çiftçilerin aleyhine olacak şekilde doldurdu ve çiftçileri gıda güvenliği açısından daha korumasız, hükümetleri de düzensiz dış yardımlara daha bağımlı hale getirdi.

Dünya Bankası ve IMF, ülkelerin kendilerine olan borçlarını ödemelerini sağlamak için hükümetleri, mali kaynaklarını tarım ürünlerinin ihracatına ayırmaları yönünde teşvik etti. Ama Etiyopya’da 1980’lerin başında yaşanan kıtlıkta olduğu gibi, bu durum verimli toprakların ihraç edilecek tarım ürünlerine ayrılmasına ve ülkenin gıda tüketimini karşılamak için gerekli tarım ürünlerinin de daha verimsiz topraklarda yetiştirilmek zorunda bırakılmasına, dolayısıyla da ülkedeki gıda krizinin artmasına yol açtı. Ayrıca Dünya Bankası’nın, birçok hükümeti, tarım ürünlerinin ihracata yönelik üretimine odaklanılması yönünde teşvik etmesi, aşırı üretime ve ardından söz konusu ürünlerin uluslararası marketlerde değer kaybetmesine sebep oldu.

Diğer birçok bölgede olduğu gibi Afrika’da uygulanan yapısal düzenlemeler de, sadece yatırımların yetersiz kalmasına değil devlet işletmelerinin de tasfiye olmasına sebep oldu. Latin Amerika ve Asya ülkelerinde Dünya Bankası ve IMF daha çok ekonomilerin makro düzeyde yönetilmesini üstlendi ya da devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması yönünde tavsiyelerde bulundu. Bu düzenlemelerin uygulamaya geçirilmesiyle ilgili ayrıntılar ise devletlerin bürokrasilerine bırakıldı. Dünya Bankası ve IMF, daha güçsüz hükümetlerle muhatap oldukları Afrika’da, hükümetlere ne kadar devlet memurunun işten çıkartılması gerektiği, devlet desteklerinin ne derece azaltılması gerektiği ya da ülkenin tahıl rezervinin kime ne kadar satılması gerektiği gibi mikro düzeyde kararlar aldırdılar. Başka bir ifadeyle, Dünya Bankası ve IMF yetkilileri, devletin ekonomideki ağırlığını yok etmek için en ufak ayrıntılarda bile hükümetlerin ekonomi yönetimine müdahale ettiler.

Ticaretin rolü, Ticaretin liberalleştirilmesi, Avrupa Birliği ülkelerinden gelen devlet destekli ve düşük fiyatlı et ürünlerinin Batı ve Güney Afrika ülkelerine yığılmasının önünü açtı ve yerel üreticileri perişan etti. Buna ek olarak da, Dünya Ticaret Örgütü’nün Tarım Antlaşması’nın devlet desteğini meşrulaştırdığı ABD’li pamuk üreticilerinin ürünlerini uluslararası piyasalarda maliyetinin çok altında satmasıyla Batı ve Orta Afrikalı pamuk üreticileri iflasa sürüklendi. Tüm bu ticari düzenlemelerin etkilerini düşündüğümüzde, sonuç AB ve ABD’nin işine yarayacak haksız ticari uygulamalar oldu.Kısacası, karşı karşıya kalınan bu tablonun sonuçları hiç de rastlantı değil. 1986 yılında gerçekleşen Uruguay Round (Uruguay Turu) ticaret görüşmelerinde ABD’nin temsilcisi John Block “Gelişmekte olan ülkelerin gıda alanında kendi kendilerine yetebilmesi fikri, tarihsel olarak mazide kaldı. Bu ülkeler gıda ihtiyaçlarını, çoğunlukla daha düşük fiyatlara temin edebilecekleri Amerikan tarım ürünleriyle sağlayabilirler.” ifadesini kullanarak gerçek niyetlerini ifşa etmiş oldu.

Tarım alanında yapılan yapısal düzenlemelerin sosyal sonuçlarının dampinge götüreceğini öngörmek çok da zor değil. Günlük bir doların altında gelirle yaşayan Afrikalıların sayısı 1981-2001 yılları arasında iki katından fazla artış göstererek 313 milyona, yani tüm kıtanın %46’sına yükseldi. Bu durumda, gerçekleştirilen yapısal düzenlemelerin yoksulluğu yaratmasında, kıtanın tarımsal yapısını zayıflatmasında ve dışa bağımlılığı arttırmasında sahip olduğu rolü inkar etmek mümkün değil. Dünya Bankası’nın önde gelen Afrika ekonomistlerinden birisinin de itiraf ettiği gibi “Bu programların insani kayıplarının bu kadar büyük olabileceği ve ekonomik kazançlarının bu kadar yavaş olabileceği tahmin edilememişti.”

1980’lerde gerçekleştirilen yapısal düzenlemeler çiftçilere toprak, kredi, sigorta ve tarım destek organizasyonlarına erişim sağlayan kamu kuruluşlarını işlemez hale getirdi. Beklentiler ise, devletin ağırlığını çekmesiyle piyasaların özel sektör açısından serbestlik kazanacağı, özel sektörün de maliyetleri azaltacağı, kaliteyi arttıracağı ve gerileme eğilimlerini bertaraf edeceği yönündeydi. Bu beklentiler çoğunlukla gerçekleşmedi.

Özetle, biyoyakıt üretimi küresel gıda krizinin ortaya çıkmasına değil, sadece daha da artmasına sebep oldu. Ekonomilerin gıda alanında kendi kendine yetebilir olmasını teşvik etmek yerine, yerel küçük ölçekli tarımsal üreticileri yok ederek gıda ithalatını teşvik eden Dünya Bankası, IMF ve DTÖ’nün izlediği politikalar, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri her geçen yıl krize doğru biraz daha yaklaştırdı. Bugün artık söz konusu kuruluşlar ve izledikleri politikalar, Afrika genelinde ve güney yarımküre ülkeleri nezdinde oldukça itibar kaybetmiş durumda. Ancak sebep oldukları zararın şimdi tanık olduğumuzdan daha yıkıcı sonuçlar doğurmadan zaman içinde telafi edilip edilemeyeceğini ileride göreceğiz.


*Prof. Dr. Walden Bello, Filipinler Üniversitesi, Sosyoloji Profesörü, “Destroying African Agriculture”, Foreign Policy in Focus www.fpif.org, 3 Haziran 2008. Amine Tuna tarafından kısaltılarak Türkçeye çevrilmiştir.

Salı, Aralık 16, 2008

The Ottomans and Africa

THE EMERGING LINKS BETWEEN THE OTTOMAN EMPIRE AND SOUTH AFRICA

Serhat ORAKÇI
serhatorakci@gmail.com
Published in International Journal of Turkish Studies, Volume 14, Nos. 1-2 Fall (2008) pp. 47-59


Summary

Religious and political attempts of the Ottomans to establish contact with the southern region of Africa during the nineteenth century can be interpreted as part of the Ottoman Empire’s African foreign policy. In these efforts, first a Muslim Scholar, Abu Bakr Effendi, was sent to South Africa as a religious leader, and later official consuls of the Empire established important links between the Ottoman state and South Africa. Up to now, considerable attention has been focused on Abu Bakr Effendi’s life and his literary contributions to Arabic-Afrikaans literature, but, for lack of sources, almost nothing has been written about Mehmet Remzi Bey, the first Turkish diplomat stationed in South Africa, who lived there for two years with his family during the First World War. Nevertheless, interesting records from the South African National Archives shine some light on the diplomat’s tragic life and that of his family and on an exchange program between the Ottoman state and Britain for prisoners of war.

Key Words:
The Ottomans in Africa, The Ottoman Empire Foreign Policy, The Ottoman Africa Relations, Abu Bakr Effendi, Mehmet Remzi Bey

For full version of the article see International Journal of Turkish Studies, Volume 14, Nos. 1-2 Fall (2008) pp. 47-59

Nelson Mandela Biyografi

Zincirleri Olmayan Adam

Yazan: Serhat ORAKÇI
Bu yazı Mandela'nın "Long Walk to Freedom" kitabından derlenmiştir.

Nelson Rolihlahla Mandela, ya da halk deyişiyle “Madiba”, I. Dünya Savaşı’nın bittiği günlerde (1918) Güney Afrika'nın Transkei bölgesindeki Qunu kasabasında doğmuştur. Genç yaşta ölen babası Thembuland, kabile reisinin danışmanıdır. İlk eğitimini misyoner okulunda alan Mandela, daha sonra lise eğitimi için Healdtown’a gönderilmiştir. Buradan da sadece siyahların devam edebildiği Fort Hare’deki üniversiteye kaydolmuştur. Üniversite yılları Mandela’nın siyasetle tanıştığı yıllardır. Okulda öğrenci temsilciği için seçime girmiş daha sonra yönetimi boykot ederek seçimlerin iptalini istemiştir. Boykot sonrası ise üniversiteden atılarak tekrar kasabasına dönmek zorunda kalmıştır.



İçindeki okuma isteğini kaybetmeyen Mandela o zaman için rüya şehir olarak adlandırılan Johannesburg’a gitmeye karar vermiş ve maceralı bir yolculuk sonunda kendini ülkenin en büyük altın madeninde bekçi olarak bulmuştur. Köyünden kaçak olarak şehre geldiği anlaşılınca bu işten de atılmıştır. Hayatta tek başına ayakta durabilmek için her şeyi göze aldığı anda uzak bir tanıdığının yardımıyla bir avukatlık şirketinde çalışmaya başlamıştır. Bu yıllarda Witwatersrand Üniversitesi’ne kaydolarak hukuk eğitimi almaya başlamıştır. Yine çalıştığı şirkette kısa zamanda samimi olduğu Walter Sisulu sayesinde, ilk defa Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress-ANC)’nden haberdar olmuştur. Ve bu organizasyonda görev alan Oliver Tambo, William Nkomo gibi isimlerle tanışmıştır. 60 kadar kişiden oluşan bu küçük organizasyonun 1948’e kadar amacı ise beyazların hakim olduğu sistem içinde siyahların haklarını korumak ve onlara daha iyi hayat şartları sağlamaktır.



Mandela ve arkadaşlarının yaptıkları ilk işlerden biri 1944 yılında ANC’nin gençlik teşkilatını kurmaktı. Bu teşkilat aracılığıyla ülke gençlerini bilinçlendirmeyi ve organizasyona katmayı hedeflemişlerdi. Mandela, gençlik teşkilatındaki başarılı çalışmalarının ardından, 1947’de bu teşkilata Genel Sekreter seçildi. Ama 1948 seçimleri ülke için bir felaketin başlangıcı oldu. Irkçı bir rejimin savunuculuğunu yapan Ulusal Parti, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Apartheid sisteminin temelleri atılmış oldu. Bu sistemle siyahların sistem içindeki durumu daha da kötüleşecektir.



Apartheid rejiminin iş başına gelmesiyle ANC gençlik kolları Mandela önderliğinde bir program ortaya koymuş ve bu çerçevede siyahlar için vatandaşlık haklarından tam yararlanma ve parlamentoda temsil hakkını savunmuştur. Bu program ayrıca zorunlu ve ücretsiz temel eğitim, sağlık hizmetlerinden faydalanma, ticaret yapma hakkı ve toprak dağılımının tekrar ele alınması gibi konuları gündeme getirmiştir. ANC’nin tüm talepleri sistem tarafından anında reddedilmiştir. Bu süreçte sivil itaatsizlik olarak yorumlanan çeşitli protestolar ve yürüyüşler düzenlenmiştir. Çok kısa bir sürede aralarında Mandela’nın da bulunduğu ANC yöneticileri sistem tarafından hedef haline gelmiş ve çeşitli yasaklar uygulanmıştır. ANC kadrosundaki liderler mücadelenin ilk yıllarında her ne kadar Gandhi örneğinden esinlenerek şiddet içeren protesto ve sabotajlara sıcak bakmasalar da sonraları bu konuyu gündeme getirmişler ya da getirmek zorunda kalmışlardır.



ANC içinde günden güne lider konuma yükselen Mandela, bir yandan siyaset arenasında sisteme karşı manevralar geliştirirken diğer yandan da sınavlarını vererek avukatlık mesleğini icra etmeye başlamış ve Oliver Tambo ile ortak “Mandela ve Tambo” isminde bir büro açmıştır. Mandela o günleri hatırlarken şunları söylemektedir: “Ülkedeki tek siyah avukatlar biz değildik ama tek avukatlık bürosu bizdik… Afrikalılar için Mandela ve Tambo’nun ne anlama geldiğini kısa sürede anladım. Orası Afrikalıların gelip kendilerini canı gönülden dinleyen birini bulacakları, terslenmeyecekleri, aldatılmayacakları, kendilerinden birinin onları temsil edeceği bir yerdi. İlk başında avukat olmamın nedeni buydu. Yaptığım işler sık sık doğru kararı verdiğimi hissetmemi sağladı.”



Apartheid’in mimarları kısa bir süre içinde bir dizi yasa çıkartarak sosyal hayatı yeniden programlamaya başlamışlardır. Bu yasalar arasında “Yerleşim Yasası” olarak bilineni halkı renklerine göre toplu yaşamaya zorlarken, ”Bantu Eğitim Yasası” beyaz olmayanları yüksek eğitimden mahrum bırakmıştır. 50’lerin başında. Mandela, hükümet tarafından siyahlara dayatılan bu yasalara karşı direnişte önemli bir rol oynamıştır. “Asihambi!” (Gitmiyoruz!) ve “Sophiatown likhaya lam asihambi!” (Sophiatown evimiz; taşınmıyoruz!) sloganlarıyla ünlenen binlerce kişinin katıldığı yürüyüşler organize edilmiştir. Mandela ayrıca 1955 yılında ANC tarafından hazırlanan “Özgürlük Bildirisi”nin hazırlanmasında da önemli paya sahiptir.



Hükümet tarafından istenmeyen adam ilan edilen ANC liderleri 50’ler boyunca yasaklamalar ve tutuklamalara maruz kalmışlardır. Çeşitli yıldırma politikaları hükümet tarafından sistemli uygulanmıştır.



5 Aralık 1956 sabahı Mandela evinin kapısının hızlı hızlı vurulduğunu işiterek uyanır. Kapıyı açtığında karşısında ellerinde tutuklama emriyle bekleyen polisleri görür. Bu Mandela için 27 yıllık tutukluluk halinin başlangıcıdır. Hükümet, Mandela’yı vatana ihanetle suçlamaktadır. Mandela’nın o sabahla ilgili yorumu şöyledir: “İnsan doğru olanı yaptığına inansa bile çocuklarının gözü önünde tutuklanması hoş değil. Çocuklar durumun karmaşıklığından habersiz. Onlar basit şekilde babalarının beyazlar tarafından açıklama yapılamadan alınıp götürüldüğünü gördüler.”



Mandela o sabah kodese tıkıldığında yalnız olmadığını görür. Hükümet ANC liderlerine karşı bir temizliğe girişmiş ve partinin tüm önde gelenlerini vatana ihanet suçundan içeri almıştır. “Vatana ihanet davası” olarak ünlenen duruşmalar 1961 yılına kadar sürmüş ve sonunda Mandela ve arkadaşlarının serbest bırakılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu beş yıllık dönemde, Mandela ve arkadaşlarının yürüttüğü özgürlük mücadelesi büyük önem kazanmış ve büyük bir halk desteği bu mücadelenin gerisinde odaklanmıştır. Mandela siyah halk için önemli bir lider konumuna yükselmiştir.



Şiddet ve baskı uygulayan bir rejime karşı Gandhi felsefesiyle mücadele edilemeyeceğini karar veren Mandela, partisine silahlı bir yeraltı örgütünün kurulmasını önermiştir. Uzun tartışmalardan sonra parti ileri gelenleri ikiye bölünmüş ama çoğunluğun desteğiyle Umkhonto we Sizwe kurulmuştur. ANC’nin silahlı yeraltı faaliyetleri yürüten kolu olarak bilinen örgütün tüm kuruluş aşamalarını Mandela üstlenmiş ve yasadışı yollardan diğer Afrika ülkelerine ziyaretlerde bulunmuştur. İlk defa Güney Afrika dışına çıkan Mandela, dışarıda bu örgüt için maddi yardım toplamış ve ayrıca silahlı eğitim almıştır. Umkhonto we Sizwe, sivil halkı hedef almayan ama hükümetin başını ağrıtacak türden sabotajlar planlayarak elektrik santralleri gibi yerlere bombalı saldırılar düzenlemiştir. ANC’ye katılan gençler örgüt bünyesinde askeri eğitim almaları için komşu ülkelere gönderilmiştir. Bu dönem Mandela’nın kılıktan kılığa girdiği, karısını ve çocuklarını çok nadir gördüğü, herkesten saklandığı bir dönem olmuştur.



1962`nin ortalarinda hükümetin yoğun çalışması sonucu Mandela, Rivonia’da bir arkadaşının evinde yakalanmış ve tutuklanmıştır. ANC’nin üst düzey yöneticileri Umkhonto we Sizwe’nin örgütlediği sabotajlar dolayısıyla suçlanmış ve tutuklanmıştır. ANC üst düzey yöneticilerinin yargılandığı “Rivonia Davası” olarak bilinen duruşmada Mandela sabotaj ve kamu mallarına zarar vermekten suçlanarak beş yıla mahkum edilmiş daha sonra bu ceza ömür boyu hapse çevrilmiştir. Mandela ve arkadaşları Cape Town şehri açıklarında bulunan Robben Adası’ndaki hapishaneye gönderilmiştir. ANC üst düzey yöneticilerinin ağır hapishane ortamında beraber kaldığı bu yıllar hakkında en kapsamlı bilgilere yine Mandela’nın biyografisinde rastlıyoruz. Mandela, kitabında ne tür sıkıntılar içinde özgürlük mücadelesini yürüttüklerini uzun uzun anlatmakta. Ömür boyu hapse çarptırılmış bir grup insanın hapiste bile amaçlarından vazgeçmeden kendilerini geliştirmeyi ve özgürlük mücadelesine katkıda bulunmayı amaçlamaları oldukça çarpıcıdır. Mandela ve arkadaşları dünyadan soyutlanmış bir hapishaneyi minik bir akademiye dönüştürmüşlerdir. Bildiklerini birbirlerine anlatan bu insanlar kireç taşı kırarken felsefe, tarih ve politika çalışmışlardır.



Robben Adası’ndaki uzun yılların sonrasında Mandela, 1984 Nisan’ında Cape Town’daki Pollsmoor Hapishanesi’ne transfer edilmiştir. Aralık 1988’de de Paarl kasabası yakınlarında bulunan Victor Verster Hapishanesi’ne nakliye edilmiştir. Bu yıllarda Mandela Apartheid rejiminin koruyucuları ile masaya oturmaya başlamış ve herkesin eşit hakka sahip olduğu demokratik bir ortamda seçimlerin yapılmasını talep etmiştir. Hükümet şiddet içeren suçların durdurulması karşılığında Mandela’ya özgürlük vaadinde bulunmuş, o ise bu şartı “Mahkumlar anlaşma yapamaz; sadece özgür birey yapabilir.” diyerek şartlı tahliye teklifini reddetmiştir. Uzun yıllar süren görüşmeler sonunda Mandela 1990 Şubat’ında 71 yaşında iken şartsız olarak serbest bırakılmış ve eşi Winnie ile yıllardır kahramanını bekleyen halkı selamlamıştır.



Mandela’nın hayatındaki önemli gelişmelerden biri de 1993 yılında dönemin siyasetçilerinden de Klerk ile ortaklaşa Nobel Barış Ödülü’nü almasıdır. Bir yıl sonra ise ülkenin ilk demokratik seçimleri yapılmış ve Mandela’nın partisi bu seçimde birinci parti olmuştur. Seçim sonrası Mandela, ülkenin ilk siyahi başkanı sıfatıyla ülkesinin başına geçmiştir. Bu görevi 1999’a kadar yürüterek apartheid gibi bir rejimden demokrasiye yumuşak geçişi sağlamıştır. Siyasetten emekli olmasının ardından kurduğu “Nelson Mandela Çocuk Vakfı” bünyesinde ülkenin önemli bir sorunu haline gelen AIDS ile mücadeleye başlamıştır. Halen bu görevi yürüten Mandela değişik ülkelerde konferans ve panellere katılarak ülkesinin sorunlarına çözüm aramaktadır.