Perşembe, Aralık 17, 2009

BATI DARFUR GEZİ NOTLARI

BATI DARFUR El-CENİNE GEZİ NOTLARI (Aralık 2009)
Yazan: Serhat ORAKÇI

Batı Darfur’un başkenti El-Cenine Sudan’ın bittiği yer sayılır. Çünkü bu kent Sudan-Çat sınırında uçta bir yerleşim merkezi. Şehir merkezinden bir kaç saatlik yolculukla Çat’a gidilebiliyor. Hatta çarşıda sırf bu iş için taksiler bulunmakta. Gün boyu sınıra yolcu taşıyan bu taksilerin fiyatı 5 Cüneyh yani 2 dolar. El-Cenine şehri aslında sakin bir kasabayı andırıyor. Çarşısı merkez ve bu merkezin etrafında evler ve resmi binalar bulunmakta. Şehrin hemen yanı başında kurumuş bir nehir yatağı var. El-Cenine’yi katadeden yatak Çat’a uzanıyor. Yağmurlu mevsimlerde nehrin aktığını görmek mümkün ama ben altı ay arayla yaptığım iki gezide de sadece kuru halini görebildim.



2003-2004 yıllarında Darfur’da çatışmaların artmasıyla şehir yüzbinlerce mülteciye sığınak olmuş. Şehrin çevresinde onlarca mülteci kampı bulunmakta. Bunlardan bir kaç tanesi oldukça büyük kamplar. Bunlardan bazılarının isimleri şöyle: Kirinding kampı, Riyad kampı, Ebuzer ve Huccac kampları. Tüm bu kamplarda çatışmalarda köylerini terketmiş insanlar yaşamakta. Kaçtıkları yerlerde güvenlik olmadığı için bu kampları terketmek istemeyen bu insanların yaşamı dışardan gelen yardımlara bağlı. Ama gene de ufak bir toprağı ekip biçmeye çalışan, koyun sağan, satıcılık yapan insanları görmek mümkün. Sağlık ve hijyen şartlarının ortalamanın çok çok altında olduğu bu kamplarda sağlık hizmetleri gönüllü yardım kurumlarının kurduğu ufak sağlık merkezlerinde sağlanıyor. Şehir merkezinde bulunan hastanelerin imkanları kısıtlı olduğu için ciddi operasyonlar için hastaların mutlaka Niyala ya da Hartum’a gitmesi gerekiyor. El-Cenine’den hartuma çitf yönlü uçuşlar 350-400 dolara tekabül ediyor. Maddi durumu el vermeyenlerin bu yoılculuğu yapması elbette ki imkansız.



Mayıs 2009’daki ilk ziyaretimden bu yana şehirde pek birşey değişmemiş. Geceleri patlamaya başlayan silah seslerinin ritmi bile aynı. Kurban bayramı olması nedeniyle şehir merkezi sakin. Dükkanlar ve seyyar satıcı tezgahları kapalı. Devlet daireleri de bayram boyunca kapalı. Hatta havalimanı bile çalışmıyor. Arife günü bizi getiren uçak bayram bitimine kadar hareket etmeyecekmiş öğrendiğime göre.



Bayram ın bu kadar sönük geçtiği bir yer görmedim hayatımda. Kurban kesildiğini dahi pek az gördüm. Üç-dört evin önünde toplaşan insanlarda olmasa bayram olduğunu anlamak çok güç. Bayram namazı neredeyse 10’a doğru kılınıyor. Öğlen namazı da 3’e yakın... İnsanlar bayram namazına beyazlar içinde geliyor. Büyük bir meydanı mescit haline getirerek bayram namazını kılıyorlar. Namaz bitiminde herkes yanındakinin elini sıkarak bayramlaşıyor.

Kasım ayının sonu olması nedeniyle havalar umduğumdan daha soğuk. Özellikle sabah 6 gibi buz gibi oluyor hava. Öğleye doğru tekrar ısınıyor. Akşamları gene soğumaya başlıyor. Tam bir çöl iklimi hakim.

Suya ulaşım kısıtlı olduğu için su taşıyan eşşekleri şehrin her yerinde görmek mümkün. Su taşıma işini de çocuklar üstlenmiş. Bir eşşek yükü su 2 cüneyh ediyor. Eşşeklerin sırlarında sağlı sollu tulumlar var. Bu tulumlar özel bir deriden yapılıyor ve öğrendiğime göre eşşeğin fiyatından daha pahalı. Evlerin bahçelerinde su varilleri mevcut. Eşşeklerle eve getirilen su bu varillere transfer ediliyor. Daha sonra ev-içi kullanımı ve banyo tuvalet kullanımı için farklı kaplara aktarılıyor. Bu eşşeklerin özel bir sistemleri var. Suyun ağırlığının eşşeğin dengesini bozmaması için su tulumları sağlı sollu azar azar boşaltılıyor. Bu şekilde sağ ve sol her zaman dengede kalabiliyor. Su satıcıları bu işte ustalaştığı için suyu hızla transfer edebiliyor.



El-Cenine’nin sıcak iklimi tarım için elverişli. Şehirde mandalina, portakal, limon ve mango ağaçları görmek mümkün. Buna karşın tarım üretimi yok denecek kadar az. Gerek teknik bilgi eksikliği gerekse bölgede yaşanan siyasi istikrarsızlık ve çatışmalar tarım üretimini ve sanayi üretimini geliştirmeyi imkansızlaştırmış. Yoğun bir nüfus barınmasına rağmen şehirde tek bir fabrika bulunmamakta. Tüm ihtiyaçlar Hartum’dan kamyonlarla temin edilmekte. Son yaşanan gelişmelerden belki de en olumlu olanı Hartum-El Cenine arasındaki ulaşımın eskiye nazaran geliştirilmesi. Daha önceden bir kamyonun bu güzargahta Hartum’dan Cenine’ye varması 20-30 gün sürereken şimdilerde bunun neredeyse 10-12 güne düşmüş olması. Şehre ayrıca Çat sınırından da malzeme girmekte. Bu sayede Hartum’da göremeyeceğiniz bazı ürünleri Cenine pazarlarında görmek mümkün. Şehirdeki başka bir ilginçlik de petrol istasyonunun olmaması. Benzinin de seyyar satıcılardan alınıyor olması.

Şehir merkezinde bulunan tahıl pazarı hareketli yerlerden biri. Bu pazarın ilginçliği ise Amerika’dan hibe gelen un ve şeker çuvallarının satılıyor olması. Üzerlerinde USAID yazılı bu amerikan bayraklı çuvallar tahıl satıcılarının depolarından halka satılmakta. Buna benzer daha başka bir üründe USAID ambalajlı yağ kutuları. Bunlarda hemen hemen tüm pazarlarda satılmakta. Zamanında hibe edilen bu gıda maddelerinin nasıl ticari meta haline dönüşerek pazarlarda alıcıya çıktığını bilemiyorum ama bu bile ayrı bir sektör haline şimdiden dönüşmüş.


El-Cenine Darfur çatışmalarından en çok etkilenen merkezlerden biri. İnsani yardım kurumlarına bölgede çok ihtiyaç var. Eğitim ve sağlık hizmetlerinin geliştitilmesi için özel çaba gerekli. Avrupa’dan bazı yardım kurumları bulunsa da bunların sayıları oldukça az. En çok dikkat çeken kurumların başında Unicef ve Dünya Gıda Örgütü geliyor. Maalesef Türkiye’den hiçbir kurum burada faaliyette değil. Bu yüzden İHH İnsani Yardım Vakfı adına bu kurban bayramında özellikle seçtiğimiz bir yer burası. Türk insanın Darfur halkını unutmadığını bu coğrafyaya kayıtsız kalmadığını göstermek istiyoruz. İleri ki dönemlerde daha farklı projelerle bu bölgeye gelmeyi bölgede barış gelmesine katkıda bulunacak çalışmalar yapmayı kendi adımıza umut ediyoruz.

Cumartesi, Ağustos 29, 2009

DARFUR - NİYALA İZLENİMLERİ

Darfur - Niyala Gezi Notları (Ağustos 2009)

Yazan: Serhat ORAKÇI

Bugüne kadar Sudan’ın büyük bölümünü gezip görme şansım olsa da özellikle Darfur sorunu nedeniyle ismini sıkça duyduğum Niyala’ya yolum henüz düşmemişti. Ramazanın başlamasına üç gün kala Güney Darfur’un başkenti Niyala için yol göründü. Çalışmakta olduğum IHH İnsani Yardım Vakfının bölgede yaptığı bazı faaliyetlere katılmam gerekiyordu. Çok fazla hazırlık yapma şansım olmadı. Bölge hakkında önceden duyduklarım ve okuduklarımla yetinecektim bu sefer.

Darfur için gereken özel izinleri İnsani Yardım Bakanlığından çıkarttıktan sonra uçak ile iki saate yakın bir yolculuk yaptık. Sorunsuz bir uçuşun ardından uçağımız Niyala’ya indi. Uçak fiyatları yoğunluğa göre dönem dönem değişmekte ve birkaç değişik firma Hartum’dan buraya uçmakta. Gidiş-dönüş bileti yaklaşık olarak 700-850 Sudan Cüneyhi tutuyor. Bu da yaklaşık olarak 350-400 dolar yapmakta.


Zahmetsiz bir yolculuğun ardından mütavazi bir havalimanına indik. Şimdiye kadar ziyaret ettiğim diğer şehrilere kıyasla Niyala havalimanı oldukça büyük geldi gözüme. Daha önce gördüğüm yerlerde valizler elle ya da arabalarla taşınırken burada en azından dönen bant vardı. Bu da bir nebze olsun buranın büyüklüğüne işaretti. Yabancılara uygulanan özel arama ve taramarı müteakip havalimanından şehre doğru yola koyulduk.


Havalimanı ile şehir arasında arabayla takriben 15 dakikalık asfalt bir yol var. Bu yolda ilerlerken ufak tepeler ve tek tük ağaç dışında pek birşey görülmüyor. Bazı yerlerde bitki örtüsü oldukça yeşil. Bu yolda oldukça geniş ama kurumuş bir nehir yatağı hemen göze çarpıyor. Yağmurun bollaştığı dönemde yağmur suları bu nehre hayat veriyormuş. Ama biz sadece kuru halini görebildik. Çocukların oyun sahası gibi içinde koşuşturdukları bu yerde yetişkinler elleriyle nehir zeminini eşeleyerek su aramaktaydı. On ikinci enlemde bulunan Niyala Sudan’ın başkenti Hartum ile kıyaslandığında daha ılıman ve tümüyle çöl değil. Şehrin etrafında yer yer korular mevcut.

Niyala şehir merkezi oldukça hareketli. Çarşı merkezi insan seli adeta. Burada istenilen hemen hemen herşeyi bulmak mümkün. Pazar Çin mallarının istilası altında. Fiyatlar oldukça yüksek. İhtiyaçlar Hartum’dan kamyonlarla gelmekte. Haftada 40-50 kamyonun Hartum’dan mal getirip boşalttığını öğrendik. Şehir dışına doğru tek tük fabrikaları görmek mümkün. Hatta havalimanı yolu üzerinde büyük bir otel inşası hemen göze çarpmaka. Herşeye rağmen şehirde ufak tefek kıpırdanma imareleri var.

Niyala nufüs yoğunluğu bakımından da oldukça kalabalık. Darfur’daki en büyük yerleşim merkezi burası. Başkent Hartumdan sonra en çok nüfusun yaşadığı yer. Tüm Sudan’ın ikinci ya da üçüncü büyük yerleşim birimi. İklim Hartum’a göre daha yumuşak. Sıcaklık çok şiddetli değil. Ağustos olmasına rağmen dışarda yürünebiliyor. En önemli toplumsal sorunlardan biri su sıkıntısı. Şehirde su kaynakları yetersiz. Şehre her daim su sağlayacak bir kaynak yok. Herhangi bir göl yatağı ya da baraj olmadığından su yeraltından çıkartılmakta. Tarım alanları oldukça geniş ve verimli ama su tarım için hayati önem taşıyor. Hali hazırdaki tarımsal ekip-biçme yöntemleri çok çok yetersiz. Sadece ekip biçenin karnını doyuruyor. Önemli bir diğer sorun da elektrik kesintileri. Sudan’ın diğer şehirlerinde yapılan uygulama burada da karşımıza çıkıyor. Şehir elektriği rutin olarak belli saatlerde kesiliyor.


Şehirde en çok dikkat çeken şey sivil toplum kuruluşlarının tabelaları, arabaları, bayrakları. Darfur sorunu nedeniyle bölgede çalışan çok sayıda insani yardım kurumu bulunmakta. Bunların bazıları devlet başkanı Ömer el-Beşir davasına kanıt sağladıkları gerekçesiyle geçtiğimiz aylarda sınır dışı edilmişti. Geride kalan kurumlar çalışmalarına devam etmekte. Türkiye’yi temsil eden dört kurum var: IHH, TİKA, Kızılay ve Kimse Yok mu? derneği. Bu dört kurum da yaptıkları çalışmalar ile Türkiye’nin bölgedeki imajına büyük katkı sağlamakta. Çok sayıda kurum faaliyet gösterse de bölgenin ihtiyaçları sıralamakla bitmez. Sivil Toplum Kuruluşlarına bölgede çok iş düşüyor. Dikkat çeken başka birşey ise resmi devlet dairelerinin önlerine mevzilenmiş ağır silahlı araçlar ve askerler. Her kurumun önünde bu askerleri görmek mümkün. Hatta ağır makineli tüfekli askerlere çarşı pazarda bile rastalamak mümkün. İsmi sık sık Darfur Krizi ile anılan Cancavit’ler ise pek ortalıkta görünmüyor. Ancak şehir dışına çıkıldığında ratlamak mümkün.

Ziyaretimiz esnasında gezdiğimiz bazı okullarda öğrencilerin ve sınıfların içler acısı durumuna şahit olduk. Çoğunlukla masa, sıra, defter, kalem olmadan eğitim yapılıyor. Bazı okullarda sınıf bile yok. Bahçeye bir ağaç dibine koyulan hasırlar ve karatahtayı andıran dört köşe bir levha sınıf olarak kullanılıyor. Eğitim daha çok ezbere dayalı. Matematik ve fen bilimleri çok zayıf. Coğrafya derslerinde kullanılan haritalar elle işlenerek yapılmış. Bu okullarda harita dağıtmak, masa, sıra bağışlamak bile oldukça önemli. Çocukların çoğunluğu yetersiz beslendiği aşikar. Okullarda birde su sıkıntısı var. IHH İnsani Yardım Vakfı’nın başlattığı her okula bir su kuyusu projesi gerçekten yerinde bir çalışma. En azından çocukların su ihtiyacı giderilmekte böylelikle. Öğrenciler arasında türlü türlü hastalık baş göstermiş. Hastane imkanları kısıtlı olduğundan çocuklar kaderlerine terk edilmiş. Bazı okullarda sağdan soldan bulunan çadırlarla sınıf oluşturulurken bazı yerlerde saz ve ağaç direklerden sınıf oluşturulmuş. Bu şartşarda sağlıklı bir eğitim olması zaten bir mücize. Öğretmenler her ne kadar ümitvari konuşsalarda onlarda iki ara bir derede kalmış. 10-15 m²’lik sınıflarda 100’ün üzerinde öğrenci eğitim görüyor. Dört öğrencinin ders gördüğü bir okulda topu topu 10 öğretmen var.

Kuran eğitimi verilen okulların durumu da farklı değil. Çocuklar hafızlık eğitimlerini el yazması tahta levhalarla yapıyor. Farklı surelerin yazılı olduğu levhalar elden ele geçirilerek ezberleniyor. El yazması olduğundan hata çok fazla. Okumayı bırakın okumaya çalışmak bile imkansız neredeyse. Tahta levhalar oldukça ağır. O levhayı taşımak bile on iki on üç yaşındaki çocuklar için büyük iş. O ağırlıkla bir de saatlerce okuyup ezber yapmak gıpta edilesi bir iş. O çocuklar boylarından büyük işe kalkışmış. Allah yardımcıları olsun inşallah. Bu okullarda dağıttığımız matbu Kuran nüshalarını eline alan çocukların heyecanı görmelmeye değerdi. Sanki omuzlarından büyük bir yük inmiş gibiydi. Sayfaları özenle çevirişleri görülesiydi.

Niyala’da şehrini saran tepelerin eteklerinde dışardan göç etmiş göçmenler yaşamakta. Bunların sayısı oldukça fazla. Resmi rakamlar ve Birleşmiş Milletlerin verdiği rakamlar arasında büyük farklar var. Buradaki insanlar Darfur sorunun gerçek madurları. Evlerini, köylerini terkederek buraya sığınmışlar. Ellerine geçen bez, çaput ve sopalardan ev yapmışlar. Binlercesi bir arada böyle yaşamakta. Sağlık koşulları ytersiz. Çocuklar için okul yok. Su kaynağı yok. Binlrce insan sadece dışarıdan gelecek yardımlara bağlı yaşıyor. UNICEF ve Dünya Gıda Örgütü (WFP) tarafından dağıtılan erzak ile yaşamlarını sürdürüyorlar. Sebep ne olursa olsun sayı ne olursa burada yaşayan insanlar çaresizliğe terkedilmişler. Büyük bir insanlık trajedisi yaşanmakta. Küçücük çocukların bir biskuvi için kavgaya tutuştuğu; dağılan ufak parçaları topraktan ayıklayıp yediğini görmek insana utanç veriyor. Bu kamplarda herşey çok değerli. Boş bir plastik su şişesi bile değer kazanıyor. Bitti diye atılan bir şişenin içindeki bir damla su bile ziyan edilmiyor. Sudan Hükümeti bu kamplarda kalıcı bina yapılmasına izin vermiyor. Burada yaşayanların köylerine geri gitmesini isityor ama güvenlik sağlanmadıkça kimsenin gitmeye niyeti yok. Hem siyasetçiler için hem de bölge sakinleri için büyük bir açmaz var ortada. Otash, Mosey, Kalma Niyala’yı çevreleyen kamplardan sadece birkaçı. Bazı kamplarda nüfuz oldukça yoğun on binlerin üzerinde. Bir kamp neredeyse Türkiye’de orta ölçekli bir ilçenin nüfusunu barındırıyor. Bu kamplarda güvenlik Birleşmiş Milletler ve Afrika Birliği ortak misyonu UNAMIS askerleri tarafından sağlanıyor. Her göçmen kampının çevresinde konuşlandırılmış askeri birlikler bulunmakta.

Darfur’da insanların bu hale düşmesine sebep her ne olursa olsun ortada halledilmesi gereken büyük bir mesele var. Hem de acilen harekete geçilmesi gerekiyor. Petrol, altın, makam, mevki, toprak vs. uğruna verilen savaş her neyse yüzbinlerce insanın geleceğinden daha değerli olamaz. En temel insani hak ve özgürlüklerden mahrum bu insanlara en azından onurlu bir yaşam çok görülmemeli. Bizi bu hale getiren şeyler üzerine vicdanımızı tekrar sorgulamamız gerekiyor. Çılgınca tüketime itildiğimiz bir dünyada bir yudum suyu içerken bile durup düşünmeli! Darfur tüm dünya insanlarına özellikle de müslamanların omzuna ağır bir sorumluluk yüklüyor.



Pazar, Şubat 15, 2009

How Mohair Industry and Tobacco Industry Developed in South Africa

How Mohair Industry and Tobacco Industry Developed in South Africa?*
Written by Serhat ORAKÇI



In 1838, Colonel John Henderson, a former British officer, imported the first Angora goats via India from the Ottoman Empire to the Cape. However, the goats were found infertile because the Turks did not want the breed to spread beyond the country. Luckily, one ewe gave birth to a ram kid during the voyage to the Colony and it was from these two that the first original Angora flocks in the Cape Colony were bred. “When Colonel John Henderson imported the first Angora goats to South Africa from Turkey in 1938 he planted a seed, the fruits of which he could not have foreseen.”1


The city of Angora (Ankara), now the capital of Turkey strongly resembles the up-country Karoo district of South Africa, in terms of geographical configuration, pasture, and climate. Not only the height above sea is similar, but also the hills and mountains especially around Somerset East and Cradock are densely filled with forest. In like manner, the similarity is borne out in the characteristics of abundant veldt, made up of dust, stones, and small dry scrub, of vast treeless flats dry as bone, and alluvial deposits descended from the hills.2 In addition to the abovementioned similarities between the natural home of the Angora and their new habitat in South Africa, the energy and the care of South African breeders paved the way for rapid growth of the Mohair industry in the Colony in the 19th century.


The fertile ram kid adapted to the climate and vegetation of the Eastern Cape well. He grew up and afterwards was mated successfully to selected ewes. The original ram had a long life and through careful selection several flocks were raised throughout the Colony. A single ram and ewe could not have any significant influence to the development of an industry if the second importation of Angora goats did not follow at least 15 years after the first one. Attempts were made by the Swellandam Agricultural Society to import some Angora goats from the Ottoman state as early as 1852.3 The society secretary F. W. Reitz asked for Government assistance in obtaining more Angora goats from the Ottoman state. It was difficult at that time to obtain any Angora goats from the Ottomans because the sultan placed an embargo on all Angora exports for a long time because Turkish adversity to the spreading of the breed beyond the country. Downing Street enlisted the cooperation of the British Ambassador to Istanbul who authorised the sale of an unlimited number of animals at 85 to 90 piastres4 for ewes and 150 to 200 piastres for rams. Therefore, the door for the importation of this attractive but little-known commodity was opened. During the second half of 19th century, Angora importation into the Colony continued. The British consular officials in Turkey played an important role in these imports. Agents from South Africa were sent to Turkey for better selection.5


The young Angora industry established international trade links within a short time. The first shipment of mohair left the Cape Colony for Britain in 1857 and in 1865 the first Angora goats were exported to Argentina. Angora shows also became commonplace in the Colony. In Port Elizabeth mohair exports comprised 97% of the total exports of the city in 1865; 94% in 1866 and 83% in 1876.6


By 1878 there were already more than 30 different purchasing houses for mohair in Port Elizabeth alone and 97,5% of the mohair was exported through Port Elizabeth, 2,2% through Cape Town, 1,9% through Port Alfred and 0,2% through Mossel Bay to different countries, especially Britain. During the 1880`s the number of Angora goats had risen substantial in the Colony thanks to further importation and cross-breeding programme. It was reported that there was two and a quarter million Angora goats in the Cape Colony in 1880.7 The period between 1882 and 1899 was expansion years for the mohair industry. By the year 1882 American and British authorities regarded South Africa’s mohair as equal to Turkey’s finest fleeces. The Zwarte Ruggens Farmers` Association (ZRFA) was formed to represent the interests of wool and mohair producers in 1883. In this period developments in the Cape mohair industry and an embargo on Turkish goat exports encouraged American interest in the importation of Angora goats from South Africa. In April 1894 the Angora Goat Breeders` Association was established. During this time the breeders of the Cape recognised the need for new, improved blood. The Cape Government allocated a sum of money for the private importation of Angoras by the Premier, Cecil John Rhodes. With the visit of Rhodes to the Ottoman Empire a concession was obtained from the sultan for the export of Angoras in 1895. By 1899, the quality of the Cape clip had surpassed Turkey. It had also grown to 56,3% of the total world production with Turkey producing 40,5%, 3,2% America and a very small quantity in Australia.8 It should be emphasised that mohair was an important export commodity for the Ottoman Empire. In 1899 mohair’s share in the Empire’s total exports was 6.7% with a value of 1,037,948 lira. However, after 1899 was a massive declining period for the Ottoman mohair industry. The Empire lost its monopoly on Angora giats and mohair industry.9 Owing to the superior intelligence and scientific methods of Cape breeders, the South African mohair industry turned from Cinderella to princess eventually.


Today, South African mohair is the purest and finest in the world. For the past few years, China has been the most important single destination for South African mohair. It was from a humble beginning that South Africa has become leadering country by producing 61% of the total world production of mohair at present.10


The success of the South African mohair industry reveals or general characteristic of South African farmers behaviour, especially the 1820 settlers during the 19th century. As immigrants from European countries, then experimented different crops to cultivate and animals to breed the best suited to their new circumstances. South African grown Turkish tobacco developed a very similar with the Angora goat industry. As happened previously in the mohair industry, from a very small beginning growers and farmers in the Cape opened the doors to a large industry unknown to them.


South African Grown Turkish Tobacco


J. F. Theron, a farmer from the Tulbagh district, was the first person formally applied to the Agriculture Department for a loan and assistance to grow Turkish tobacco on his plantation in 1909. Later, the De Meillon brothers from Stellenbosch asked for financial support from the Department to the cultivate Turkish tobacco. According to the report of the Department, De Meillon brothers had already undertaken small experiments on their farm ‘Ban Hoek’ with Turkish tobacco and the results were excellent. In the same year, a tobacco expert from the Department, Mr. Stella, visited some farms in Stellenbosch to establish a ‘Tobacco Experimental Station.’11 In 1910, at the request of Malan, Minister for Agriculture for the Cape Colony, the Ottoman Ministry of Foreign Affairs sent samples of Turkish tobacco seeds to Cape Town. According to the report of Ludwig Wiener, Ottoman Consul-General to Cape Town, one package ‘Samsun’ and two packages ‘d’Isketche’ were received and a third sample ‘De Cavalla’ was promised to be sent in a short time. These samples were requested by the Tobacco Experts for experimental purposes.12


The Department of Agriculture had been giving its attention to Turkish tobacco for some time and encouraging farmers, especially in Stellenbosch, to cultivate Turkish tobacco. It can be understood from the letter of the Department that from a very small beginning the industry expanded in a short time. During 1910, the Turkish tobacco crop was already about 70,000 lbs, a great deal of which had been sold to local factories at the auction sale of the Chamber of Commerce at very satisfactory prices. In 1911, South African Turkish tobacco growers were already seeking overseas markets for their production and there were many other growers as well as farmers who desired to grow Turkish tobacco.13 In 1917, the production of South African grown Turkish tobacco reached 150,000 lbs. per year and the first samples were sent to England and America for export purposes.14


South Africa was not the only country that cultivated Turkish tobacco. Some other European countries also used the Turkish seeds for cultivation. However, neither the importation of Angora goat nor the planting of Turkish tobacco seeds supports any regular and mutually based economic relation between the Ottoman Empire and South Africa at that time. In a very different nature, the Ottomans succeeded to establish some originated religious and political ties with the South African Muslim minority. The connection between the Ottomans and South African Muslim population commenced in 1862 with an alim (scholar), Abu Bakr Effendi, to teach and guide the Cape Muslim community.


Footnotes

*The article was compiled from MA dissertation 'A Historical Analysis of The Emerging Links Between The Ottoman Empire and South Africa Between 1861-1923' by Serhat Orakçı

1 D.S. Uys: Cinderella to Princes, The Mohair Board, Port Elizabeth, 1988, p. 3

2 Men of the Times, the Transvaal Publishing Company, Johannesburg, Cape Town & London, 1906, p. 137

3 Cape Town Archives, KAB GH Vol. 23/23 Ref. 41; see also GH Vol. 1/231 Ref. 6

4 Originally a dollar size silver coin, the piastre served as the major unit of currency of French Indochina (Present-day Vietnam, Cambodia, and Laos), and Ottoman Turkey. The kuruş, the subvision of the Turkish Lira, is commonly known as the piastre. 100 kuruş; equal 1 Lira.

5 Uys, P. 5-6

6 Ibid., p. 11-12

7 Ibid., p. 21-22

8 Ibid., p. 23-34

9 H.A. Erdem: Bir Başarı Öyküsü; Güney Afrika`da Tiftik Üretimi, Dış Ticaret Dergisi, Iss.: 13, April 1999. See online version: http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/nisan99/gafrika.htm, (accessed 1 February 2006)

10 J.L. Rtief: Presidential Report, The Angora Goat and Mohair Journal, SA Mohair Growers’ Association, September 2005, p. 39 See online version of the journal, http://www.mohair.co.za/home/journal.asp?cat=samohair&id=18, (accessed 15 February 2006)

11 National Archives of South Africa, TAB TAD Vol. 1005 Ref. N780/2

12 National Archives of South Africa, TAB TAD Vol. 1007 Ref. N784 13 TAB TAD Vol. 1008 Ref. N829 14 SAB IMI Vol. 3 Ref. I5/5

Cuma, Şubat 13, 2009

Travel Notes from South Sudan-1

South Sudan Travel Notes
January 2009
Written by Serhat ORAKÇI

In the morning people greet each other saying ‘Woro’ that means Good morning. The sun rises smoothly inside Jur River and leaves reddish light on the surface of water. It flows gently. The day starts in the small town. People pour out of the way. The bridge over the river meets with motorcycles, bicycles, pedestrians from different direction.

The town Wau is a home for three major ethnic tribes settled in Western Bahr El-Gazal State of Sudan. The tribes are Dinka, Luo and Fertit. Ordinary Dinka people are usually thin and tall. They walk with long sticks. Although they speak their tribal language besides Arabic and English, most of them do not know Arabic and English well.

Wau has very productive land for agriculture. However, activities on the soil are very poor. The area has six months rainy season from April to October. Rest of the year is hot and dry. While avarage rate for rainfall is 50m³ in the Northern Sudan, this rate increases to 1.500m³ in the South Sudan.

Lunch time people greet one another saying ‘Lotto’. Despite the temperature increases up, city market is quite crowded. Traders wait for customer and display their best product. 4x4 jeeps belonged to UN pass inside the market leaving a huge dust cluster behind. People move in the dust like ghosts. Since the petrol is five times more expensive compared to capial Khartoum, Wau settlers use bicycle and motorcycle for transportation. Most of the commodities in the market come from outside world. There is almost no production in the town. Therefore, everything is more expensive than expected except tropical mango.

The town has a big amount of mango source which grew spontaneously all over the town. Nobody even dare to sell or to collect them. During the harvest season, amount of mango is unimaginable. Because transportation facilities are rare from Wau to Khartoum, all mangos get rotten on trees. Trucks go to Khartoum not less than in a week. Air transportation is so expensive nearly reach to international rates.Return flight ticket from Wau to Khartoum costs approximately 500 USD. Usually small aircrafts carry the passengers. Although there is daily flights according to schedule, there is always possibility of posponement or cancellation.

Cumartesi, Ocak 31, 2009

Güney Sudan Gezi Notları

Woro Loto Taga
Güney Sudan - Wau Gezi Notları

Yazan: Serhat ORAKÇI
Ocak 2009


İnsanlar birbirlerini böyle selamlıyor bu kentte. Sabah güneşinin Jur nehrinden yükselmesiyle gün başlıyor. Erkenden yollara dökülen insanlar Woro yani ‘Günaydın’ diyor birbirlerine. Nehrin üzerindeki köprüde motorsikletler, bisikletler ve yaya insanlar beliriyor. Güneş usulca yükselirken kızılımsı bir renk bırakıyor nehirde.



Orta Afrika Cumhuriyeti ile komşu olan Wau etnik olarak üç dört büyük kabilenin toplandığı bir bölge. Bu kabilelerden en büyükleri Dinka, Fertit ve Luo. Dinka insanları ince ve uzun boylular. Yaşlılarının ellerinde boylarıyla orantılı sopalar var. Bunları asa ya da baston niyetine taşıyorlar. Kabilelerine has bir dil konuşuyorlar. Geçim kaynakları başlıca hayvancılık. Çok verimli bir arazi olmasına rağmen Wau’da tarım çok yetersiz. Jur nehrinin suladığı araziler Nisan-Ekim döneminde yağmurla yıkanıyor. Bölge yüksek oranda yağış alıyor. Sudan’ın küzey bölgeleri yılda ortalama 50 m³ iken bu oran Güney Sudan’da 1500 m³’e kadar çıkıyor. Küzey’in çölleri burada yerini yeşil ormanlara bırakıyor.



Öğlen vaktinde insanlar ‘Loto’ diyerek selamlaşıyor. Hava sıcaklığı sabah saatlerine göre daha da yükseliyor. Şehir pazarı sıcağa rağmen hareketli. Esnaflar tezgahlarını bekliyor. Halk öte beri alıyor. Tozlu yoldan Birleşmiş Milletlere ait resmi cipler geçiyor arkalarında toz bulutu bırakarak. Tozun içinde kaybolan insanlar hayaleti andırıyor uzaktan. Kullanılan araçların çoğunluğu 4x4 cipler. Halkın büyük kesimi bisiklet ve motorsiklet kullanıyor ulaşım için. Benzin başkent Hartum’a kıyasla beş kat daha pahalı. Üretimin olmadığı kentte herşey dışarıdan geliyor. Ve mango hariç herşey daha pahalı.



Wau şehri mango diyarı adeta. Şehrin dört bir yanında mango ağaçları kendiliğinden büyümüş. Kimse toplayıp satmaya bile tenezzül etmiyor. Hayal edilemeyecek miktarda mango ağaçı var bölgede. Güzelim mangolar mevsimi geldiğinde dallarında çürüyormuş. Hartum’a ulaşım imkanları kısıtlı olduğundan toplatılıp gönderilmiyormuş. Kamyonlar bir haftada gidebiliyormuş ancak. Uçakla ulaşım çok pahalı. Neredeyse uluslarası uçuş fiyatına. Hartum – Wau gidiş geliş yaklaşık 500 USD tutarında. Uçaklar 30 – 40 yolcu taşıyan küçük uçaklar. Haftanın hergünü sefer var ama bazı seferler iptal edilebiliyor. Bazen kargo uçakları gelip yük boşaltıyor. Eğer alanda yolcu varsa onları alıp gidiyor.



Wau’a gitmeden önce Hartum’dan çok farklı bir yer bulacağımı sanmıyordum. Ama gerek bitki örtüsü ile gerek iklimi ile ve gerekse kültürü ile çok farklı bir yer. Nüfusun bir bölümü hıristiyan bir bölümü müslüman ve kalan diğer kısmı ise animist. Wau’da camii ve medrese sayısı küzeye göre çok az. Ama klise sayısı küzeye göre çok fazla. Şehrin hemen merkezinde batılı kurumlarca yaptırılmış çok görkemli bir klise mevcut. Yokluk içerisindeki bir yerde böyle devasa bir klise görmek insanı şaşırtıyor.



Aslında yokluk içerisinde demek yanlış olur. Varlık içinde yokluk çeken bir şehir burası. Diğer Afrika ülkelerinde yaşanan bu tıkanma burada da göze çarpmakta. Akıp giden bir nehir sulama için müsaitken, canım mangolar dallarında çürürken, ekilebilir devasa toprak bomboş durur iken insanlar yalınayak ve perişanlık içinde.



Batı Bahr El-Gazal eyaletinin başkenti Wau’da İngiliz sömürü döneminden kalma çok büyük bir eğitim hastanesi mevcut. Ama bu hastanenin büyük bölümü atıl durumda. Sudan hükümeti kırsal bölgelere doktor göndermekte zorlanıyor. Eğitimli kesim başkentte işsiz durmayı kırsalda çalışmaya yeğliyor. Bu yüzden merkezin dışındaki kırsal bölgelerde hastaneler ve okullar büyük sıkıntı içinde. Yüz bini aşkın bir nüfusa rağmen Wau’daki doktor sayısı beşi geçmiyor. İnsanların tedavi için başkente gitme imkanları neredeyse yok gibi. Kaderine terkedilmiş bir topluluk adeta.



Sudan’da kuzeyden güneye ilerledikçe bitki örtüsü, iklim, kültür değişiminin yanında Afrika’nın en önemli sorunlarından AIDS’le yaşıyan insan oranında da değişme görülmekte. Kuzeyde AIDS oranı Afrika’nın geneline oranla daha düşük kalırken bu oran Güney Sudan’da çok ciddi bir sorun teşkil etmekte. AIDS’le mücadelede bilinçelendirme çabalarında rağmen somut ilerlemeler zaman alacağa benziyor. Bu süre zarfında Dünya Sağlık Örgütünün göndereceği ilaçları beklemek zorunda insanlar.



Wau şehri 2003’e kadar süren Sudan iç savaşından derinden etkilenmiş bir eyalet. Kuzey ile Güneyin amansız savaşında arada kalmış bir bölge. 2005’de kalıcı barış imzalanmasından ancak sonra sakinleşmiş şehir. Çok sayıda insanın hayatını kaybettiği ve göç ettiği iç savaş döneminde sosyal yaşam derin darbe almış. Wau eğitim hastanesinin bahçesi yaralı ve cesetlerle dolup taşarken üç yıl boyunca bir tek doktor bile uğramamış bölgeye. Elektiriğin gelmesi bile dört ay öncesine dayanıyor sadece.



Günbatımından sonra ‘Taga’ diyor insanlar. İyice karanlık basmadan sazlıklardan yapılmış evlerinin yolunu tutuyorlar. Aydınlatmadan yoksun sokaklar boşalıyor. Şehir kaderini andıran bir karanlığa gömülüyor. Şehir radyosundan günün gelişmeleri anons edilirken Jur nehri sessizce akmaya devam ediyor.

Cumartesi, Aralık 27, 2008

Afrika'da Açlık

Afrika'da Kronik Açlığın Temel Sebepleri

Yazan: Osman Atalay
Düşünce Gündem, Sayı: 47, 2008


Afrika, 1980’li yıllarda kıtada yaşanan büyük kuraklık ve buna bağlı sebeplerden kaynaklanan toplu ölümlerle dünya kamuoyunun gündeminde yer almaya başladı. Bu yıllardan sonra da dönem dönem -bazen yoğun bir şekilde- kıtadaki kuraklık, açlık, bulaşıcı hastalıklara bağlı ölümlerle ilgili yayınlanan istatistikler, dünya kamuoyunda düzenli olarak yer buluyor. Kıtaya dair yayınlanan bu istatistiki veriler ile buradaki insani durumun her yıl daha da kötüye giden bir grafik izlediğine tanıklık ediyoruz.

BM, Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar Afrika’ya yönelik yardım projelerini, programlarını ve Afrika’yı ıslah etme çalışmalarını ortalama üç ila dört yılda bir Afrika’da ya da Batı ülkelerinde düzenlenen konferanslarda dile getiriyorlar. Afrika’ya uzun yıllardır hem maddi hem de manevi, siyasi, kültürel ve ekonomik destekler verilmesine rağmen maalesef kıtada yaşanan sorunların çözümünde ilerleme sağlanamıyor. Kıtada kronikleşen açlık ve hastalıkların siyasi, ekonomik ve sağlık alanında yaşanan sıkıntıların bertaraf edilmesi konusunda ne yazık ki kayda değer bir iyileşme bir türlü sağlanamıyor.

Sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginlikleri, tarıma elverişli toprakları, tropikal iklimi ve çok büyük turizm potansiyeli düşünüldüğünde kıtadaki en temel sorunun, klişeleşmiş bir ifadeyle, sömürge devletleri ve onların yağmalama zihniyetleri olduğunu görüyoruz. Bugün Afrika’nın zengin maden yatakları güçlü Batılı şirketler tarafından işletiliyor ve elde edilen zenginlikten bölge insanı faydalanamıyor.

Diğer taraftan Afrika’da yaşanan tüm sorunların kaynağı olarak sömürge devletlerinin gösterilmesi, sorumluluklarını yerine getirmede başarısız olan bölge ülkelerinin idarecileri için bir kılıf görevi görüyor. Ülke kaynaklarını kullanmada başarısız olan ya da kendi çıkarlarını halkın çıkarlarının önünde gören idareciler, günah keçisi olarak Batılıları suçlamaktan geri durmuyorlar. Kıtada yaşanan insani problemlerin çözümü için herkesin üzerine düşen sorumluluğu alması gerekiyor. 1960’lı yıllarda Afrika ülkeleri kendi topraklarını ekiyor, kendi ihtiyaçlarını karşılayabildikleri gibi Avrupa’ya da gıda maddesi ihraç ediyorlardı.

Bugün aslında eğitim, uluslararası iletişim ve teknolojik imkanların çok kısıtlı olduğu ve küresel yapılanmanın tamamen dışında olan bir Afrika yok artık. Afrika, günümüzde Avrupa, Hindistan ve Amerika kıtası ile yakın ilişki içinde ve ülkeler arasında eski sömürge ilişkilerinden farklı bir yol izlenmekte. Ancak Afrika ülkeleri de küresel rüzgardan payını almakta, kapitalist sömürgeci sermaye, Afrika’nın çok yönlü potansiyelini dün olduğu gibi bugün de kullanmaya devam etmektedir.

Afrika halklarının kıtada yaşanan olumsuz koşullarla ilgili hiç mi günahı yok? Tabii ki asıl sorun Afrikalı devlet yöneticilerinin, Afrikalı akademisyenlerin, Afrikalı aydınların, eğitimini Afrika’nın dışında tamamlayan fakat ülkesine dönmeyen öğrencilerin, kabileci yönetim tarzı anlayışının… Yine, Afrika’nın kaynaklarının yabancı şirketlere satılması veya ortak işletilmesi, kıta halkının kendi kaynaklarını kullanamaması kıtada yaşanan açlığın ve yoksulluğun en temel sebeplerini oluşturmakta.

Yıllardır Dünya Bankası, IMF ve BM’den alınan yardımların yerli yerinde, programlı olarak kullanılmaması, sorunların kronikleşmesini beraberinde getirmiştir. Son yıllarda üst üste yapılan Afrika zirveleri Çin, Hindistan ve Türkiye’de Afrikalı üst düzey yöneticilerinin bir araya gelmeleri, daha ziyade ticari iş birliği kapsamında olmaktadır. Oysa bugün Afrika’daki asıl sorun hükümetlerde baş gösteren yolsuzluklardır. Bu yolsuzlukların önü alınmadığı takdirde Afrika’nın boğuştuğu temel sorunlar ne Dünya Bankası ne IMF ne de BM ve STK’lar tarafından sağlanan lokal yardımlar ile çözüme kavuşturulabilir. Afrikalı idarecilere ve onların kontrolüne bırakılan maddi desteklerin hiç biri, Afrika’nın problemlerini çözmeye muktedir değildir.

Afrika’nın yoksulluk ve geri kalmışlık kaderini ancak Afrika’nın kendi insanı değiştirebilir ama önce sorunların kaynağının doğru tespit edilmesi gerekiyor. Kıtada yaşanan yolsuzlukların temel sebebi, mevcut hükümetlerin yaklaşımları ve eğitim seviyesinin düşüklüğüdür. Kıtaya yardım götüren yabancı STK’ların yıllardır devam eden özverili çabalarının onda biri maalesef yerel idarecilerde görülmüyor.

Afrika'da Tarım Nasıl Yokediliyor?

Afrika'da Tarım Nasıl Yokediliyor?

Yazan: Prof. Dr. Walden Bello
Düşünce Gündem, Sayı: 45, 2008


Afrika’da tarımın bugün içinde bulunduğu durum, büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet eden, doktrinlere sıkı sıkıya bağlı ekonomi modellerinin koca bir kıtanın üretim gücünü nasıl yok ettiğini anlamak açısından örnek bir vaka.

Dünyadaki biyoyakıt üretimi, günümüzde yaşanan gıda krizinin şüphesiz başlıca sebeplerinden biri. Tarım ürünlerinin gıda ihtiyacını karşılamak için değil de biyoyakıt üretimi için ayrılması, son yıllarda yaşanan gıda fiyatlarının hızla yükselmesini tetikleyen nedenlerin başında geliyor. Ancak öncelikli sebep, kendi gıda ihtiyacını karşılayabilen ekonomilerin gıda ithaline bağımlı hale dönüşmelerinde yatıyor. Bu noktada Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) en önemli aktörler olarak öne çıkıyor.

Latin Amerika, Asya ya da Afrika’da hep benzer bir durum söz konusu. Dünya Ticaret Örgütü Tarım Antlaşması’nın bu bölgelerde serbest piyasa ekonomilerini altüst etmesinin ardından, ABD ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin devlet destekli tarım ürünleri, iç piyasaları işgal etti. IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal düzenleme programlarının yıkıcı etkileri de kırsal alanlarda yapılan devlet yatırımlarını işe yaramaz hale getirdi ve bu durumdan çiftçi üreticiler büyük zarar gördü.Afrika’da tarımın bugün içinde bulunduğu durum, büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet eden, doktrinlere sıkı sıkıya bağlı ekonomi modellerinin koca bir kıtanın üretim gücünü nasıl yok ettiğini anlamak açısından örnek bir vaka.

İhracattan ithalata 1960’larda, kolonilerin bağımsızlıklarını kazandıkları süreçte, Afrika ülkeleri sadece kendi gıda ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, 1966-70 yılları arasında yılda ortalama 1,3 milyon tona ulaşan ihracat rakamlarıyla da gıda ihracatı yapan ülkeler arasında yer alıyorlardı. Bugün ise Afrika kıtası, gıda ihtiyacının %25’ini ithal eder durumda. Son üç yılda Kuzeydoğu Afrika, Sahil, Orta ve Güney Afrika bölgelerinde görülen gıda krizlerine baktığımızda, açlık ve kıtlık sorununun tekrar gündeme oturduğunu görüyoruz.

Kıtada tarım alanında derin bir kriz yaşanıyor ve bu krizin iç savaşlar ve AIDS’in yayılması gibi pek çok önemli nedeni var. Ancak sorunun en önemli nedeni, birçok Afrika ülkesinde, hükümetlerin dış borçlarını ödeyebilmek için IMF ve Dünya Bankası’ndan yardım almalarının bedeli olarak, uygulamak durumunda kaldıkları “yapısal uyum programları” adı altında ülke içi kontrol ve destek mekanizmalarının aşamalı olarak zayıflatılması oldu.

Uygulanan yapısal düzenlemeler, Afrika ülkelerinde ekonomik büyüme ve refah seviyesinin artmasını sağlamak yerine, yatırımların, sosyal harcamaların, tüketimin, üretimin ve verimin azalmasına, bu durumun sonucu olarak da işsizliğin artmasıyla durgunluk ve gerilemeye sebep olan bir kısır döngüye yol açtı.

Gübre üzerinde uygulanan fiyat kontrolünün kaldırılmasıyla beraber, tarımsal kredi sistemlerinde de kısıntıya gidilmesi, yatırımların ve tarımdan elde edilen gelirlerin azalmasına yol açtı. Devletin tarım sektöründeki ağırlığını çekmesiyle piyasaların ve özel sektörün tarımı hareketlendirmesi beklentisi gerçekte karşılığını bulamadı. Dahası, özel sektör yatırımcıları, devlet desteğinin azaltılmasının daha büyük bir risk doğuracağına inandı. Ardı ardına, her ülkede neoliberal doktrinlerin öngörüleri tahminlerin tam tersine sonuç verdi: Devletin sahneden çekilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye çekmekten ziyade kaçırmaya yol açtı. Bu tür politikalar uygulandığında özel girişimciler, devletin sektörden ağırlığını çekmesiyle oluşan otorite boşluğunu çoğunlukla fakir çiftçilerin aleyhine olacak şekilde doldurdu ve çiftçileri gıda güvenliği açısından daha korumasız, hükümetleri de düzensiz dış yardımlara daha bağımlı hale getirdi.

Dünya Bankası ve IMF, ülkelerin kendilerine olan borçlarını ödemelerini sağlamak için hükümetleri, mali kaynaklarını tarım ürünlerinin ihracatına ayırmaları yönünde teşvik etti. Ama Etiyopya’da 1980’lerin başında yaşanan kıtlıkta olduğu gibi, bu durum verimli toprakların ihraç edilecek tarım ürünlerine ayrılmasına ve ülkenin gıda tüketimini karşılamak için gerekli tarım ürünlerinin de daha verimsiz topraklarda yetiştirilmek zorunda bırakılmasına, dolayısıyla da ülkedeki gıda krizinin artmasına yol açtı. Ayrıca Dünya Bankası’nın, birçok hükümeti, tarım ürünlerinin ihracata yönelik üretimine odaklanılması yönünde teşvik etmesi, aşırı üretime ve ardından söz konusu ürünlerin uluslararası marketlerde değer kaybetmesine sebep oldu.

Diğer birçok bölgede olduğu gibi Afrika’da uygulanan yapısal düzenlemeler de, sadece yatırımların yetersiz kalmasına değil devlet işletmelerinin de tasfiye olmasına sebep oldu. Latin Amerika ve Asya ülkelerinde Dünya Bankası ve IMF daha çok ekonomilerin makro düzeyde yönetilmesini üstlendi ya da devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması yönünde tavsiyelerde bulundu. Bu düzenlemelerin uygulamaya geçirilmesiyle ilgili ayrıntılar ise devletlerin bürokrasilerine bırakıldı. Dünya Bankası ve IMF, daha güçsüz hükümetlerle muhatap oldukları Afrika’da, hükümetlere ne kadar devlet memurunun işten çıkartılması gerektiği, devlet desteklerinin ne derece azaltılması gerektiği ya da ülkenin tahıl rezervinin kime ne kadar satılması gerektiği gibi mikro düzeyde kararlar aldırdılar. Başka bir ifadeyle, Dünya Bankası ve IMF yetkilileri, devletin ekonomideki ağırlığını yok etmek için en ufak ayrıntılarda bile hükümetlerin ekonomi yönetimine müdahale ettiler.

Ticaretin rolü, Ticaretin liberalleştirilmesi, Avrupa Birliği ülkelerinden gelen devlet destekli ve düşük fiyatlı et ürünlerinin Batı ve Güney Afrika ülkelerine yığılmasının önünü açtı ve yerel üreticileri perişan etti. Buna ek olarak da, Dünya Ticaret Örgütü’nün Tarım Antlaşması’nın devlet desteğini meşrulaştırdığı ABD’li pamuk üreticilerinin ürünlerini uluslararası piyasalarda maliyetinin çok altında satmasıyla Batı ve Orta Afrikalı pamuk üreticileri iflasa sürüklendi. Tüm bu ticari düzenlemelerin etkilerini düşündüğümüzde, sonuç AB ve ABD’nin işine yarayacak haksız ticari uygulamalar oldu.Kısacası, karşı karşıya kalınan bu tablonun sonuçları hiç de rastlantı değil. 1986 yılında gerçekleşen Uruguay Round (Uruguay Turu) ticaret görüşmelerinde ABD’nin temsilcisi John Block “Gelişmekte olan ülkelerin gıda alanında kendi kendilerine yetebilmesi fikri, tarihsel olarak mazide kaldı. Bu ülkeler gıda ihtiyaçlarını, çoğunlukla daha düşük fiyatlara temin edebilecekleri Amerikan tarım ürünleriyle sağlayabilirler.” ifadesini kullanarak gerçek niyetlerini ifşa etmiş oldu.

Tarım alanında yapılan yapısal düzenlemelerin sosyal sonuçlarının dampinge götüreceğini öngörmek çok da zor değil. Günlük bir doların altında gelirle yaşayan Afrikalıların sayısı 1981-2001 yılları arasında iki katından fazla artış göstererek 313 milyona, yani tüm kıtanın %46’sına yükseldi. Bu durumda, gerçekleştirilen yapısal düzenlemelerin yoksulluğu yaratmasında, kıtanın tarımsal yapısını zayıflatmasında ve dışa bağımlılığı arttırmasında sahip olduğu rolü inkar etmek mümkün değil. Dünya Bankası’nın önde gelen Afrika ekonomistlerinden birisinin de itiraf ettiği gibi “Bu programların insani kayıplarının bu kadar büyük olabileceği ve ekonomik kazançlarının bu kadar yavaş olabileceği tahmin edilememişti.”

1980’lerde gerçekleştirilen yapısal düzenlemeler çiftçilere toprak, kredi, sigorta ve tarım destek organizasyonlarına erişim sağlayan kamu kuruluşlarını işlemez hale getirdi. Beklentiler ise, devletin ağırlığını çekmesiyle piyasaların özel sektör açısından serbestlik kazanacağı, özel sektörün de maliyetleri azaltacağı, kaliteyi arttıracağı ve gerileme eğilimlerini bertaraf edeceği yönündeydi. Bu beklentiler çoğunlukla gerçekleşmedi.

Özetle, biyoyakıt üretimi küresel gıda krizinin ortaya çıkmasına değil, sadece daha da artmasına sebep oldu. Ekonomilerin gıda alanında kendi kendine yetebilir olmasını teşvik etmek yerine, yerel küçük ölçekli tarımsal üreticileri yok ederek gıda ithalatını teşvik eden Dünya Bankası, IMF ve DTÖ’nün izlediği politikalar, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri her geçen yıl krize doğru biraz daha yaklaştırdı. Bugün artık söz konusu kuruluşlar ve izledikleri politikalar, Afrika genelinde ve güney yarımküre ülkeleri nezdinde oldukça itibar kaybetmiş durumda. Ancak sebep oldukları zararın şimdi tanık olduğumuzdan daha yıkıcı sonuçlar doğurmadan zaman içinde telafi edilip edilemeyeceğini ileride göreceğiz.


*Prof. Dr. Walden Bello, Filipinler Üniversitesi, Sosyoloji Profesörü, “Destroying African Agriculture”, Foreign Policy in Focus www.fpif.org, 3 Haziran 2008. Amine Tuna tarafından kısaltılarak Türkçeye çevrilmiştir.

Salı, Aralık 16, 2008

The Ottomans and Africa

THE EMERGING LINKS BETWEEN THE OTTOMAN EMPIRE AND SOUTH AFRICA

Serhat ORAKÇI
serhatorakci@gmail.com
Published in International Journal of Turkish Studies, Volume 14, Nos. 1-2 Fall (2008) pp. 47-59


Summary

Religious and political attempts of the Ottomans to establish contact with the southern region of Africa during the nineteenth century can be interpreted as part of the Ottoman Empire’s African foreign policy. In these efforts, first a Muslim Scholar, Abu Bakr Effendi, was sent to South Africa as a religious leader, and later official consuls of the Empire established important links between the Ottoman state and South Africa. Up to now, considerable attention has been focused on Abu Bakr Effendi’s life and his literary contributions to Arabic-Afrikaans literature, but, for lack of sources, almost nothing has been written about Mehmet Remzi Bey, the first Turkish diplomat stationed in South Africa, who lived there for two years with his family during the First World War. Nevertheless, interesting records from the South African National Archives shine some light on the diplomat’s tragic life and that of his family and on an exchange program between the Ottoman state and Britain for prisoners of war.

Key Words:
The Ottomans in Africa, The Ottoman Empire Foreign Policy, The Ottoman Africa Relations, Abu Bakr Effendi, Mehmet Remzi Bey

For full version of the article see International Journal of Turkish Studies, Volume 14, Nos. 1-2 Fall (2008) pp. 47-59

Nelson Mandela Biyografi

Zincirleri Olmayan Adam

Yazan: Serhat ORAKÇI
Bu yazı Mandela'nın "Long Walk to Freedom" kitabından derlenmiştir.

Nelson Rolihlahla Mandela, ya da halk deyişiyle “Madiba”, I. Dünya Savaşı’nın bittiği günlerde (1918) Güney Afrika'nın Transkei bölgesindeki Qunu kasabasında doğmuştur. Genç yaşta ölen babası Thembuland, kabile reisinin danışmanıdır. İlk eğitimini misyoner okulunda alan Mandela, daha sonra lise eğitimi için Healdtown’a gönderilmiştir. Buradan da sadece siyahların devam edebildiği Fort Hare’deki üniversiteye kaydolmuştur. Üniversite yılları Mandela’nın siyasetle tanıştığı yıllardır. Okulda öğrenci temsilciği için seçime girmiş daha sonra yönetimi boykot ederek seçimlerin iptalini istemiştir. Boykot sonrası ise üniversiteden atılarak tekrar kasabasına dönmek zorunda kalmıştır.



İçindeki okuma isteğini kaybetmeyen Mandela o zaman için rüya şehir olarak adlandırılan Johannesburg’a gitmeye karar vermiş ve maceralı bir yolculuk sonunda kendini ülkenin en büyük altın madeninde bekçi olarak bulmuştur. Köyünden kaçak olarak şehre geldiği anlaşılınca bu işten de atılmıştır. Hayatta tek başına ayakta durabilmek için her şeyi göze aldığı anda uzak bir tanıdığının yardımıyla bir avukatlık şirketinde çalışmaya başlamıştır. Bu yıllarda Witwatersrand Üniversitesi’ne kaydolarak hukuk eğitimi almaya başlamıştır. Yine çalıştığı şirkette kısa zamanda samimi olduğu Walter Sisulu sayesinde, ilk defa Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress-ANC)’nden haberdar olmuştur. Ve bu organizasyonda görev alan Oliver Tambo, William Nkomo gibi isimlerle tanışmıştır. 60 kadar kişiden oluşan bu küçük organizasyonun 1948’e kadar amacı ise beyazların hakim olduğu sistem içinde siyahların haklarını korumak ve onlara daha iyi hayat şartları sağlamaktır.



Mandela ve arkadaşlarının yaptıkları ilk işlerden biri 1944 yılında ANC’nin gençlik teşkilatını kurmaktı. Bu teşkilat aracılığıyla ülke gençlerini bilinçlendirmeyi ve organizasyona katmayı hedeflemişlerdi. Mandela, gençlik teşkilatındaki başarılı çalışmalarının ardından, 1947’de bu teşkilata Genel Sekreter seçildi. Ama 1948 seçimleri ülke için bir felaketin başlangıcı oldu. Irkçı bir rejimin savunuculuğunu yapan Ulusal Parti, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Apartheid sisteminin temelleri atılmış oldu. Bu sistemle siyahların sistem içindeki durumu daha da kötüleşecektir.



Apartheid rejiminin iş başına gelmesiyle ANC gençlik kolları Mandela önderliğinde bir program ortaya koymuş ve bu çerçevede siyahlar için vatandaşlık haklarından tam yararlanma ve parlamentoda temsil hakkını savunmuştur. Bu program ayrıca zorunlu ve ücretsiz temel eğitim, sağlık hizmetlerinden faydalanma, ticaret yapma hakkı ve toprak dağılımının tekrar ele alınması gibi konuları gündeme getirmiştir. ANC’nin tüm talepleri sistem tarafından anında reddedilmiştir. Bu süreçte sivil itaatsizlik olarak yorumlanan çeşitli protestolar ve yürüyüşler düzenlenmiştir. Çok kısa bir sürede aralarında Mandela’nın da bulunduğu ANC yöneticileri sistem tarafından hedef haline gelmiş ve çeşitli yasaklar uygulanmıştır. ANC kadrosundaki liderler mücadelenin ilk yıllarında her ne kadar Gandhi örneğinden esinlenerek şiddet içeren protesto ve sabotajlara sıcak bakmasalar da sonraları bu konuyu gündeme getirmişler ya da getirmek zorunda kalmışlardır.



ANC içinde günden güne lider konuma yükselen Mandela, bir yandan siyaset arenasında sisteme karşı manevralar geliştirirken diğer yandan da sınavlarını vererek avukatlık mesleğini icra etmeye başlamış ve Oliver Tambo ile ortak “Mandela ve Tambo” isminde bir büro açmıştır. Mandela o günleri hatırlarken şunları söylemektedir: “Ülkedeki tek siyah avukatlar biz değildik ama tek avukatlık bürosu bizdik… Afrikalılar için Mandela ve Tambo’nun ne anlama geldiğini kısa sürede anladım. Orası Afrikalıların gelip kendilerini canı gönülden dinleyen birini bulacakları, terslenmeyecekleri, aldatılmayacakları, kendilerinden birinin onları temsil edeceği bir yerdi. İlk başında avukat olmamın nedeni buydu. Yaptığım işler sık sık doğru kararı verdiğimi hissetmemi sağladı.”



Apartheid’in mimarları kısa bir süre içinde bir dizi yasa çıkartarak sosyal hayatı yeniden programlamaya başlamışlardır. Bu yasalar arasında “Yerleşim Yasası” olarak bilineni halkı renklerine göre toplu yaşamaya zorlarken, ”Bantu Eğitim Yasası” beyaz olmayanları yüksek eğitimden mahrum bırakmıştır. 50’lerin başında. Mandela, hükümet tarafından siyahlara dayatılan bu yasalara karşı direnişte önemli bir rol oynamıştır. “Asihambi!” (Gitmiyoruz!) ve “Sophiatown likhaya lam asihambi!” (Sophiatown evimiz; taşınmıyoruz!) sloganlarıyla ünlenen binlerce kişinin katıldığı yürüyüşler organize edilmiştir. Mandela ayrıca 1955 yılında ANC tarafından hazırlanan “Özgürlük Bildirisi”nin hazırlanmasında da önemli paya sahiptir.



Hükümet tarafından istenmeyen adam ilan edilen ANC liderleri 50’ler boyunca yasaklamalar ve tutuklamalara maruz kalmışlardır. Çeşitli yıldırma politikaları hükümet tarafından sistemli uygulanmıştır.



5 Aralık 1956 sabahı Mandela evinin kapısının hızlı hızlı vurulduğunu işiterek uyanır. Kapıyı açtığında karşısında ellerinde tutuklama emriyle bekleyen polisleri görür. Bu Mandela için 27 yıllık tutukluluk halinin başlangıcıdır. Hükümet, Mandela’yı vatana ihanetle suçlamaktadır. Mandela’nın o sabahla ilgili yorumu şöyledir: “İnsan doğru olanı yaptığına inansa bile çocuklarının gözü önünde tutuklanması hoş değil. Çocuklar durumun karmaşıklığından habersiz. Onlar basit şekilde babalarının beyazlar tarafından açıklama yapılamadan alınıp götürüldüğünü gördüler.”



Mandela o sabah kodese tıkıldığında yalnız olmadığını görür. Hükümet ANC liderlerine karşı bir temizliğe girişmiş ve partinin tüm önde gelenlerini vatana ihanet suçundan içeri almıştır. “Vatana ihanet davası” olarak ünlenen duruşmalar 1961 yılına kadar sürmüş ve sonunda Mandela ve arkadaşlarının serbest bırakılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu beş yıllık dönemde, Mandela ve arkadaşlarının yürüttüğü özgürlük mücadelesi büyük önem kazanmış ve büyük bir halk desteği bu mücadelenin gerisinde odaklanmıştır. Mandela siyah halk için önemli bir lider konumuna yükselmiştir.



Şiddet ve baskı uygulayan bir rejime karşı Gandhi felsefesiyle mücadele edilemeyeceğini karar veren Mandela, partisine silahlı bir yeraltı örgütünün kurulmasını önermiştir. Uzun tartışmalardan sonra parti ileri gelenleri ikiye bölünmüş ama çoğunluğun desteğiyle Umkhonto we Sizwe kurulmuştur. ANC’nin silahlı yeraltı faaliyetleri yürüten kolu olarak bilinen örgütün tüm kuruluş aşamalarını Mandela üstlenmiş ve yasadışı yollardan diğer Afrika ülkelerine ziyaretlerde bulunmuştur. İlk defa Güney Afrika dışına çıkan Mandela, dışarıda bu örgüt için maddi yardım toplamış ve ayrıca silahlı eğitim almıştır. Umkhonto we Sizwe, sivil halkı hedef almayan ama hükümetin başını ağrıtacak türden sabotajlar planlayarak elektrik santralleri gibi yerlere bombalı saldırılar düzenlemiştir. ANC’ye katılan gençler örgüt bünyesinde askeri eğitim almaları için komşu ülkelere gönderilmiştir. Bu dönem Mandela’nın kılıktan kılığa girdiği, karısını ve çocuklarını çok nadir gördüğü, herkesten saklandığı bir dönem olmuştur.



1962`nin ortalarinda hükümetin yoğun çalışması sonucu Mandela, Rivonia’da bir arkadaşının evinde yakalanmış ve tutuklanmıştır. ANC’nin üst düzey yöneticileri Umkhonto we Sizwe’nin örgütlediği sabotajlar dolayısıyla suçlanmış ve tutuklanmıştır. ANC üst düzey yöneticilerinin yargılandığı “Rivonia Davası” olarak bilinen duruşmada Mandela sabotaj ve kamu mallarına zarar vermekten suçlanarak beş yıla mahkum edilmiş daha sonra bu ceza ömür boyu hapse çevrilmiştir. Mandela ve arkadaşları Cape Town şehri açıklarında bulunan Robben Adası’ndaki hapishaneye gönderilmiştir. ANC üst düzey yöneticilerinin ağır hapishane ortamında beraber kaldığı bu yıllar hakkında en kapsamlı bilgilere yine Mandela’nın biyografisinde rastlıyoruz. Mandela, kitabında ne tür sıkıntılar içinde özgürlük mücadelesini yürüttüklerini uzun uzun anlatmakta. Ömür boyu hapse çarptırılmış bir grup insanın hapiste bile amaçlarından vazgeçmeden kendilerini geliştirmeyi ve özgürlük mücadelesine katkıda bulunmayı amaçlamaları oldukça çarpıcıdır. Mandela ve arkadaşları dünyadan soyutlanmış bir hapishaneyi minik bir akademiye dönüştürmüşlerdir. Bildiklerini birbirlerine anlatan bu insanlar kireç taşı kırarken felsefe, tarih ve politika çalışmışlardır.



Robben Adası’ndaki uzun yılların sonrasında Mandela, 1984 Nisan’ında Cape Town’daki Pollsmoor Hapishanesi’ne transfer edilmiştir. Aralık 1988’de de Paarl kasabası yakınlarında bulunan Victor Verster Hapishanesi’ne nakliye edilmiştir. Bu yıllarda Mandela Apartheid rejiminin koruyucuları ile masaya oturmaya başlamış ve herkesin eşit hakka sahip olduğu demokratik bir ortamda seçimlerin yapılmasını talep etmiştir. Hükümet şiddet içeren suçların durdurulması karşılığında Mandela’ya özgürlük vaadinde bulunmuş, o ise bu şartı “Mahkumlar anlaşma yapamaz; sadece özgür birey yapabilir.” diyerek şartlı tahliye teklifini reddetmiştir. Uzun yıllar süren görüşmeler sonunda Mandela 1990 Şubat’ında 71 yaşında iken şartsız olarak serbest bırakılmış ve eşi Winnie ile yıllardır kahramanını bekleyen halkı selamlamıştır.



Mandela’nın hayatındaki önemli gelişmelerden biri de 1993 yılında dönemin siyasetçilerinden de Klerk ile ortaklaşa Nobel Barış Ödülü’nü almasıdır. Bir yıl sonra ise ülkenin ilk demokratik seçimleri yapılmış ve Mandela’nın partisi bu seçimde birinci parti olmuştur. Seçim sonrası Mandela, ülkenin ilk siyahi başkanı sıfatıyla ülkesinin başına geçmiştir. Bu görevi 1999’a kadar yürüterek apartheid gibi bir rejimden demokrasiye yumuşak geçişi sağlamıştır. Siyasetten emekli olmasının ardından kurduğu “Nelson Mandela Çocuk Vakfı” bünyesinde ülkenin önemli bir sorunu haline gelen AIDS ile mücadeleye başlamıştır. Halen bu görevi yürüten Mandela değişik ülkelerde konferans ve panellere katılarak ülkesinin sorunlarına çözüm aramaktadır.

Pazartesi, Aralık 15, 2008

Güney Afrika Sineması

FİLİM TSOTSI

Yazan: Serhat ORAKÇI


Güney Afrika’da bu günlerde hep bu film konuşuluyor. Nedeni ise filmin ‘2006 En İyi Yabancı Film’ dalında Oscar ödülü alması. Film kısaca Güney Afrika’nın fakir siyahi mahallelerinden birinde ailesinden kopuk büyüyen Tsotsi’nin hikayesini anlatıyor. Aslında daha doğru bir deyişle bir gangsterin başına gelen trajik bir olay sonrasında yeniden dirilişini anlatıyor. Zaten ‘tsotsi’ bir isim değil, Güney Afrika’nın sadece siyah mahallelerinde kullanılan bir lakap. En yalın anlamıyla Sesotho dilinde ‘gangster’ demek.

Güney Afrika’lı yazar Athol Fugart’ın 1980’de yayınlanan ‘Tsotsi’ isimli romanından sahneye uyarlanan film şimdiden, Güney Afrika sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden biri olarak kabul görüyor. Yurt dışında gösterildiği her ülkeden ödülle dönen filmin 2006 En İyi Yabancı Film Oscar ödülü alması da büyük bir sürpriz değil aslında.

Filmin hikayesi kaba hatlarıyla şöyle gelişiyor: Tsotsi kendi kurduğu dört kişilik çetenin lideridir. Kendisine soru sorulmasını sevmez. Sorulan her soruyu sadece sert bakışıyla yanıtlar. Asıl adını bile bilmemektedir. Hayat onun için sadece kavgadan ibarettir. Suç bataklığında olduğunun bile farkında değildir. Günlerini para çalarak, adam şişleyerek geçirmektedir. Şehrin kalabalık caddelerinde ve metrosunda çetesiyle birlikte organize suçlar işlemektedir. Tsotsi için gelecek ve geçmiş yoktur. Bunun farkında olan kahraman ara ara gözünün önüne gelen çocukluğuna dair hatırladığı kırıntıları hiçe sayarak yaşar. Çocukluğunda babasından ve HIV+ annesinden kaçıp sokaklara sığınmıştır. Uzun bir toprak patikada, yağmur altında koşarak evden kaçtığı o geceyi hafızasından bir türlü silmeyi başaramaz. Geçmişine dair her şeyi unutan Tsotsi o geceki nefes nefese koşuşunu unutamaz.

Tsotsi çete elemanlarından Boston’a ağır bir dayak attığı gece kendini şehrin zengin bir semtinde aylak aylak dolanırken bulur. Gecenin geç bir vakti arabasını parkeden bir kadını farkettiğinde ise düşündüğü tek şey BMW marka arabayı ne pahasına olursa olsun çalmaktır. Tsotsi hayatını ebediyen değiştirecek arabanın sahibine doğrulttuğu silahı acımasızca ateşlerken bir an olsun duraksamaz. Yaralanan kadının çığlıklarını geride bırakarak ortadan kaybolur. Çaldığı BMW arabanın arka koltuğundan yükselen bebek çığlığını duyduğunda ise ıssız bir otoyolda tek başına hızla ilerlemektedir. Acı bir fren sesi paramparça eder zifiri karanlığa gömülmüş geceyi. Tsotsi’nin hayatı değişecektir artık. İçindeki insancıl duygular bir bebeğin çığlığıyla dirilecektir yeniden.

Güney Afrika’nın bugün yüz yüze olduğu acil çözüm bekleyen sosyal problemlerin başında ‘yüksek suç oranı’ ve ‘yüksek AIDS oranı’ gelmekte. Durum böyle olunca beyaz perdeye yansıyan ürünler de sık sık ülkenin sosyal problemlerini konu edinmekte. AIDS’e karşı mücadele veren bir kadının yaşamının konu edildiği ‘YESTERDAY’ adlı film ile 2005 yılında en iyi yabancı film dalında Oscar’ı kaçıran Güney Afrika, geçen yıl kaçırdığı fırsatı bu yıl ‘TSOTSI’ ile telafi etti. Değişik kamera hareketlerinin ve muhteşem Afrika müziklerinin eşlik ettiği Gavin Hood imzalı film, Athol Fugart’ın ifadesiyle beyaz perdeye en iyi aktarılan roman uyarlamalarından biri. Hikayenin orijinaline sadık kalan Hood filmi 80’lerin Güney Afrika’sında çekmek yerine günümüz Güney Afrika’sında çekmeyi tercih etmiş. Her ne kadar genç yönetmen bu yolu filmin çekim maliyetlerini düşürmek için benimsemiş olsa da bir bakıma oldukça isabetli bir karar vermiş. Çünkü ülke gündemini meşgul eden ‘yüksek suç oranı’ 1980’lerle kıyaslandığında şu an kat ve kat daha yüksek. Bu durum da izleyicinin filme olan ilgisini daha da canlı tutmakta.

Son olarak, filmi izlemeyen sinema severlere öncelikle Athol Fugart’ın aynı adı taşıyan romanını okumalarını tavsiye ederim. İyi seyirler.

Cumartesi, Aralık 13, 2008

Afrika Haber - Sudan'da Yeni Dönem

Umdurman Olayları


Serhat Orakçı
Hartum / Sudan - Mayıs 2008
İnternational PressMedya



Olaylar ilk olarak cumartesi günü öğleden sonra başkent yakınlarındaki Umdurman'da patlak verdi. JEM kuvvetleri ile Sudan Ordusu arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Yüz elli kadar askeri araçla şehre ulaşan JEM kuvvetleri, Hartum'daki başkanlık sarayına ulaşamadan Umdurman'da durduruldu. Çatışmanın bilançosu net değil. Evlerin büyük hasar gördüğü, bazı sivillerin öldüğü ve yaralandığı bilinmekte. Birkaç saat süren çatışmanın hemen ardından açıklama yapan Sudan Hükümeti olayın bastırıldığını açıkladı. Aynı açıklamayı Hartum, Bahri ve Umdurman'da pazar sabah 6'ya kadar sokağa çıkma yasağı takip etti. JEM kuvvetlerinin büyük kısmı imha edilirken, JEM'in lideri Halil Ibrahim'in kırk araçlık bir konvoyla geri çekildiğini öğrendik. Çatışma esnasında bazı JEM yanlılarının halka karışarak evlere saklandığını ileri süren hükümet, bölgede geniş çaplı arama başlattı. Sokağa çıkma yasağı önce pazar sabah saat 6'dan 10'a kadar, daha sonra ise süresiz uzatıldı. Cumartesi gecesi kentte tam anlamıyla olağan üstü hal vardı. Sokaklarda sadece askeri araçlar devriye gezeken, gece Uluslararası Hartum Havalimanı da kapatıldı. Aynı gece Hartum'a inmesi gereken Türk Hava Yolları uçağının da inmekten vazgeçerek Hartum'u teğet geçtiğini ve direk Etiopya'ya gittiği bilgisini aldık.

İSYANCILAR HERKESİ ŞAŞIRTTI

Bu saldırı ile Darfur'daki en güçlü direniş grubu olan Adalet ve Eşitlik Partisi ile Sudan Ordusu arasındaki çatışmalar ilk kez Hartum'a kadar taşınmış oldu. 2003 yılından beri Darfur'da Sudan Ordusu ile çatışan JEM daha önce hiç böyle bir girişimde bulunmamıştı. Çad sınırından yola çıkarak çöl üzerinden 600 kilometrelik mesafeyi iki yüz kadar askeri araçla üç günde geçip Umdurman'a ulaşan JEM bu girişimi ile herkesi şaşırtmayı başardı; fakat yönetimi ele geçirmeyi başaramadı. Başkent Hartum'daki başkanlık sarayına sadece birkaç kilometrelik mesafede Sudan Ordusu tarafından püskürtülen JEM'in bazı önemli isimleri çatışma esnasında ölürken, isyancıların lideri Halil Ibrahim sağ kalan askerleri ile geri çekilerek çölde izini kaybettirmeyi başardı. Sudan Hükümeti, JEM lideri Halil Ibrahim'i ele geçirmekte kararlı gözüküyor. Halil Ibrahim'in başı için biçilen rakam şimdilik 120.000 dolar.

HARTUM'DA KONTROLLER ARTTI
JEM'in ihtilal girişiminin ardından Hartum'da yoğun güvenlik tedbirleri alındı. Özellikle Umdurman'ı Hartum'a bağlayan Nil nehri üzerindeki köprülere ve Uluslar arası Hartum Havalimanı çevresine askeri araçlar konuşlandı. Ana caddelerde ve hatta ara sokaklarda sık sık araç ve kimlik kontrolleri yapılıyor. Havalimanına giriş ve çıkışlar durduruldu. Uçak seferleri iptal edildi. Piste inen tek uçak Etiopya üzerinden gelen Türk Hava Yolları uçağı oldu. Gecikmeli inen THY uçağı Hartum'daki büyük çoğunluğu Türklerden oluşan yirmi kadar yolcuyu alarak tekrar havalandı. Pazar akşama doğru Ulusal Sudan Televizyonun'da tehlikenin geçtiği ve sokağa çıkma yasağının bittiği açıklandı. Aynı gün içerisinde askeri üniforması ile halkın karşısına çıkan Başkan Ömer El-Beşir, Umdurman'daki saldırıyı Çad'ın desteklediğini söyleyerek, Sudan'ın Çad'la olan tüm diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Fakat Çad yönetimi böyle bir ilişki olmadığını bildirerek bu iddiayı yalanlamakta gecikmedi.

TURABİ NİÇİN TUTUKLANDI?

Hartum'da meydana gelen bir başka gelişme de İslami Hareketin liderlerinden Hasan El-Turabi evinde gözaltına alınması. Oğlunun yaptığı açıklamaya göre Turabi de Umdurman'daki olayları planlayan JEM lideri Halil Ibrahim'i desteklediği iddiasıyla gözaltına alındı. Her ne kadar Hasan el-Turabi şimdiki Sudan Başkanı Ömer El-Beşir'e 1989 darbesinde eşlik ettiyse de, daha sonra Beşir ile arası açılarak hapse girmişti. Politikaya girmemek şartı ile şartlı serbest bırakılan Turabi, hükümeti her fırsatta sert bir dille eleştirmesiyle bilinmekte. Turabi gözaltına alınmasının ardından JEM ve Hartum'daki darbe girişimiyle ilişkisi olmadığını dile getirdi. Turabi taraftarları gözaltı olayını proteste etmekte gecikmedi.Çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu bir grup Turabi taraftarı, Hartum şehir merkezinde toplanarak olayı protesto etti. Protesto esnasında asker ile protestocular arasında çatışma çıktı. Turabi'nin 12 saatlik sorgulamanın ardından akşama doğru serbest bırakıldığı açıklandı. JEM liderlerinin Cumartesi saldırısından sonra yaptıkları açıklamalar dikkate alındığında bugüne kadar Darfur'da yaşananlardan çok az etkilenen başkent Hartum'un ilerleyen günlerde bu tarz saldırılara tekrar sahne olacağı anlaşılmakta. Artık Darfur'daki çatışmalar Darfur'un dışına taşınmış durumda. Böylelikle Darfur ve Hartum yeni bir döneme girmiş bulunmakta.

Afrika Gezi - Seyahat

Madagaskar'da Bayram Sevinci
Yazan Serhat Orakçı

Yolculuğumuzun ilk kısmını oluşturan dört saatlik uçuş sonrası, Dubai transit yolcu terminaline ulaştık. Normal programa göre kalkmayıp gecikme yapan ikinci uçuş için, beş saat kadar beklemek zorunda kaldık. Sabahın ilk ışıkları ile kalkan uçağımız öğlen saatlerinde Maritius havalimanına iniş yaptı. Madagaskar’a gidecek olan uçağın aksam saatlerine denk gelmesini fırsat bilerek, havalimanından ayrılıp şehrin sokaklarında gezintiye çıktık. İstanbul’da karlı bir havanın ardından sıcak bir yaz gününün neşesine bıraktık kendimizi.


Afrika kıtasının doğu açıklarında, Hint Okyanusunun ortasında küçük bir ada olan Maritius, özellikle Avrupalı turistlerin akın ettiği bir tatil beldesi. Şehrin temiz ve tertipli caddelerinden bunu anlamak mümkün. Diğer Afrika ülkelerindeki sakinliği burada da gözlemleyebiliyorsunuz. İnsanlar telaşsız ve rahatlık içinde. Ülkeye turizmin getirdiği refah seviyesi, hemen göze çarpmakta.


Küçük havalimanında tanıştığımız Samire ismindeki taksi şoförü ile anlaşıp hemen yola koyulduk. Kendimizi tanıtıp, yolculuk amacımızı söyleyince Samire’nin yüzünde bir memnuniyet belirdi. Sanki teşekkür etme isteği duydu bizlere. Müslüman olup olmadığını sorduğumuzda, gururlu bir edayla “Müslüman” olduğunu söyledi. Bize olan minnettarlığını, yaptığı indirimle ifade etmek istediğini söyledi. Biz de bu küçük jesti kabul ettik.
Cuma Mescidinde, Müslümanlarla…

Yarım saatlik bir araba yolculuğu sonrasında Maritius’un merkezi Port Louise’e vardık. Adadan başka bir yere gitmemiş tecrübeli şoförümüz Samire, şehir merkezini tanıtarak bize rehberlik yaptı. Çarsı-pazar adımlarken, orta büyüklükte bir camiyle karşılaştık. İsmi; Cuma Mescidiydi. Avluda oturan bir kaç yaşlı dindaşımızın garip bakışları arasında içeri süzüldük ki içlerinden biri Müslüman olup olmadığımızı, sordu. “Evet” deyince, bütün kapılar bonkörce ardına kadar açıldı. Camiyi gezdirip, bize cami hakkında bilgi verdiler. Şükür namazı için alnımızı secdeye koyduk. Camii cemaati ile kısa kısa sohbet ederek, onlara ziyaret sebeplerimizi sıraladık. Seneye Maritius’a gelme sözü vererek kontak adreslerini ve numaralarını kaydedip oradan ayrıldık.


Cuma Mescidinin hemen yanındaki “China Town” gözümüze çarptı. Tüm dünya ülkelerinin maruz kaldığı Çin istilası, burada da karsımıza çıkınca fazla şaşırmadık. Çin malları satan dükkan vitrinlerini seyrederek yola devam ettik. Uçak saatimiz yaklaştıkça, keşke biraz daha vaktimiz olsaydı demeye başladık. Doğal güzelliklere, insanların güzelliği karışmış bu ülkede. Kendimizi hiç yabancı hissetmedik. Yolculuğumuzun son kısmını oluşturacak Madagaskar uçağı için havalimanının yolunu tuttuğumuzda, hava kararmaya başlamıştı. Sonrasında Madagaskar havayollarına ait eski bir uçakta bulduk kendimizi. İki saatlik bir yolculuk olmasına rağmen oldukça yorgun düşmüştük. Batmakta olan güneşin kızıllığı arasında havalanarak, Madagaskar’a yöneldik.


Manzara aynı: çıplak ayakla gezinen insanlar ve fakirlik


Madakaskar’ın başkenti Antananarivo’ya indiğimizde, akşam olup karanlık çoktan çökmüştü. Basit bir havaalanına giriş yaptık. Vize ve pasaport kontrolü için sıraya girdimizde bizi karşılamaya gelen arkadaşlar kolumuza girdiler. Giydiğimiz ay-yıldızlı tişört sayesinde bizi bulmaları zor olmadı. Kontrol sonrasında, buradaki arkadaşların arasına girip ayaküstü kendileriyle tanıştık. Yüzlerde memnun bir ifade vardı. Valizlerimizi alıp, eski model bir Mercedes`e yerleştirdiler ve hemen sonrasında yola koyulduk. Başkent Tananarivo’nun sokak lambalarından yoksun karanlık caddelerinde, ilerleye başladık. Gece, ıssız başkent sokaklarında uzunca bir yolculuk yaparak, o günlük son durağımız olan Shalimar adındaki mütevazi Hint oteline vardık. Ve Madagaskar’da geçirilen temkinli bir gece... Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar yollara duştuk. şehir aydınlandıkça ülkeye dair düşünceler yeşeriyordu zihnimizde. Ve maalesef diğer Afrika ülkelerinde karşılaşılan genel manzara, burada da hakimdi: Çıplak ayakla gezinen insanlar ve fakirlik.


İnsanlar sanki bir dayanak bulmanın mutluluğu içindeydi
Kurban kesiminin yapılacağı şehir Tamatave, başkentten uçakla bir saatlik mesafede. Hint Okyanusunun kenarına kurulu küçük şehir, sakin bir havadaydı. Sanki ne köylülüğünden vazgeçmiş, ne de şehirli olabilmiş. Arada kalmış bir yer... Vardığımız gün orada bayramın başladığını öğrendik. Ve hemen vakit kaybetmeden kurban kesiminin yapılacağı ilk camiye gittik.


Hep oralarda olacağımıza söz verdik


Mangarivotra ismi verilen küçük bir camiye ulaştığımızda, toplanmış halkı bizi beklerken bulduk. Çoluk çocuk, genç ihtiyar bir grup Müslümanın yüzlerinde " Hoş geldiniz" babında anlamlı bir gülümseme belirdi. Biz de hemen karşılığını verdik, el sıkışıp kucaklaştık. Orada olmaktan duyduğumuz minnettarlığı dile getirip, hep oralarda olacağımıza söz verdik. İnsanlar sanki bir dayanak bulmanın mutluluğu içindeydi. Uzaklarda yaşayan akrabalarına kavuşmuş olmanın sevinci içindeydi.


Yüzlerden gülümseme eksik olmadı


Vakit kaybetmeden kurbanların kesimine başladık. Gençlerin özverili yardımıyla kısa bir sürede kesimi sorunsuz hallettik. Bu arada fotoğraf çekimi yapıp, çocuklara bayrak ve balon dağıttık. Yüzlerden gülümseme eksik olmadı. Havanın sıcak olmasına rağmen güneş altında beklemekten kimse sıkılmadı. Havanın sıcaklığını da göz önünde bulundurarak kesim işleminin hemen ardından dağıtıma geçtik. İHH amblemi taşıyan torbalara göz kararı koyduğumuz etleri, sırayla dağıttık. Gene burada da bir sıkıntı çıkmadı. Halk gayet sakin bir şekilde sırasını bekledi. Sırası gelenler etlerini alıp teşekkürlerini sundular. Biz de biraz olsun yüzleri güldürmenin mutluluğunu tattık.


Bunca sıkıntının içinde hala gülebilen insanlar görmek…


Bayramın ikinci günü sabahın ilk saatlerinde tekrar yola koyulduk. Şehir merkezinde kurulu halk pazarının hemen yakınında bir camiye geldiğimizde, bir gün öncesine benzer bir manzarayla karsılaştık. Kalabalık bir insan grubu bizi beklemekteydi. İnsanların arasına karışıp, bayramlarını kutladık. Dostluk mesajları verip, onlara burada bulunma nedenimizi anlattık. İnsanlara dertleri, sıkıntıları olup olmadığını sorduk. Elimizden gelen her türlü yardıma açık olduğumuzu ifade ettik. Yüzler gene gülüyordu. Sebepsiz bir mutluluk hakimdi. Bunca sıkıntının içinde hala gülebilen insanlarla karsılaşmak bizi de oldukça şaşırtıyordu. Ne var ki küçük şeylerden mutlu olma noktasında hünerli bir insan topluluğu vardı karşımızda.


Tencerelere düşen bir lokma etin düşündürdükleri…


Önceden satın alınan kurbanlıkları caminin geniş avlusunda müsait bir yere çekerek işe koyulduk. Gençler el birliği yaparak dört elle sarıldılar kesim işine. Çok kısa bir sürede beş büyük baş ve kırk küçükbaş hayvanın kesimi tamamlandı. Her zaman olduğu gibi renkli görüntüler ortaya cıktı. Ve biz elimizden geldiğince bu görüntüleri fotoğraflamaya çalıştık. Kesimi takiben dağıtım işlemine geçip, mümkün olduğunca çok kişinin bu hayır işinden faydalanmasını hedefledik. Vakit ilerledikçe insanlar taşıdıkları İHH amblemli torbalarla pazara karıştılar. Sonra gözden kaybolup evlerine vardılar. İnsanlar belki de yolda, uzun bir süreden sonra ilk defa çocuklarına güzel bir yemek hazırlayacak olmanın hayalini kurdular. Orasını ancak Allah bilir...


Öğleden sonra şehrin başka bir bölgesindeydik. Başka bir camiye misafir olup, burada kurban kesimi gerçekleştirdik. Burada da genel manzara değişmedi. Önceden alınan kurbanlar, camii cemaatinin cömert yardımlarıyla kısa sürede kesilip, burada hazır bulunan insanlara dağıtıldı.


İnsanlar sevinç içerisinde evlerinin yolunu tuttular


Beril Ruj bölgesi, kurban kesiminin yapıldığı son yerdi. Bu bölgede çok olmasa da simgesel olarak on küçükbaş hayvan kurban edilip, yetmişin üzerinde insana dağıtıldı. Beril Ruj’da bulunan küçük medreseyi de ziyaret etmeyi ihmal etmedik. Zor şartlar altında İslami eğitim yapan çocuklarla konuşup dertleştik. Medresenin acil ihtiyaçları için bir miktar para yardımında bulunup, oradan ayrıldık.


Kurban bahane, esas olan kardeşlik…


İki gün kaldığımız Tamamate’da dört değişik bölgede kurban kesimi gerçekleştirdik. Zaman zaman zorlu anlar yaşasak da, halkın bonkör yardımlarıyla sorunlarımızı giderdik. Halkın büyük çoğunluğu zor şartlar altında yaşam mücadelesi verse de, burada insanların yüzü gülmekte. Gittiğimiz yerlerde büyük bir hoşgörüyle karşılandık. Türklerin bölgeye gelmekte geç kaldığı sık sık vurgulandığında üzülsek de, her vesileyle orada olacağımızın sözünü verdik onlara. Dört değişik bölgede on beş büyükbaş hayvan ve elli küçükbaş hayvan kesip, bin dört yüzden fazla insana dağıtım gerçekleştirdik.


Ellerimizde küçük ama anlamlı bir hediyeyle döndük…


Tamatave’de geçen iki günün ardından, tekrar başkent Antananarive’ye döndük. Burada bulunan az sayıdaki camiyi gezerek, buradaki Müslümanlarla bayramlaştık. Türkiye’den geldiğimizi öğrenenler bize büyük bir ilgi ve alaka gösterdiler. Yine burada bulunan Emniyet Müdürlüğünü ziyaret ederek, ileriki dönemlerde başbakan olmasına kesin gözüyle bakılan Emniyet Müdürü ile tanıştık. Hoş bir sohbetin ardından, kendisine İHH’yı tanıtıp, kurumun amaç ve faaliyetlerinden bahsettik. Bu ziyaretin anısına, Emniyet Müdürlüğü’nün amblemini taşıyan bir plaketi armağan olarak kabul etmemiz istendi. Biz de seve seve bu küçük ama anlamlı hediyeyi kabul ettik.


Sömürgecilik döneminin bıraktığı yaralar, hala kapanmış değil ülkede


Madagaskar adası zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olsa da, diğer Afrika ülkeleriyle ortak kaderi paylaşıyor. Sömürgecilik döneminin bıraktığı yaralar, hala kapanmış değil ülkede. Burada halkın büyük çoğunluğu fakir. Madagaskar halkının ciddi manada yardıma ihtiyacı var. Nüfusun %10’unun oluşturan Müslümanlar için durum biraz daha kötü sayılır. Sefalete bir de devletle yaşanan sorunlar eklenmekte. Mevcut başbakanın Müslümanlarla ilişkileri olumlu gelişmiyor. Müslümanlar İslami faaliyetlerde oldukça temkinli bir yaklaşım içindeler. Bunun yanında camilerin ve okulların maddi yardıma ihtiyacı var. Öğretmenlerinin maaşlarını ödemekte zorlanan okullara rast geldik. Yerde halısı olmayan camilere girdik. Bütün bunlar oldukça düşündürücüydü bizim için. Burada üniversiteye devam eden gençlerle tanışıp, sohbet ettik. Hepsinin amaçları bir noktada birleşiyor: Okuyup ülkesine faydalı olmak. En büyük temennimiz elbette bu insanların öğrenimlerini bitirip ülkelerinin geleceğine yön vermeleri. Yine temennimiz Madagaskar halkının sefaletin önüne geçip, bir an önce refaha kavuşması.

Afrika - Sudan İzlenimleri

Afro-Arap Bir Sentez: Sudan
Yazan: Ser­hat Orak­çı
Bilim ve Sanat Vakfı, Bülten, 67, 2008

Su­dan’a ayak bas­ma­dan ön­ce, ora­da bu­ra­da is­mi­ni sık­ça duy­du­ğum ama hak­kın­da te­fer­ru­at­lı bil­gi sa­hi­bi ol­ma­dı­ğım sı­ra­dan bir Af­ri­ka ül­ke­siy­di gö­züm­de. Ulus­la­ra­ra­sı med­ya­da sık­lık­la “Dar­fur kri­zi” ile anıl­ma­sı, zih­nim­de de­vam­lı kar­ga­şa­nın ya­şan­dı­ğı bir at­mos­fer can­lan­dır­ma­ma se­bep­ti sa­nı­rım. Sı­cak bir ik­lim ku­şa­ğın­da ol­ma­sı ise, gö­züm­de can­la­nan bu kar­ga­şa­yı da­ha da de­rin­leş­ti­ri­yor­du. Ka­vu­ru­cu sı­cak al­tın­da ka­bi­le­le­rin bir­bir­le­riy­le sa­vaş­tı­ğı­nı dü­şü­nü­yor­dum. İs­ter is­te­mez bi­raz ür­kü­yor­dum. Ney­se ki ül­ke­ye ayak bas­tı­ğım­da işin öy­le ol­ma­dı­ğı­nı gör­düm.

Ye­ni bir coğ­raf­ya­da ge­çi­ri­len ilk ge­ce… Bö­lük pör­çük bir uy­ku. Gö­zü­mü her açı­şım­da da­ha sa­bah ol­ma­mış. Ku­la­ğı­ma ça­lı­nan ses­ler, gel­di­ğim yer­de alı­şık ol­du­ğum­dan fark­lı. Bir­kaç ara­ba­nın yol­dan ge­çi­şi. Is­sız ve ür­kü­tü­cü. Şeh­rin se­si fark­lı. Ge­ce kuş­la­rı­nın ötü­şü fark­lı. Ka­fa­mın üs­tün­de uğul­da­yan bir kli­ma. Oda­nın ta­va­nın­da çıl­gın­ca dans eden bir per­va­ne. Gün­düz­den ısı­nan oda du­var­la­rı hâ­lâ ra­hat­la­ma­mış. Bu­nal­tı­cı bir ha­va…

Sa­ba­hın ilk ışık­la­rı ile kız­gın gü­neş yük­sel­me­ye baş­lı­yor. Sa­ba­hın kö­rü ol­ma­sı­na rağ­men sı­cak­lık his­se­di­li­yor. Mus­luk­tan akan su­lar gü­neş­le bir­lik­te kı­zış­ma­ya baş­lı­yor. Sa­at öğ­le­ye yak­laş­tı­ğın­da mus­luk­tan akan su­ya el değ­mek müm­kün de­ğil. Sı­ca­ğa rağ­men şe­hir so­kak­la­rın­da adım­la­yan in­san­lar. O sı­ca­ğın al­tın­da kü­çük tez­gâh­la­rın­da sa­tış bek­le­yen es­naf­lar. Üzer­le­rin­de UN ya­zı­lı lüks jip­le­rin ara­sın­da te­laş­la do­la­na­rak tra­fik­te­ki araç­la­ra su sat­ma­ya ça­lı­şan ço­cuk­lar. Tam or­ta­ma alış­tı­ğı­mı dü­şün­me­ye baş­la­mış­ken, bir­den ay­lar­dan Şu­bat ol­du­ğu­nu ha­tır­lı­yo­rum. Mev­sim da­ha kış. Yaz yak­la­şı­yor.

Su­dan’a da­ir ya­zıl­mış bir­çok ya­zı­da şu ifa­de­ye rast­la­dım: “Af­ri­ka kı­ta­sı­nın en bü­yük ül­ke­si.” Bu doğ­ru. Su­dan, bu­lun­du­ğu kı­ta içe­ri­sin­de yü­zöl­çü­mü açı­sın­dan en bü­yük top­ra­ğa sa­hip. Tür­ki­ye’nin iki üç ka­tı bü­yük­lük­te bir ül­ke. Ama Su­dan’ı di­ğer Af­ri­ka ül­ke­le­rin­den da­ha ay­rı kı­lan özel­lik bel­ki de bir ge­çiş ül­ke­si ol­ma­sı. En ka­ba hat­la­rı ile ül­ke Arap dün­ya­sın­dan Af­ri­ka dün­ya­sı­na ge­çiş özel­li­ği ta­şır­ken, ay­nı za­man­da Müs­lü­man bir ik­lim­den Hı­ris­ti­yan bir ik­li­me ge­çi­şi de sim­ge­le­mek­te. Bir kuş gi­bi Mı­sır’dan Su­dan top­rak­la­rı­na, ora­dan da kı­ta­nın da­ha aşa­ğı­la­rı­na sü­zü­le­bil­sek, uç­suz bu­cak­sız Nil Neh­ri’nin ya­nın­da bu ge­çi­şi sim­ge­le­yen özel­lik­le­ri de gö­rür­dük sa­nı­rım. Çöl ik­li­min­den ek­va­tor­yal ik­li­me ge­çiş; Arap kül­tü­rün­den Af­ri­ka kül­tü­rü­ne ge­çiş; ca­mi­ler­den ki­li­se­le­re ge­çiş bu ül­ke­nin bir ucun­dan di­ğer ucu­na uzan­mak­ta. Bu özel­lik Su­dan’a di­ğer Af­ri­ka ül­ke­le­rin­de de sık­ça rast­la­nan bir mi­ras bı­rak­mış: çok kül­tür­lü­lük. Hem ka­bi­le­sel, hem de din­sel ma­na­da bir renk­li­lik gö­ze he­men çarp­mak­ta.

Ül­ke­nin baş­ken­ti Har­tum, tam da bah­set­ti­ğim bu ge­çiş nok­ta­sı­nın mer­ke­zin­de bu­lun­mak­ta. Ugan­da’dan çı­kan Be­yaz Nil ve Etop­ya’dan çı­kan Ma­vi Nil ne­hir­le­ri­nin bir­bi­ri­ne ka­vuş­tu­ğu “Ni­leyn” di­ye bah­se­di­len nok­ta­da yer al­mak­ta. Har­tum, ay­nı za­man­da ge­le­nek­sel ya­şam­dan mo­dern ya­şa­ma ge­çi­şi de sim­ge­le­mek­te. Özel­lik­le son yıl­lar­da ül­ke­de çı­kar­tıl­ma­ya baş­la­nan pet­rol ile baş­kent Har­tum’u “Af­ri­ka’nın Du­ba­i’si” yap­ma ha­ya­li de gün­de­me gel­miş. Baş­ken­tin Nil’i çev­re­le­yen be­re­ket­li top­rak­la­rın­da yük­se­len gök­de­len­ler ve ih­ti­şam­lı bi­na­lar bu de­ği­şi­min en bü­yük ha­ber­ci­si. Em­lak fi­yat­la­rı­nın ta­van yap­tı­ğı bu hav­za­da lüks otel­ler ve iş mer­kez­le­ri hız­la yük­sel­mek­te.

Su­dan var­lık için­de yok­luk çe­ken bir ül­ke. İn­san is­ter is­te­mez Hin­dis­tan’dan İn­gi­liz­ler ta­ra­fın­dan par­ça­la­nıp ge­ti­ri­le­rek Nil’in üze­ri­ne di­ki­len es­ki de­mir köp­rü­den aşa­ğı­da akıp gi­den İs­tan­bul bo­ğa­zı ge­niş­li­ğin­de­ki uç­suz bu­cak­sız neh­rin ses­siz se­da­sız su­la­rı­na ba­kar­ken böy­le dü­şü­nü­yor. Bu bi­le baş­lı ba­şı­na bü­yük bir ni­met bir ül­ke için. Su sı­kın­tı­sı­nın ya­şan­dı­ğı Sah­ra Hav­za­sı’nda böy­le bir su kay­na­ğı­na sa­hip ol­mak en az pet­rol ku­yu­la­rı­na sa­hip ol­mak ka­dar önem­li ol­ma­lı. İş ge­lip yi­ne Ba­tı’nın tek­ni­ğin­de tı­ka­nı­yor; bu su­yu de­ğer­len­dir­me­de, top­ra­ğa ak­tar­ma­da kul­la­nı­la­cak alet ede­vat­lar­da ki­lit­le­ni­yor. Kay­nak var ama tek­nik yok! Böy­le bir kay­na­ğa rağ­men ül­ke su sı­kın­tı­sı çe­ki­yor. Sö­mür­ge­ci İn­gi­liz­ler­den kal­ma alt­ya­pı ile ida­re edi­len ül­ke­de su eşek­le­rin çek­ti­ği tan­ker­ler­le ta­şı­nı­yor. Bu man­za­ra kar­şı­sın­da ben de ül­ke­yi ge­zen di­ğer ya­ban­cı­lar gi­bi ha­yıf­la­nı­yo­rum. Ola­yı ol­du­ğu gi­bi ka­bul­len­mek var­ken, bu neh­rin üze­ri­ne kaç ba­raj ku­ru­la­bi­le­ce­ği­ni he­sap­lı­yo­rum. Son­ra da ken­di ken­di­me kı­zı­yo­rum.

Baş­ken­tin tam gö­be­ğin­de di­ğer­le­rin­den mi­ma­rî ola­rak fark­lı bir ca­mi be­li­ri­yor. İn­ce el iş­çi­li­ği dı­şa­rı­dan bi­le he­men fark edi­le­bi­li­yor ve ca­mi­nin ya­kın­la­rın­da Os­man­lı pa­şa­la­rı­na ait tür­be­ler be­li­ri­yor. Tür­ki­ye’den ol­duk­ça uzak­ta ol­ma­ma rağ­men hâ­lâ Os­man­lı top­rak­la­rın­da ol­du­ğu­mu id­rak edi­yo­rum. Os­man­lı’nın yap­tır­dı­ğı ca­mi­ler­de iba­det et­me şan­sı bu­lu­yo­rum. Os­man­lı mi­ra­sı de­nen şey bu ol­sa ge­rek. Da­ha ca­mi­nin av­lu­sun­day­ken yer­li hal­kın “De­de­le­ri­niz…” di­ye baş­la­yan cüm­le­le­ri ile mu­ha­tap olu­yo­rum. Ko­nuş­ma­lar­dan an­la­şı­lan, de­de­le­rim ki­mi­le­ri­ne gö­re sö­mür­ge­ci, ki­mi­le­ri­ne gö­re ise kur­ta­rı­cı. İn­sa­nın du­rup bak­tı­ğı ye­re gö­re gö­rü­şü de fark­lı­la­şı­yor.

Ulus­la­ra­ra­sı kriz­ler­le is­mi­ni sık­ça duy­du­ğum, kat­li­am vs. id­di­ala­rı ile çal­ka­la­nan Dar­fur böl­ge­si­ne uzak de­ği­lim; bur­nu­mun di­bin­de. Baş­kent Har­tum’dan uçak­la iki sa­at­lik me­sa­fe­de. Ama baş­kent­te bir tu­haf­lık var… Bu­ra­da­ki­ler san­ki Dar­fur’u hiç duy­ma­mış gi­bi; kim­se­nin Dar­fur’dan bah­set­ti­ği yok. Kı­sa soh­bet­le­rim­de Su­dan­lı­la­ra sor­du­ğum­da ise, ağız­bir­li­ği et­miş­çe­si­ne Dar­fur’da so­run ol­ma­dı­ğın­dan, Ba­tı’nın ko­nu­yu bi­le­rek gün­dem­de tut­tu­ğun­dan bah­se­di­yor­lar. Tat­min edi­ci gel­mi­yor. Şa­şır­ma­mak müm­kün de­ğil. Baş­kent­te her­kes du­rum­dan hoş­nut gö­rü­nü­yor. Av­ru­pa ve Ame­ri­ka’nın id­di­a et­ti­ği kat­li­am­lar­dan kim­se ha­ber­dar de­ğil; bu du­ru­mu an­la­mak ol­duk­ça güç. Dar­fur san­ki ken­di ka­de­ri­ne terk edil­miş uzak­ta bir yer.

Baş­ken­tin beş on ki­lo­met­re dı­şın­da ise iş­ler de­ği­şi­yor. Pet­rol ge­li­riy­le in­şa edi­len gös­te­riş­li bi­na­la­rın ye­ri­ni der­me çat­ma ev­ler ve yo­lu ol­ma­yan en­ge­be­li so­kak­lar alı­yor. Baş­kent­ten uzak­laş­tık­ça fa­kir­lik da­ha da ar­tı­yor. Kır­sal ke­sim­ler­de ya­şam da­ha me­şak­kat­li. Alt­ya­pı yok. Eği­tim ve sağ­lık hiz­met­le­ri çok ye­ter­siz. İş­siz­lik ve has­ta­lık oran­la­rı yük­sek. Çev­re te­miz­li­ği yok de­ne­cek de­re­ce­de. Bü­tün bu olum­suz­luk­la­rın üs­tü­ne bir de sı­cak ek­len­di­ğin­de du­rum da­ha da tra­jik ha­le ge­li­yor.
Bü­tün bu olum­suz­lu­ğa rağ­men, Su­dan­lı­lar ta­vır­la­rın­da ve ina­nış­la­rın­da iç­ten, po­zi­tif ve gu­rur­lu. Di­ğer coğ­raf­ya­lar­da­ki Müs­lü­man­la­ra ör­nek teş­kil ede­cek ka­dar ma­ne­vi­yat­la­rı­na önem ver­mek­te­ler. Özel­lik­le na­maz­la­rı vak­tin­de ve ca­mi­de kıl­ma­ya bü­yük özen gös­te­ri­yor­lar. Baş­ka yer­ler­de na­dir rast­la­na­cak sün­net­le­ri ha­yat­la­rı­nın ru­ti­ni ha­li­ne ge­tir­miş­ler. Tüm olum­suz­luk­lar kar­şı­sın­da sa­bır gös­ter­mek­te ve ne olur­sa ol­sun mut­lu gö­rün­mek­te­ler. Ül­ke­de fa­kir­lik cid­di bo­yut­la­ra var­ma­sı­na rağ­men hır­sız­lık ora­nı çok dü­şük. Ço­ğu Af­ri­ka ül­ke­si­nin ter­si­ne, gü­ven­lik ya­ban­cı­lar için bi­le ol­duk­ça iyi. Af­ri­ka’da­ki ço­ğu ül­ke­nin ter­si­ne, AIDS ve te­ca­vüz va­ka­la­rı­nın ora­nı da çok dü­şük. Böy­le ni­te­lik­li bir in­san top­lu­lu­ğu­nu gör­dü­ğüm­de ül­ke hak­kın­da­ki tüm olum­suz­luk­la­rı unu­tu­yo­rum ve Su­dan’ın ge­le­ce­ği için umut­la­nı­yo­rum. So­kak­lar­da ya­lı­na­yak ge­zen ço­cuk­la­rın, iş­siz güç­süz bek­le­şen fa­kir in­san­la­rın du­ru­mu­nun iyi­le­şe­ce­ği­ne; has­ta­ne­ler­de­ki im­kân­sız­lık­la­rın, okul­lar­da­ki tüm so­run­la­rın gü­nü gel­di­ğin­de bir şe­kil­de hal­lo­la­ca­ğı­na ina­nı­yo­rum.